1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Başaran Düzgün, ‘Öksüz Atlar Ülkesinde’ adlı romanıyla Kıbrıslıtürkler’in tarihini yazdı...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Başaran Düzgün, ‘Öksüz Atlar Ülkesinde’ adlı romanıyla Kıbrıslıtürkler’in tarihini yazdı...”

A+A-

Ulus Irkad

Bugün sizlerle Başaran Düzgün’ün “Öksüz Atlar Ülkesinde” adlı romanı üzerine düşüncelerimi paylaşmak istiyorum... Sayın Düzgün, güzel anlatımıyla bu romanında aslında okuyucuya ailesinin de tarihini vermekte…

Roman bir kadının ve bir atın bir grup maskeli tarafından öldürülmesiyle başlıyor. Kadının hem at, hem de kendisi için attığı çığlıklar sadece gökyüzüne karışıyor ve kadın kayboluyor. Bu aslında bir bakıma bir cinayet romanıdır da...

Öldürülen bu kadın Vadili Köyün’de ebe olarak bulunan ve de Yunan İşgali İzmir’de sona erip, Yunan Ordusu geri çekilirken, tüm ailesini kaybedip kendisini Kıbrıs’ta Vadili Köyü’ne götürecek uzun 40 yıllık bir kader yolculuğunun kahramanı ve bir at meraklısı İzmirli “Stella”dır.

 

KİTABI OKURKEN MERSİNLİ MAHMUD KAPTAN’I ANIMSIYORUM

Burada ben de bu kitaptan ötürü 47 yıl önceyi anımsıyorum. Denizcilik Bankası’nda çalışan annesi Kıbrıslı Ayten Sindiren, babası Türkiye’de ekonomi ve iktisat Profesörü  Sn. Sindiren, Pandemi döneminde kaybettiğimiz arkadaşımız Adnan Sindiren tarafından bana tanıştırılan, yaşı seksenlerde, Mersinli Mahmud Kaptan’ı anımsıyorum (Yıl 1977) ister istemez. Mahmud Kaptan, her Kıbrıs’a gelişinde yük taşırken, yükünü boşalttıktan sonra, Adnan’la birlikte biz arkadaşlara rakılı ve çok mezeli içki sofrasını kurar ve anılarını anlatırdı rakılarımızı da içerken. Dedim ya, Mahmud Kaptan sensenlerinde. Türkiye Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’le Türk orduları İzmir’e girerken, o da daha belki de 20 yaşında genç bir asker. İçki masasında birkaç defa bize şu anısını anlatmıştı;

“İzmir’e girdik. Ta kordon boyuna kadar indik. Rumlar telaş içinde ne bulursa denize açılmakta, ya gemilere, ya sandallara binmişler. Büyük bir korku ve telaş var. Sandal veya gemi bulamayanlar ise o İzmir dalgaları arasında boğuluyorlar. Deniz kıyısında kordon boyunda denize baktım; birçok ceset denizin altında yüzmekte. Aralarında en fazla beni üzen gelinlik giymiş, güzel bir Rum kızının suyun içinde bana güzel yüzüyle acı içinde bakmasıydı. Boğulmuştu… Bu anımı hiç unutamadım. Bir de Mustafa Kemal İzmir’e girerken kırmızı kordela kesmesi için makas takdim edeceğim. Komutanlarım bu iş için beni görevlendirmişti. Ellerim heyecandan titriyordu. Bunu üzerine Mustafa Kemal yüzüme baktı ve;

“Oğlum ellerin niye böyle heyecandan titriyor. Türk askerinin elleri titrememeli” diyor… Mahmud Kaptan bana ve arkadaşlarıma birkaç defa rakı masasında benzer öyküyü anlatmıştı. Sevgili Başaran Düzgün’ün kitabının en başında Stella’nın öyküsünü bu kitapta  okurken bu anı da aklıma geliyor.

 

KAN DAVASINDAN KIBRIS’A SÜRÜLEN ANADOLU KÖYLÜLERİ

Romanda, Osmanlı tarafından bir grup Anadolu köylüsü, kan davasından ötürü Kıbrıs’a, ta Poli yöresine deniz yoluyla sürgüne gönderilir. Hasan’ın ailesi bu insanlardan… Bu insanlar Fasli diye bir köye yerleştirilir ama Hasan’nın ailesi fakirlikten dolayı Hasan’ı, Lefkoşa’da bir zengin Osmanlı ailesinin yanına yetim verirler. Hasan orada hizmetkarlık yapar ama ona okuma fırsatı verilmez. Sonra okumayı öğrenince çeşitli baskılar görür. Onun Lefkoşa’da tanıdığı Saliha adlı bir kadın ona bakarak olur. Hasan Yalı’dan da atılınca Lefkoşa dışında bir çiftliğe Kıbrıslırum bir at bakımcısı  ve çiftlik sahibi ailenin yanına girer. Senelerce onların yanında kalır. Kızlarıyla da iyi ilişki kurar. Hatta kızlardan bir tanesi Hasan’a aşık da olur ama daha sonraları Hasan İkinci Dünya Savaşı’na  katılır. Önce Polemidya, sonra da Mısır ve Lübnan’a geçer. Orada Almanlarla savaşlara katılan Hasan, gene at bakıcısı olur. Bu arada Sicilya Çıkarması gündeme gelir. Sicilya’da Müttefik Kuvvetlere atlar ve katırlarla destek verir ve bir İtalyan köyüne mangasıyla gider. Orada Partizanlarla birlikte Nazilere karşı mücadele ederler.

 

HASAN KIBRIS’A GÖNDERİLİYOR

Savaşta güç şartlarda tüm arkadaşlarını yitiren Hasan, Kıbrıs’a gönderilir ve orada terhis edilir. Daha sonra ailesinin yanında gider ve evlenir. Bir müddet Mağusa’da yaşayan Hasan, daha sonra Lefke madenlerine gider, grevlere katılır.

Daha sonraları Hasan ve ailesi Tarım Dairesine ve bir çiftliğe yerleşir. İki toplumun çatışmalarının içinde kendilerini bulurlar. En son gittikleri köy Vadili’dir. Hasan bu taşınmalar ve emek kavgası içindeyken, aile çoğalmakta, hanımı çocuklarını doğurmaktadır. EOKA Savaşı derken, bu defa da 3 yıllık bir huzurdan sonra Hasan ve ailesi kendilerini 1963-64 olayları içinde bulurlar. Vadili köyünde İzmirli Stella ile karşılaşırlar. Stella İzmir’de olduğu gibi atları aynen Hasan ve ailesi gibi sevmektedir. Stella ebedir de ama maalesef fanatik EOKA’cılar onu Hasan ve ailesinden ötürü ortadan kaldıracaklardır. 40-50 yıl önce Türk Ordusu’nun saldırısı sırasında Kıbrıs’a kaçarak hayatını kurtaran zavallı Stella, çok sevdiği atıyla birlikte Rum fanatikler tarafından öldürülür. Bu arada Hasan ve ailesi Stellasız kalırlar ama hamile anne acılar içindeyken, barikatlar aşılarak güçlükle  Mağusa’ya yertiştirilir ve doğum gerçekleşir. Doğumu gerçekleştiren meşhur Kıbrıslıtürk doktor Burhan Nalbantoğlu’dur. Bu arada Türk Ordusu değiştirme birliği de Mağusa’ya gelir ve doğan çocuğa, Değiştirme Birliği’ni getiren gemiden dolayı “Başaran” adı verilir. Başaran Düzgün hayata böyle başlar ve bu romanı o yazıp ailenin tarihini de bizlere iletir.

 

DEĞERLENDİRME

Aslında Sevgili Başaran bizlere Kıbrıslıtürkler’in tarihini yazmıştır. Çok akıcı ve etkileyici bir dil kullanmıştır. Kitabı okurken Stella’ya, Hasan’ın yetim durumunda karşılaştığı zorluklara ağlamamak ve gözlerinizin dolması hiçten. Bence tüm kitapseverlerin okumaları gereken çok güzel bir roman olmuş. Bana da Sevgili Başaran Düzgün’ü tebrik etmek kalıyor…

sayfa-17-resim-003.jpg


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEDE YAŞANAN SORUNLAR...

“Oppenheimer’ın anlatılmayan yüzü: Atom bombasının denendiği eyalette kanser olanların hikayesi...”

Oppenheimer filminin ünü, her ne kadar New Mexico eyaletindeki başarılı deneme sayesinde ilk nükleer bombayı yaratan ABD’li bilim adamı J. Robert Oppenheimer’ın başarısına dikkati çekse de, 80 yıl sonra halen hikayenin tam olarak anlatılmadığını düşünenler var.

New Mexico eyaletinde yaşayan Tina Cordova, aile albümünün sayfalarını hüzünle çevirirken, “İki dedem de kanser oldu, iki ninem de kanserdi, babam üç farklı çeşit kansere yakalandı, kız kardeşimde de kanser var” diyor.

“Sayısız amca, teyze, dayı, hala, kuzen kaybettim kanser yüzünden. Ve benim ailem de tek değil” diyen Cordova, atom bombasının deneme testi olan Trinity’nin gerçekleştiği alandan iki saat uzaklıktaki bir mesafede bulunan Albuquerque şehrinde yaşıyor.

BBC muhabirleri Emma Vardy ve Sam Granville’in haberine göre Trinity testinin yarattığı radyasyondan etkilendiği düşünülen topluluklara “rüzgarın estiği yönde bulunanlar” anlamına gelen “Downwinders” ismi veriliyor.

Trinity, dünyanın ilk atom bombası denemesiydi.

Bu deneme, yönetmen Christopher Nolan'ın başyapıtı Oppenheimer filminin de merkezinde yer alıyor. Oppenheimer adlı bilim adamı ile diğer bilim insanları ve mühendislerin II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinde rol oynayan atom bombasını nasıl geliştirdiğini anlatıyor.

Cordova ise 13 dalda Oscar adaylığı olan filmin, atom bombası denemesinin kuşaklardır ailesi üzerinde yarattığı asıl etkiye değinmediğini düşünüyor.

Filmde, bilim insanları rüzgarlı bir gecede gerçekleştirilen test sırasında karanlık camlı gözlükler takarak deneyi izliyor.

23 yaşındaki yeğeni gibi tiroid kanseri teşhisi konulan 39 yaşındaki Cordova, bu rüzgar yüzünden beklenmeyen etkilerin ortaya çıktığını anlatıyor:

“Trinity bombası ve daha sonra Nevada’da patlatılan bombalar sırasında radyasyona fazlasıyla maruz kaldığımıza inanıyoruz.”

ABD’de kanser ikinci en fazla rastlanan ölüm nedeni. Radyasyon ve kanser arasındaki bağlantı kesin olarak ispatlanamamış olsa da, Cordova, kuşaklardır ailesindeki yüzlerce kişinin hastalıklarına dair belgeleri olduğunu söylüyor.

ABD hükümeti testlerin yapıldığı alanlarda yaşayanlara yıllar sonra maddi yardım sağlanması için bir fon kurdu, ancak New Mexico bu fona dahil edilmedi.

Haziran ayında New Mexico’nun da dahil edilmesini öngören yasa tasarısının tarihi geçecek; ancak Senato’da bu hafta onaylanan yasa tasarısı, Temsilciler Meclisi’nde de onaylanırsa bu durum tersine dönecek.

 

Ülkede kişi başına düşen doktora sayısı bakımından ilk sırada

Cordova, filmde atom bombası yüzünden Japonya’da yaşayan insanların nasıl acı çektiğine değinilirken New Mexico’nun konu dışında bırakıldığını vurguluyor.

Bilim insanlarının denemeyi gerçekleştirirken yaşadığı Los Alamos kasabasındakiler ise filmin ekonomilerine sağladığı katkı yüzünden memnun.

Annesi ve babası bilim insanı olan Todd Nickols, “Babam nükleer fizikçi annem ise genetikçiydi; bizim için burası büyümek için çok güzel bir yerdi. Bilim ve teknolojiden ötürü gurur duyuyoruz” diyor.

Oppenheimer’ın bir heykelinin bulunduğu kasabada isminin yollara verildiği ve hediyeliklerinin satıldığı görülüyor.

Nickols, “Kesinlikle atom bombasının yol açtığı ölümleri görkemli bir şekilde anmıyoruz; çok çok korkunç bir durumdu. Ancak II. Dünya Savaşı da korkunçtu” diyor.

Los Alamos, ülkede kişi başına düşen doktora sayısı bakımından ilk sırada yer alıyor.

Bugün Los Alamos’taki bilim insanları nükleer savaş başlıklarının üretilmesinde halen önemli bir rol oynuyor.

Hoppenheimer isimdeki barda çalışan Gerald Burns ise, “Dedem laboratuvarda çalıştı; annem laboratuvarda çalıştı, sanırım üç kuşaktır laboratuvarda çalışmayan tek aile üyesi benim” diyor.

Film sayesinde kasabaya turistik bir akın yaşandığı aktarılıyor.

Albuquerque’deki savaş karşıtı kampanyacılar ise “Nükleere hayır de” pankartlarıyla bölgede atom bombası karşıtı bir duruş yaratmaya çalışıyor.

Cordova ise filmin başarısının New Mexico’daki ölümlere dikkat çekmesini umuyor.

New Mexico’da yaşayanlar olmadan araştırmanın da filmin de olamayacağını aktaran Cordova, “Utanmaları gerek, gerçekten iyi bir şey gerçekleştirmek için fırsatları vardı” diyor.  (BBC – 9.3.2024)

 

'Ellerimde kan olduğunu hissediyorum'

Savaştan sonra Oppenheimer'ın tutumu değişmiş görünüyordu. Nükleer silahları "saldırganlık, sürpriz ve terör" araçları, silah endüstrisini de "şeytanın işi" olarak tanımladı. Ekim 1945'teki bir toplantıda Başkan Truman'a "Ellerimde kan olduğunu hissediyorum" demesi meşhurdur. Truman ise şöyle demişti:

"Ona kanın benim ellerimde olduğunu söyledim - bırakın bu konuda ben endişeleneyim."

Bombanın geliştirilmesi sırasında Oppenheimer kendisinin ve meslektaşlarının etik tereddütlerini gidermek için onlara, bilim insanları olarak silahın nasıl kullanılacağına dair kararlardan sorumlu olmadıklarını, sadece işlerini yapmakla yükümlü olduklarını söylemişti. Eğer varsa, kan politikacıların eline bulaşacaktı. Ancak bomba kullanıldıktan sonra Oppenheimer'ın bu konudaki güveni sarsılmış görünüyor. Bird ve Sherwin'in aktardığına göre, savaş sonrası dönemde Atom Enerjisi Komisyonu'ndaki görevi sırasında, hidrojen bombası da dahil olmak üzere daha fazla silah geliştirilmesine karşı çıktı.

Bu çabalar Oppenheimer'ın 1954 yılında ABD hükümeti tarafından soruşturmaya tabi tutulması ve güvenlik izninin elinden alınmasıyla sonuçlandı. Akademik camia onu savunmaya geçti. Filozof Bertrand Russell 1955'te The New Republic için yazdığı yazıda "Soruşturma, güvenlik açısından oldukça vahim hatalar yaptığının inkar edilemez olduğunu ortaya koymuştur. Ancak sadakatsizlik ya da hainlik olarak değerlendirilebilecek herhangi bir kanıt yoktu...Bilim adamları trajik bir ikilem içinde kaldılar" diye yazmıştı.

1963'te ABD hükümeti siyasi rehabilitasyon jesti olarak kendisine Enrico Fermi Ödülü'nü verdi ancak ölümünden 55 yıl sonra, 2022'de ABD hükümeti yetkisini elinden alma kararını bozdu ve Oppenheimer'ın sadakatini teyit etti.

 

Einstein ile çalıştı

Oppenheimer hayatının geri kalanı boyunca bombanın teknik başarısından gurur duyduğunu ama etkilerinden dolayı suçluluk duyduğunu dile getirmeye devam etti. Yorumlarına bir istifa notu da eklendi. Hayatının son 20 yılını New Jersey'deki Princeton'da Institute for Advanced Study'nin direktörü olarak ve Einstein ve diğer fizikçilerle birlikte çalışarak geçirdi.

Disiplinler arası çalışmayı teşvik etmeye özen gösterdi ve konuşmalarında bilimin kendi sonuçlarını daha iyi anlamak için beşeri bilimlere ihtiyaç duyduğu inancını vurguladı.

Ergenlik çağından beri sigara tiryakisi olan Oppenheimer, hayatı boyunca tüberküloz nöbetleri geçirdi. 1967'de 62 yaşındayken gırtlak kanserinden öldü. Ölümünden iki yıl önce, nadir bir sadelik anında, bilim pratiğini şiir pratiğinden ayıran bir ayrım yaptı. Şiirin aksine, "Bilim aynı hatayı bir daha yapmamayı öğrenme işidir" diyordu. (BBC – 18.7.2023)

sayfa-16-resim-007.jpg

Bu yazı toplam 521 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar