1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Büyük Kaymaklı’daki mandradaki sivil Kıbrıslırumlar’ı kurtaranlar, Moralı Kıbrıslıtürkler olabilir…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Büyük Kaymaklı’daki mandradaki sivil Kıbrıslırumlar’ı kurtaranlar, Moralı Kıbrıslıtürkler olabilir…”

A+A-

OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR…

Bir okurumuz şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:

***  Kato Mandrez denen Büyük Kaymaklı-Mia Milya yöresindeki mandraya, ikinci harekattan sonra gidenler Moralı Kıbrıslıtürkler idi… Büyük olasılık, oradaki sivil Kıbrıslırumlar’ın hayatlarını kurtaranlar da bazı Moralı Kıbrıslıtürkler olabilir…

***  Ben benzer bir hikaye duymuştum ve anladığım kadarıyla, sözünü ettiğiniz mandra sahibi aile, altınlarını mandranın dışına bir noktaya gömmüştü… Sonraları bu mandra birisine kiralandı ve o şahıs da toprağı sürdü, daha sonra o altınların yeri kayıp oldu…

Okurumuzun verdiği bu bilgilere teşekkür ettik ve Mora’da görev yapmış veya Moralı olan başka bazı okurlarımızla konuştuk… Onlardan edindiğimiz izlenim de, benzer bir hikayenin duyulmuş olmasıydı… Bize bazı isimler verdiler ve biz de bu isimlerle temasa geçerek onlara neler hatırladıklarını sorduk. Onlar da bize başka bir takım isimler verdiler… Konuyla ilgili olarak araştırmalarımız devam ediyor…

ulu-001.jpg

Hatırlanacağı gibi bu sayfalarda geçtiğimiz günlerde Büyük Kaymaklı’da bir mandraya sığınan 80 kadar sivil Kıbrıslırum’un hayatını kurtaran Kıbrıslıtürk’ü arayan Hristodulos Gatto’yla geniş röportajımızı yayınlamıştık ve bu yönde yürütmekte olduğumuz araştırmaya yer vermiştik.

Konuyla ilgili olarak daha ayrıntılı bilgi sahibi olan okurlarımızı isimli veya isimsiz olarak 0542 853 8436 numaralı telefondan beni aramaya davet ediyorum.


Dr. Derviş Özer’in yazısını okuyan Derman Saraçoğlu, benzer bir olayın Mesarya’da bir başka köyde daha yaşandığını anlattı…

“İki ÖTEKİ can!...”

Dr. Derviş Özer’in geçtiğimiz günlerde bu sayfalarda yer alan yazısını okuyan değerli arkadaşımız Derman Saraçoğlu, bildiklerini paylaştı ve Mesarya’da da benzer bir olayın yaşandığını hatırlattı… Derman Saraçoğlu şöyle yazdı:

“Doktorun yazısını okurken hatırladıkları;

Köyün adını sormayın çünkü ''Bilmiyorum''.

Yıl 1974 Ağustos ayı. Mesarya ovası ateşler içinde. Hem gökten hem yerden ateş yağıyor köylerin üzerine. İkinci dalga devam ediyor. Tank paletleri yarıyor toprağını ovanın. Her yer toz toprak. İstikamet Mağusa. Ada'nın güneydoğu ve doğu bölgesi

Yer Timbu köyü yakınlarındaki Kıbrıslı Rum muhafız birliği kampı. Güney'e doğru kaçamazlar, kendilerini en azından, en yakındaki, bölgenin en büyük Rum köyü Kiracıköy'e atamazlarsa ölecekler. Kamptakilerin pek çoğu bu yolu deniyor ve canlarını kurtarıyorlar.

Kamptan iki genç...

Oraya Limasol, Baf taraflarından takviye olarak getirilmişler. Her ikisi de 17-18 yaşlarında. Kiracıköy'e ulaşabilmek için koşuyorlar can havli ile. O bölge insanlarının iyi bildikleri Tepsi Tepe’ye doğru koşuyorlar. Ancak büyük bir yanlış yapıyorlar. Yaklaştıkları karşılarındaki tepenin sağından devam etseler koşmaya, Kiracıköy'e ulaşacaklar. Bölgeyi yeterince bilmemenin de dezavantajı ile tepenin soluna doğru sapıyorlar. O an hayatlarının en büyük hatasını yapmıştır iki Rum genç. Bir süre sonra resmi üniformaları ile kendilerini bir Türk köyünde buluyorlar ve yakalanıyorlar ve köyün meydanına getiriliyorlar. Köyün ileri gelen TMT mensupları oradadırlar. Ne yazık ki o meydan, en hunharca biçimde iki Kıbrıslı Rum askerin katline tanıklık eder.

Meydana doluşanlar, en başta köyün TMT komutanları olmak üzere adeta cinnet hali yaşarlar. O meydanda bir LİNÇ yaşanır.

Anlatımımı burada bırakmam gerekiyor. O köy meydanındaki acı yaşanmışlığın detaylarına girmemek belki de en doğrusu olacak şimdilik.

Evet o gün orada bir LİNÇ yaşandı demekle yetinelim. Orada, TMT'nin bölge ve köy sorumlularının, linçi durdurmak yerine bizzat körükleyici ve kışkırtıcısı olmaları bağışlanacak bir şey olmamaya devam edecek…”


BASINDAN GÜNCEL…

 

“Virüsten Holokost’a notlar…”

Ohannes Kılıçdağı

Ölümün toplumsal hayatta oturtulduğu ‘normal’ pozisyondaki, ritüellerdeki kaymalar insanlar arasındaki ilişkide de çarpılmalara yol açıyor. . O yol ve yöntemler ortadan kalktıkça insan ve kitle davranışları da savrulmaya, ölümle başka tür bir ilişkilenme biçimi ortaya çıkmaya başlıyor.

Tecritin süresi uzadıkça psikolojik yükü de ağırlaşıyor. Arada tabii ki çok önemli farklar olmakla birlikte sanki gitgide bir nevi toplama kampı psikolojisine giriyormuşuz gibime geliyor. Kapatılma ve kısıtlılık hali, ölümün sıklaşması, etrafınızda dönüp durmasının önce tedirginlik, bir müddet sonra kanıksama yaratması… Uzatıp moralinizi bozmayayım. (Gerçi bu yazı ister istemez biraz kasvetli olacak sanırım.) Bu anda iyi bir fikir gibi görünmeyebilir ama içinden geçtiğimiz süreçte ölümle değişen kolektif ilişki biçimi beni tam da bugünlerde soykırımlar, pogromlar, özellikle de Holokost (Yahudi Soykırımı) sekansları üzerine daha fazla düşündürüyor. Ölümün toplumsal hayatta oturtulduğu ‘normal’ pozisyondaki, ritüellerdeki kaymalar insanlar arasındaki ilişkide de çarpılmalara yol açıyor; çünkü bunlar onunla baş edebilmenin, kabullenebilmenin ve rutin toplumsal hayata devam edebilmenin de bir yolu. O yol ve yöntemler ortadan kalktıkça insan ve kitle davranışları da savrulmaya, ölümle başka tür bir ilişkilenme biçimi ortaya çıkmaya başlıyor.

Nazi Almanyası bu açıdan da son derece ibretlik, bunun için de iyi bilinmesi gereken bir dönem. Adolf Eichmann’dan ‘bile daha sıradan’ insanların nasıl olup da bir histerinin, bir toplu vahşet ayininin aktif veya pasif parçaları haline gelebileceğini gözler önüne seriyor. Holokost bunun en vahim, en trajik halkası şüphesiz, ama bu histeri onunla da sınırlı değil. Nazi Almanyası’nın, Lebensraum (yaşam alanı) şiarıyla doğuya doğru yayılması, Doğu Avrupa’yı ve Rusya’yı işgali de bu histerinin bir parçası. Sıradan Almanlar, hatta işgal edilen ülkelerdeki Yahudi olmayan halkların, hepsi değil ama azımsanmayacak bir kesimi bu histerinin gönüllü katılımcısı oldular.

Biz bugün yaşayanlar olarak bu halleri kendimizden ebediyen uzak göremeyiz, görmemeliyiz. Kendimizi hiçbir zaman böyle bir histerinin, zincirlerinden boşanmış vahşetin parçası olmayacak gibi görmemeli; “Onlar insanlar kötüydü, biz iyiyiz” diye düşünmemeliyiz. ‘Normal zamanlarda’ o insanların bizden daha kötü olduğuna inanmamız için bir neden yok. Soykırımlar, pogromlar, işgaller –ve evet, virüs salgınları– sırasında yaşananların bireysel iyilik ve kötülüğün çok ötesinde durumlar olduğunu idrak etmek çok önemli. Asıl mevzu, böyle siyasi dalgalara, kolektif bilinç kaybına dirençli toplumlar ve siyasi sistemler yaratabilmektir. Kanımca, bunun önemli gereklerinden biri de ister kendi toplumumuzda, ister başka toplumlarda yaşanmış olsun, kimi günler, kimi yıllar sürmüş bu vahşet epizotlarını bilmek, unutmamak ve üzerine düşünmek, “Ben olsam ne yapardım?” sorusunu sormaktır.

Bu ‘histeri’ dediğime, zihnin tahayyül etmekte zorlandığı, tahayyül ederken insanın gözlerinin karardığı ama ayniyle vaki bir örnek vereyim. Nazilerin Litvanya’ya girmesinden hemen sonr,a 27 Haziran 1941’de Kaunas’ta yaşanan, kayıtlara Lietūkis Garajı Katliamı olarak geçen bir olay bu. Şehrin Yahudilerinden elli-altmış kişiyi adı geçen garajın avlusunda topluyorlar ve sopa ve küreklerle vura vura katlediyorlar. Olayın kendisi yeterince korkunç değilmiş gibi, tanık ifadelerine göre yüzlerce kişinin de, kimi gülerek, eğlenerek bu katliamı seyrettiğini öğrenmek, insanı daha da ürpertiyor. Bu sahneyi ‘kaçırmamaları’ için çocuklarını omuzlarına alan babalar oluyor. Üstelik bunu yapanlar hepimizin kolayca ‘hasta’, ‘sapık ruhlu’ olarak niteleyeceği Naziler değil; belki de o güne kadar katlettikleri Yahudilerin komşusu, müşterisi, hastası, öğretmeni, öğrencisi olmuş Litvanyalılar. “Bir toplum nasıl bu noktaya gelir?” ve kendine kondurmazlık etmeden, “Ben o seyircilerden hatta katillerden biri olabilir miydim?” diye, herkes düşünmeli. “Neden olmazdım?” sorusuna, herkesten önce kendini ikna eden ama “Çünkü ben iyi bir insanım”ın ötesinde bir cevap verebilmeli.

Litvanya Garaj Katliamı'na dair bir foto, 1941Litvanya Garaj Katliamı'na dair bir foto, 1941

Litvanya size çok uzak geliyorsa 6-7 Eylül fotoğraflarına bakın. Büyük bir iştah ve zevkle dükkânları, evleri yağmalayanlardan biri siz olabilir miydiniz? Ya da belki, babanız, dedeniz… Belki o fotoğraflardaki iyi giyimli kadınlardan biri anneniz, teyzenizdir. Dedeniz sizden daha kötü bir insan mıydı? Ya da yollara sürülen Ermenilerin komşularını düşünün. Çoluk çocuk, yaşlı, hasta, koyun sürüsü gibi yollara sürülürken arkalarından nasıl baktılar, bakmakla yetindiler mi, geride kalan mallarını, hatta çocuklarını nasıl paylaştılar? Bu da çok uzak geliyorsa, daha kırk sene evvel olan Maraş Katliamı’nın fotoğraflarına bakın. Örnek o kadar çok ki.

Hiçbir kötülüğün geçmişte kaldığından emin olamayız, her zaman tekrarlanabilir. Bunlardan kaçınmanın yolu, ister dinî, ister etnik, ister ırki, ister siyasi, ister göçmen olsun, herhangi bir grubu toptan, kategorik olarak kötüleyen, hedef alan, şeytanlaştıran siyasi söylem ve eğilimlere karşı cephe almaktır. Bunu da birey olarak değil, bir araya gelerek, dayanışarak yapmak sonuç verir. Bir gün kendinizi bir katliamın seyircisi ya da daha kötüsü faili olarak görmek istemiyorsanız, yaşadığınız toplumda ırkçı, ayrımcı grupların ve siyasetin yükselmesine bugünden karşı çıkmalısınız. Yarın çok geç olabilir.

(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 17.4.2020)

 

Bu yazı toplam 1753 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar