1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Savaşta çocuk olmak...” (1)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Savaşta çocuk olmak...” (1)

A+A-

Dr. Derviş Özer

Herkes savaşır, savaşı bir oyun olarak görür. Kahramanlar olur ve bu kahramanlar bazen ölür ve geride kalanlar onun bir kahraman olduğunu ve yaptığı kahramanlıklar üzerine methiyeler düzerler. Ve okullarda çocuklara anlatırlar. Şehit olmanın, din ve milliyet uğruna ölmenin kutsal olduğunu ve her insanın bu şerefe ulaşmasının gerektiği konusunda vaazlar verilir.

Ve bunları yaparken de hepsi çocuklar için yapılır, çocukların geleceği için yapılır. Ne yapılıyorsa çocuklar içindir. Savaş bile çocuklar için yapılır ve onların savaşması için ellerinden geleni yaparlar ve onları öyle bir doldururlar ki kurulmuş bir yay gibi olur o çocuklar, kavgacı ve ölmeye, öldürmeye hazır bir şekilde büyürler.

Yıllar yılı bu adada savaşıldı ve siyasiler ve büyükler bunu çocukların geleceği için yaptılar ve onlara öyle bir misyon yüklediler ki onlar, kendileri için yapılanın kutsal olduğuna inandılar ve doğruları sorgulamadan minnet duyguları besleyip kendilerini o yolda yürümeye adadılar. Ama bu adada çocuklara hiç sorulmadı onlar uğruna savaşılsın mı diye. Ve bu adada çocuklar hiçbir şey yapmadan savaşın içine doğurtulup, doğurulup büyütüldüler ...

Her geçen gün, her geçen gece bizleri savaşla büyüttüler. Okulda ve evlerde kahvelerde duyduğumuz savaş hikâyeleri ile Salahi’nin öldürülüşü. Son mermiye kendine saklaması. Kaçmayıp arkadaşlarını koruması ve sonuna kadar savaşıp bayrağın altında yere düşüşü...

“HEPİMİZ BİRER SALAHİ OLMAK İSTEDİK...”

İşte bu hikâyelerle büyüdük ve hepimiz birer Salahi olmak istedik. Milletimiz ve vatanımız uğruna ölmeyi, hem de adlı şanlı bir kahraman gibi ölmeyi hayal ettik. Okulumuzdaki şehit olmuş insanların resimlerinin arasında bizim de resmimiz olmasını hayal ettik. Aslında hayal ettik de sadece gündüzleri hayal ettik, geceleri olunca yine çocukluğumuza döndük ve evden 20-30 metre uzaktaki tuvalete tek başımıza gidemedik. Mutlaka yanımızda birini istedik. Hani bazı geceler kimseyi uyandıramadıysak pencereden işedik dışarıya. Bazı gecelerse üstümüze işedik rüzgâra karşı işerken...

İşte böyleydi bizim kahramanlığımız gündüzleri birer kaplan, bir vuruşta 4-5 düşmanı öldüren bir kaplan ama geceleri oldu mu üstüne işeyen bir kedi.

Ama iyiydik, gazı iyi alıyorduk ve aldığımız gazla düşmanımız iyi seçiyorduk. Ve bu düşmana yanaşmaya korksak bile, atmadan duramıyorduk. Bu düşmana yanaşmasak bile birbirimizi düşman kabul edip birbirimizin kafasını gözünü patlatıyorduk.

“BELİMİZDE BİR TABANCA İÇİN NELER VERMEZDİK...”

Bizim çocukluğumuz böyle geçti, geçmedi işte. Bu günlerde bir komutan gelmişti köye ve biz onu çok seviyorduk askeri elbiseli çakı gibi bir adamdı ve bizi çok seviyordu. Köyün içinde toplayıp bizi marşlar söyleterek asker gibi yürütüyordu. Hem de kızlı erkekli ve silahlı eğitim yaptırıyordu. Her ne kadar evlerde babalarımız nöbetten gelince duvara dayadığı silahı alıp gizli gizli kurcalasak ta o bize gizli gizli değil alenen silahı verip hem de taramalı silahı verip düşman köyünün yanında eğitim yaptırır ve nasıl yaptığını bilmesem de o sten makineli silahıyla bize çivi attırıyordu.

İşte bu adam bizim kahramanımızdı. Yenilmeyen, çakı gibi, emrinde yüzlerce adam ve belinde tabanca olan kahraman. Belimizde bir tabanca olması için neler vermezdik o yıllarda. Belimize o pırıl pırıl tabancayı takıp köyün içinde dolaşmak. Ne güzel olurdu. Ha bir de o zamanlar yürüdükçe vızıldayan ayakkabılar vardı. Biz de ayakkabıları, lamba suyuna yatırıp vızır vızır vızırtadırdık köyün içinde. Türkiyeli komutan gibi dolaşırdık, ah bir de tabancamız olsaydı.  Olsun böyle giderse tabi ki tabancamızda olacaktı. Ama bütün bu hayaller sadece gündüzleri kuruluyordu, geceleri tuvalete gitmeye bile korkuyorduk. Çünkü düşman kapının arkasında bizi götürmek için bekliyordu.

TAHTADAN TÜFEKLERLE SAVAŞ OYUNLARI...

Tabii biz de her çocuk gibi oyunlar oynardık, çoğunlukla tahtadan tüfeklerimize savaş oyunları olurdu bu oyunlar. Babalarımızdan çaldığımız altın gibi parıl parıl parlayan tek bir mermiyi cebimizde saklayarak birbirimize gösterirdik ve oyunlarıma devam ederdik. Farklı oyun oynamaz mıydık? Oynardık ama çok az, o da tamamen çocuk olduğumuzda. Topaç çevirir, lingiri oynar, bazen de patlak topla derede top oynardık ama genelde savaştı oyunlarımız.,

sayfa-17-fotograf-benny-rasmussenin-arsivinden-sene-1964.jpg

Fotoğraf Benny Rasmussen'in arşivinden... Sene 1964...

KENDİMİZİ SAVAŞIN İÇİNDE BULDUK...

Bir yaz bu oyunlar bitti ve biz kendimizi savaşın içinde bulduk. Makarios devrilmiş, insanlar ölmüş, öldürülmüş. İnsanların bazıları seviniyor, bazıları ağlıyor, kısaca ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Ya biz ne yapacağımız biliyor muyduk? Sadece büyüklerimiz sevinince, biz de seviniyor, onlar üzüldükçe biz de üzülüyorduk. 

O gün Lefkoşa’nın üzerindeki dumanları seyrettik ve silah seslerini duyduk. Sokağın başına nöbete gelen mücahidin yanına gittik ve bekledik, korkarak birbirimize sokuluyorduk ama yine de biz askerdik ve erkekliğe bok sürmüyorduk. Her nasılsa kahramanımız, bizi asker gibi yetiştirmişti, marşlar öğretip Rum köyüne doğru yürütmüştü. Korkmamalıydık. Korkmazdık ama bir de gece olmasaydı ve uzaktan duyulan silah sesleri olmasaydı.

Orada nöbet bekleyen adamın yanında oyalandık, acı acı sigara içiyordu. Sardığı sigaranın ucunu ısırıp tükürüyordu ve yaz günü parkalıydı. Boynunda bir dürbün vardı, arada dürbünle Lefkoşa’ya doğru balkıyordu.  Biz ne gördün diye sorduğumuzda, bize çok şeyler gördüğünü ifade eden mırıltılar çıkarıyordu. Biz de bakalım deyince bize vermiyordu. Bizim yaşıt oğlunu yanına alıp ona gösteriyordu ve o da gördüklerini bize anlatıyordu. Gördüğü tankları ve uçakları, yerde yatan ölüleri, insanların birbirlerini nasıl vurduklarını anlatıyordu. Biz de gerçekten görmüş gibi ona gıpta ile bakıyorduk. Daha sonra anlattıklarının köydeki sinemada gördüğü bir film olduğunu anlamıştık ama iş işten geçmişti. Bizim arkadaş gözüne dürbünü yerleştirmiş savaş filmini anlatıyordu. Ve o gece atılan silah seslerini saydık ve atılan her mermiye bir kişi öldüğünü kabul edip, ölen kişilerin sayısını hesaplamaya çalıştık ve sabah olmadan daha kediler uyanmadan neler olup bittiğini öğrenmek için çeşme başına koştuk. Kadınların yorumlarını almaya, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk. Hepsi birer baykuş kesilmişti. Hiç güzel laf çıkmıyordu ağızlarından. Kara çarşaflı, Etyemezin anası, yansın bu köy diye ellerini havaya açıp beddualar yağdırıyordu. “Benim köyüm yandı 63’te, bu köy de yansın” diye. Kimse de demiyordu bu köy sana ne yaptı diye. Deli deyip geçiyorlardı. Ama aldırmaksızın ellerini havaya açıp beddualar yağdırıyordu.

sayfa-16-fotograf-sotiris-savvanin-arsivinden.jpg

Fotoğraf, Sotiris Savva'nın arşivinden...

“FIRINLARI YAKMIŞ, EKMEK YAPIYORLARDI...”

Sonra yavaş yavaş kahvelerin önüne ve karargâha doğru yürüdük. Bizden büyükleri toplayıp karargâha götürmüşlerdi. 15 yaşın üstüne silah eğitimi veriliyordu. Ortada masanın üzerinde bir A4 makineli, adamın birisi söküp çıkarıyor, bozuyor, kuruyordu. Ama mermileri altın gibi parlıyordu. Ne oynanırdı onlarla. Altın gibi mermileri dizeceksin kumun üstüne, sanki birer kurşun asker sonra da savaştıracaksın. Fazla kalabalık olunca oradan da kovdular. Rum köyünde neler oluyor diye bakmaya gittik. Onlar da fırınları yakmışlar ekmek yapıyorlardı. Çobanlar koyunları çıkarmamış, tarladaki ürünü kaldırmaya çalışıyorlardı.

Sonra köyün etrafı traktörle sürüldü ve sürülen yerlerde çıkan toprak öne yığıldı bazı yerlerde kum torbalarına toprak doldurulup mevzilerin önüne konuldu. Biz okulun bahçesinde yarı pinekleyerek yarı oynayarak olanları seyrediyorduk. Kahramanımız komutan arada bir gelip geçiyordu ama bize yüz vermiyordu. Savaştan önce ki gibi bize gaz verip sahada topluca yürütüp marşlar söyletmiyordu.

“HERŞEY CİDDİLEŞMİŞTİ...”

İşler değişmişti her şey ciddileşmişti. Bize mevzide nöbet beklerken silahlarını verip, doldur boşalt yaptıran adamlar, şimdi bizi yanlarına yaklaştırmıyordu. Hani biraz yaklaşsak ve silahlara dokunmaya kalksak, silahları okşasak bize bağırıyorlardı. Ve sanki bir köpekmişiz gibi arkamızdan taş fırlatıyorlardı. Eve gitmemizi söylüyorlar ve küfür ediyorlardı. Eve gittiğimizde evlerde telaşlı bir hareketlilik vardı kadınlar su depoluyor, çeşme başlarında birbirleriyle su kavgası ediyorlar ve evlerde fırınlar yakılmış ekmek için hazırlık yapıyorlardı. Ekmekler yapılıyordu ama araya bir veya iki tane yumurta ve patates atan yok. Ve bize fırından yeni çıkmış ekmeklerden içine yağ döküp veren yoktu.

Herkes bir telaş içinde idi yaşlılar bile silahlanmış herkes bir şeyler anlatıyordu. Ama bana sorarsanız en iyi asker, en büyük silahı kullanan adamlardı. O da havan ve A4 kullananlardı ama birisi daha vardı bize göre en iyi asker olan, 70 yaşında elinde av tüfeğiyle, çifte kargılık taşıyan Ali Dayı’ydı, çünkü nereden bulmuşsa bulmuş, bütün vücudunu drifille saklamıştı. Sanki yürüyen bir drifil demetiydi. O hepsinden farklıydı, vücudu otlar içinde ve filmlerdeki gibi çift taraflı kargılık taşıyordu. Bir yandan da köyün içinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Biz de peşinden gidip geliyorduk

Daha sonraları bizim evin önüne getirip havan topu koydular ve birisi dama çıkıp dürbünle düşmanı gözetledi. Sonra sıkıldı, aşağı indi, daha sonra oturdu. Beklemekten sıkıldı ve havanda yardımcısı olan Filistinli Arap Dayı ile şakalaşıp gülüştü. Filistinli Arap Dayı’yı kızdırıp kendisine bir iyice sövdürdükten sonra havanı da bırakıp kahveye gitti.

“ASKERCİLİK OYNATANLAR YÜZÜMÜZE BİLE BAKMIYORDU...”

Günler, yani beş gün böyle savaş hazırlığı içinde geçti ama daha önce bize askercilik oynatan adamlar bizim yüzümüze bile bakmıyordu. Biz yokmuşuz gibi davranıyorlardı. Biz de kimi bulsak peşine takılıyorduk. Ve onun bizi kovalamasına kadar peşinde geziyorduk. Ha arada bir de kendi oyunlarımıza dalıp piriliyi, lingiriyi de ihmal etmiyorduk. Oyunda soyup soğana çevireceğimiz çok acemi vardı. Ve cebimizde şangır şıngır eden renkli pirililerle dolaşıyorduk.

Hemen hemen hepimiz yalınayaktık ve şimdiye kadar yalınayak gezmemize ses çıkarmayan kadınlar bize yalınayak olduğumuz için bağırıyorlardı. Kimimiz korkudan, dayak yememek için ayakkabıları, potinleri giyiyorduk ama köşeyi dönünce çıkarıp, duvarın arakasına saklıyorduk. Eve gelirken de yine giyip geliyorduk. Yani kısaca aileler daha doğrusu ne olacağını bilenler bizim ayakkabı, potin giymemizi istiyorlardı. Ve yine biz çocuk olarak onların elbiseleri bir bohçaya sarıp kapının arkasında bekletmelerine gülüyorduk. Anlamsızdı. Evin içinde oturuyoruz ve evin kapısının arkasında içinde elbiseler olan bir bohça hazır bekliyordu.

(Devam edecek)

Bu yazı toplam 1970 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar