1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Bir yılbaşı yemeği ve hatıralar...
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Bir yılbaşı yemeği ve hatıralar...

A+A-

Ev sıcacık, mutfak da sıcacık çünkü ocağın üstünde tencere kaynıyor, tavuk kanyatıyorum, tavuksuyu yapmak için – makarnalarda, pilavlarda, çorbalarda kullanmak için... Buzluğun bir gözü olduğu gibi macunlarla dolu, bunlar da yenmeyi bekliyor... Kedicikler çevremizde uyukluyorlar, gaz sobasının önünde karnını açıp yayılıyor sarışın kedi... Oturma odamızda, mutfağımızda mumlar yanıyor, bir yerlerde mutlaka bir ışığın olduğunu, her yerin karanlık olmadığını, gelecek için umut olduğunu göstermek için yanıyor mumlar, böylece umut edebileceğiz ve daha iyi bir gelecek düşü kurabileceğiz...

Arkadaşlarım her yıl bana Noel pastası, oğlum için badem kurabiyeleri yaparlardı, üstüne toz şeker serpilmiş... Bu yıl bunlardan mahrum kaldık çünkü koronavirüsü gerekçe yapan iki toplumun liderlikleri, barikatları pratikte geçilmez kılarak kapatmayı seçtiler. İşbirliği yapıp bu virüse karşı toplumlarımızın güçlerini birleştirecekleri yerde, kendi köşeciklerine çekilip kendi kavgacıklarını kendi içlerinde vermeyi seçtiler... Bölünmüş, taksim edilmiş adamız, koronavirüsüyle daha da derin yaralar aldı ve bu durumun ne kadar süreceği de meçhul...

Oğlum yurtdışındayken her zaman bu dönem arkadaşlarım ve lokanta sahipleri – kuzeyde ve güneyde – onun gelişini iple çekerdi... Onun için yemek pişirmek isterlerdi... Ferah arkadaşımız ona dolma sarmaya, gollifa yapmaya hazırlanırdı... Okan arkadaşımız içine minik köftecikler olan yoğurtlu çorbasını yapıp getirirdi... Lokanta sahipleri ve esnaf hep aynı soruyu sorardı: “Oğlun ne zaman gelecek?”... Güneydeki güzel balık lokantası Peri Yali de, Pervolya’daki sahilde arkadaşımızın balık lokantası da, ona balık çorbası yapmayı hesaplardı... Anibal’ın hanımı da sık sık sorardı oğlumu, “Ne zaman geliyor?” diye... Çünkü onun için uykuluk-ciğer kebabı yapmayı hesaplardı... Anibal kapandı, Peri Yali ve Pervolya’daki arkadaşımızın balık lokantası da öyle... Garavolli çok şükür duruyor – o da oğlum için mantar ve ayrelli yapardı bu mevsim – gidebilecek olursak, inşallah Garavolli’nin nefis mezelerini tekrar tadabileceğiz... Kısacası herkes oğlumun ne zaman geleceğini sorardı çünkü yılbaşı tatili için oğlum Kıbrıs’a geldiğinde, yeme-içmeler on günlük tatile sıkıştırılırdı... Yıllık iznimin bir bölümünü bu yüzden yılbaşına yakın almak üzere özenle saklardım – kaynar Temmuz günlerinde çalışır, izin almaz, bir bölümünü yılsonuna, oğlumun geleceği döneme saklardım ki evde olup ona bol bol sevdiği yemekleri pişirebileyim...

Şimdi oğlum Kıbrıs’ta ancak pandemi nedeniyle pek dışarıya da çıkamıyoruz, yeme-içme hevesimiz için kendi mutfağımıza asılıyoruz...

Arkeolog arkadaşlarımızdan biri, ufak bir ameliyat geçirdiği zaman ve onu hastanede ziyaret ettikten birkaç gün sonra eve çıkınca aradığımda, ona çorba yapmak istediğimi söylemiştim...

“Sakın ha!” demişti... “Buzluk çorba doludur, o kadar çok yiyecek doludur ki inanaman! Annem, ablalarım, herkes yiyecek getirdi bana... Bilir misin biz Kıbrıs’ta kendimizi ancak yiyecek aracılığıyla ifade ederiz sanırım... Üzülürüz, yeriz... Seviniriz, yeriz... Biri hasta olunca o insana yemek yaparsak ve o insan o yemeği yerse, hemen iyileşeceğine inanırız... Yani yemek, hayatımızın merkezindedir...”

O da benim için çok çorba yaptı, her hastalandığımda mutlaka onun çorbasından içtim ve gerçekten de onun çorbasını içince daha hızlı iyileştiğime inanıyorum: Biraz tavuk, taze zencefil parçaları, bir havuş, bir patates, biraz pirinç ve biber koyuyor çorbalarına... Tıpkı anne çorbası oluyor bu çorba ve ruhumuzu iyileştiriyor, sevgiyle pişirilmiş herşey gibi...

Yemek pişirmekle ilgili bu tutkumuz belki de yaşadığımız adadan kaynaklanıyor: En azından şu anda hayatta olan bizlerin son yarım yüzyıldan fazla bir süredir hayatımız hep altüstlüklerle, çatışmalarla, savaşlarla geçti, belirsizlikler içinde geçti... Göçmenlik hatıralarıyla geçti, bir adanın bölündüğünü görmekle geçti, adamızın zorla ikiye ayrıldığını gözlemlemekle geçti...

Çocukken ilk hatıralarım bile, korkunç bir boru sesiyle birlikte mahallemizdeki sığınaklara koşmamız ve saatlerce tıkış tıkış bir lokantanın bodrumunda ya da lokantaya yakın bir bodrumda, karanlıkta beklemekti...

1963 yılının Aralık ayının son günlerinde bir geceyarısı mücahitler kapımızı çalarak hemen evi boşaltmamızı istemişlerdi!

“Kaçın! Kaçın!” demişlerdi... “Geriye bakmayın! Oyalanmayın! Yanınıza bir şey almayın! Kaçın!”

Böylece evimizden kaçmak zorunda bırakılmıştık... Silahlı çatışmaların yaşandığı günlerdi, kurşunlar vızır vızır çevremizden geçerken, Çağlayan’daki evimizden çıkıp, rahmetli babacığımın yaptırdığı Çağlayan Çocuk Bahçesi’nin içinden geçerek surlariçinde bir akrabamızın yanına sığınmaya çalışmıştık... Ben annemin kucağındaydım, sırtımda annemin diktiği lacivert-kırmızı iskoç kareli sabahlığım, alttan geceliğim ya da pijamalarım, ayağımda bandoflalarım vardı... Abim gözleri görmeyen dedemi yürütmeye çalışıyordu karanlıkta, kurşun sesleri arasında... Ninemin kulakları duymadığı için kafası karışmıştı, annem ona ne olup bittiğini izah etmeye çalışıyordu... Ben annemin kucağında üşümüş ve korkmuş vaziyette, ne olduğunu anlayamıyordum... Sokağımız bölünmüştü, sokağımızı bölmek için evimizin üst katı için inşaat maksadıyla yığılı duran kumları alıp torbalara doldurmuşlar, varillerle ve bu kum torbalarıyla sokak bölünmüş, buraya bir askeri nöbet noktası yapılmıştı... 

25 kişinin bir odada uyuyacağı bir akrabamızın evine sığınmıştık surlariçinde ve kesinlikle yiyecek yoktu... Yiyecek için kavga etmeniz gerekiyordu... Oyuncaklarım evde kalmıştı, evin dışına çıkamıyorduk, evimize dönemiyorduk... Bir ay kadar böyle yaşamak zorunda kalmıştık... Annem gidip raşın şeklinde dağıtılan ekmeklerden almaya çalışıyor, kolları cırmalanmış, kanlar içinde, elinde bir ekmekle geri dönüyordu... İnsanlar ekmek için birbirini cırmalıyordu! Ta ki tanıdık bir fırıncı buluncaya kadar... Anneme o fırıncı (sanırım Minnoş idi), “Hanım sen hergün gel, kuyruklara gidip parçalanma, ekmeklerini al benden” demişti... Böylece bir ayı önce bir akrabanın, sonra bir diğer akrabanın yanında geçirdikten sonra en nihayet evimize, mutfağımıza, yiyeceklerimize dönebilmiştik...

Sonradan aslında Çağlayan bölgesinin 1963’te boşaltılması için geçerli bir neden olmadığı ortaya çıkacak ve o dönem bu kararı vermiş olan mücahit komutanlarının da bu yüzden sonradan ceza aldıkları anlatılacaktı... Bizim evimiz de açılmıştı: Babamın ağır daktilosunu avluda bulmuştuk, babamın İngiliz üslerindeki satışlardan satın aldığı porselen tabak setleri de avluda yığılıydı... Evimizi soymak üzere açmıştı bazı mücahitler ve bunları çalmaya fırsat bulamamışlar, avluda öylece bırakıp gitmişlerdi...

İşte bu yokluk ve yoksunluk deneyimi nedeniyle anneciğim 1974’te savaş patlak verince, evde kalmaya karar vermişti. “Evimizden kaçmayacağız” demişti. Ne olursa olsun, bu kez evden ayrılmamakta kararlıydı... Evimizin üstüne kurşun yağıyordu, en güvenli yer olarak bildiğimiz şimdiki oturma odama sığınıyorduk – avludan kovanları topluyordum hatıra diye, duvarlarımız kurşunlarla delik deşikti...

“En azından kendi yemeğimizi yapabiliriz” demişti annem...

Bahçeyi kazmıştı... Bir zamanlar patates ektiğini hatırlamış ve toprakta gömülü patatesleri bulunca çok sevinmişti... Ekmek yoktu... Evden dışarı çıkamıyorduk... Bu yüzden unla bitta yapıyordu annem ve ekmek yerine bitta yiyorduk... Evde ne varsa onu yiyorduk... Nasılsa anneciğim hayatı boyunca hep yiyecek stoklamıştı... Evde her zaman en az üç-dört paket pirinç, bol bol makarna, un, şeker, kutu sütü, peksemet, piskot vardı – stoklayabileceği herşeyi stoklardı annem...

“Kıbrıs’ta ne olacak insan bilemez” derdi rahmetlik anneciğim...

“Ama anne bakkallar yiyecek dolu! Niçin iki okka hellim alın? Az al, gene alırık” derdim anneme...

“Yok, yoké derdi, “Kıbrıs’ta ne olacağını, başına ne geleceğini asla bilemen... Ben alayım da, bulunsun...”

Bir şey azaldı mıydı, hemen markete gidip almak isterdi... Evde iki paket şeker mi kaldı? Anneme göre, şeker bitmiş demekti evde, hemen en az iki paket daha alınıp stoklanmalıydı...

Bu belirsizlik hayatımızın tanımı oldu ve hala hayatımızın tanımı bu belirsizliktir: Bir bütün olarak Kıbrıs’ta kendi hayatlarımızın kontrolü bizim elimizde değildir – hiçbir zaman ertesi günü ne olacağını bilemezsiniz... Günün birinde aniden barikatlar açılır ancak barikatlar bir gecede kapanabilir de... Koronavirüsü gerekçe yapıp barikat kapatanları yaşayarak deneyimledik, kendi gözlerimizle gördük... Bakarsınız aniden bir tür gerginlik yaratmaya karar verirler bir gece veya bir gece aniden “barış” gelebilir... Hiçbir şey kesin değildir, tek bir şey kesindir ama: Barikatların her iki yanındaki Kıbrıslılar, kendi mutfaklarının TAM KONTROLÜNE sahiptirler ve belki de bu nedenle yiyeceğe bu kadar büyük önem veriyoruz, sevgimizi, ilgimizi yiyecekle gösteriyoruz... Kıbrıslılar olarak hiçbir şey yeme-içmelerimizi ve bunları paylaşmamızı durduramaz – en azından hayatımızın bu çok küçük ama yaşamsal alanında kontrol bizdedir: Sevdiklerimiz için yemek pişirir, sofralar kurarız...

Yeniyılda ailemiz için şeker portokallı, klementin mandarinli tavuk pişirdim... 15-20 tane şeker portokalını ve 5-6 tane Yahudi yusufunu (klementin mandarini) sıkıp tavuğu bunlarla kapladım... Şeker portokalının ve tatlı yusufçukların suyunda ağır ağır pişen tavukların derisi o şekerle karamelize oldu... Herkes severek yedi yılbaşı yemeğini... Bu yemeği sevgiyle ve umutla sundum biricik aileme: Kıbrıslılar’ın taksimin belirsizliği içinde değil, barışın kesinliği içinde bütün bir ülkede kendi hayatlarının kontrolünü kendi ellerine alabildikleri bir adada yaşamaları dileğiyle...

(Aralık 2014/Ocak2021 – Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

sayfa-12-resim-rene-magritte.jpg


sayfa-13-resim-rene-magritte-2.jpg
Resimler: Rene Magritte

 

DEVAM EDECEK

Bu yazı toplam 1060 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar