Olup bitene tanıklık etmeye devam eden turunç ağacımız...
Turunç ağacımız 1956 yılında evimiz inşa edilirken bahçenin uç noktasına, sokağa yakın bir yere ekilmişti... Orada büyümeye başladı, yurdumuzun tüm güneşini içine çekerek, sulanarak, bakılarak büyüdü, doğanın kendisine bahşettiklerini başkalarına sunarak...
Annemin ekmiş olduğu bir turunç ağacıydı bu... Lefkoşa’nın meşhur Ermu Sokağı’na bitişik Yakovos Sokağı’ndaki evlerinden ayrılarak buraya yerleşecek olan ailemiz, evi tam vaktinde bitirmişlerdi – küçük bir evdi bu, arsanın en dibine yapılmıştı çünkü anneciğim ve babacığım ön tarafta büyük bir bahçe istiyorlardı...
Gerçekten de babacığımın içgüdüleri kurtarıcı olmuştu ailemiz için çünkü birkaç yıl içinde ailemiz Ermu’daki evimize bir daha asla ulaşamayacaktı – bir daha oraya gidemeyecektik...
Uzun bir çatışmanın başlangıcında oluyordu tüm bunlar, o çatışmalar ki onca kan, onca gözyaşı, onca hayatın kırılıp savrulması ve onca yıkım getirecekti... Sene 1956 idi... Ve turunç ağacımız bu topraklarda olup biten herşeyin tanığı olacaktı...
Çağlayan Mahallesi’nde büyüyordu turunç ağacımız, Büyük Kaymaklı’ya ve Aykasiyano’ya, Mağusa Kapısı’na yakın bir bölgedeki Necmi Avkıran Sokak’taki evimizin bahçesinde... Neşeli ve kaygısız günlerin uçup gitmesine tanık olacaktı, gerginliklerin ve üzüntülerin, tıpkı yurdumuzun üstüne çöken bir sis bulutu gibi herşeyi ve herkesi kaplamasını izleyecekti... Yemyeşil yaprakları ve turuncu renkli meyvalarıyla dimdik duruyordu turunç ağacı... Hiçbir hesap yapmadan, hiçbir karşılık beklemeden, doğanın bizlere sunduğu bir nimet olarak turunç meyvalarını veriyordu...
Annem bu turunçları toplayıp tek tek rendelerdi onları, soyardı, bunları tek tek sarıp yorgan iğnesine geçirmiş olduğu bir ipliğe dizerdi. Büyük bir tencereye koyar ve tam yedi gün boyunca suyunu değiştirirdi, maksat turunçların acılığını çıkarmaktı... Sonra birkaç kez bunları kaynatırdı, her defasında yine suyunu değiştirirdi... Suyunu dökerdi, acılığı gitsin ve şuruba girdiğinde şeker gibi olsun diye... Nihayetinde tüm suyunu süzüp üstüne turunç sayısına göre şeker eklerdi... Bir gece boyunca bu şekerle başbaşa bırakırdı kaynatmış olduğu turunçları... Son bir hisa ve bunları kaynatarak güzel bir şuruptaki macunları hazır olurdu... Şurubun kıvamlı olması gerekirdi ki uzun süre turunç macunları saklanabilsin... Turunç macunlarının şurubuna karanfil taneleri de atardı annem, bu yüzden evimiz mis gibi karanfil tüterdi... Annem bu macunları gelen misafirlere, akrabalarımıza, tanıdıklarımıza ikram ederdi... Küçük macun tabacıklarına ikişer turunç macunu koyardı, ya da çukur bir tabağa turunç macunlarını doldururdu, bir bardak suyun üstüne bir macun çatalı koyar, misafir macunlardan kendi küçük macun tabağına bir ya da iki macun alıp suya batırıp yerdi... Her zaman evde çeşit çeşit macun bulunurdu: Hurma macunu, karpuz macunu, sultani üzüm macunu, kiraz macunu... Ama turunç macunu demirbaş gibiydi çünkü bahçemizdeki turunç ağacı, her sene, hiç sektirmeden turunçlarını bize sunardı...
Rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ, rendelemiş olduğu turunçlardan çıkan rendelenmiş turuncu kabukları asla atmazdı... Bunları fırında biraz kuruturdu bazan, keyiklerde kullanmak üzere... Bazan da çay yaparken kurutulmuş zencefil, karanfil ve bahara, turunç macunu rendesinden da koyardı... İkindin vakti mutlaka bu kokulu Kıbrıs çaylarından yapar ve içine peksemet ya da piskot batırıp yerdi, çayına bazan kutu südü da eklerdi şeker yerine... Rahmetlik Kazım dayımla eşi İsmet yenge, Tünsel abla ya da Şerif hanımlar geldiğinde ve ablam İlkay Adalı her ikindin geldiğinde mutlaka önce kahve, sonra da ilerleyen saatlerde çay içilir, peksemetin yanına bazan hellim da doğranırdı...
1958 ÇATIŞMALARI...
Turunç ağacımız 1958 çatışmalarına tanık olacaktı – benim doğduğum yıl, Kıbrıs artık iyice karışmış, EOKA ile TMT arasında çatışmalar başlatılmıştı... Ülkeyi paylaşamıyordu bazı Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar, ve anavatanlarının “rehberliği”nde, birbirlerine karşı provokasyonlar tezgahlıyorlar, “öteki” toplumdan insanları öldürüp onlara zarar veriyorlardı...
Bazıları bomba yapmaya çalışırken ölüyordu, bazıları “hain” yaftası vurulup öldürülüyordu, bazıları ülkeyi terkedip canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı çünkü kendi taraflarının “vur emri listesi”ndeydiler – İngiltere’ye giderek burada iş arıyorlar, o soğuk, yağmurlu ve karanlık ülkede sefil bir hayat sürmeye çalışıyorlardı – Kıbrıs’ın o güzel güneşini, kendi yurtlarının harika sahillerini geride bırakıp gitmek zorunda kalıyorlardı... Minik sosyal konutlarda tıkış tıkış yaşamak zorunda bırakılıyorlardı, henüz güneş doğmadan, karanlığın içinde işe gidiyorlar, ancak güneş battıktan sonra, gene karanlığın içinde evlerine dönüyorlardı – koşullar onları eziyordu ama yine de ayakta kalmak zorundaydılar çünkü yetiştirmekte oldukları evlatları için hayatta kalmak zorundaydılar.
Fabrikalarda terzi olarak çalışıyorlardı, öte beri taşımak üzere uzun mesafe sürücüsü olarak kamyon şöförlüğü, TIR şöförlüğü yapıyorlardı, yurtlarında uzakta, kendi yiyeceklerini özleyerek yaşıyorlardı – köy tavuklarının tadını, pişirildiğinde kokusu yedi mahalleyi tutan kuzu çevirme/suflakiyi özliyorlardı... “Fish and chips” (“balık ve kavrulmuş patates”) yiyerek Kıbrıs’ın macunlarını düşünüyorlardı – karpuz macunu, turunç macunu, ceviz macunu, sultani üzüm macunu, kiraz macunu... Kırık kalpler ve düşkırıklığı içinde evlatlarını yetiştiriyorlardı yabancı ellerde, o soğuk ülkede – kimileri Kıbrıs’a asla kesin dönüş yapamıyordu, kimileri birkaç yılda bir, bütçeleri elverdiğinde tatile geliyorlardı, kendi ülkelerinde turist gibi tatile, geride bırakmış oldukları ailelerini görmeye... Tüm aileyi tek tek geziyor, onlara hediye getirmeyi de unutmuyorlardı çünkü kalplerinde her zaman taşıdıkları şey yurtlarıydı, insanlarıydı, ağaçların kokusu, gökyüzünün rengi, mavi denizlerin köpüğü, sahillerdeki sıcak kumların yumuşaklığıydı... Kıyılardaki kayalıklar ve denizin tuzlu kokusuydu kalplerinde taşıdıkları... Gittikleri o soğuk ve karanlık ülkelerde tüm bunlar onlarla birlikte dolaşıyordu, tek bir damlasını bile kaybetmiyorlardı ve her zaman bunları çok nadir bir düş gibi kapalı, kilitli, güvende tutmaya çalışıyorlardı...
SOKAĞIMIZ 1963’TE BÖLÜNÜYOR...
Turunç ağacımız 1958’de annemin hamileliğine de tanık olmuştu, benim doğumuma ve aileye getirdiğim sevince... Ekim 1958’de dünyaya gelişimden itibaren çekilen küçük, siyah beyaz fotoğraflarım var... Kızkardeşim, uzun saçlarını “horsetail” (“at kuyruğu”) yapmış, beni tutuyor... Annem beni tutup güneşe doğru kaldırıyor, güneş gözlerimi kamaştırıyor, başımda süslü bir kakuletta... Abim bana kitap okuyor, abimin pul defterlerini karıştırıyorum... Havuzun başında büyük bir taşbebekle ben, doğumgünü partimde, başımda kocaman bir kurdella, Clarks ayakkabılarım pırıl pırıl, yepizyeni, parlıyor, üstümde annemin sevgiyle benim için diktiği beyaz bir entari... Eteklerini de süslemiş, kolları da kabarık bu entarinin... Singer dikiş makinasını açıp bir gecede bir güzel entari dikerdi anneciğim bana, sonra da bunu süslerdi, boncuklarla işlerdi, ya da bir çiçek, bir papatya işlerdi renkli molinalarla... Her ayrıntısına dikkat ederdi, hazır entarilerden çok daha güzel olurdu annemin diktikleri...
Turunç ağacımız 1963’teki çatışmaları da görüyorlar, o günlerde beş yaşındaydım, gecenin bir yarısı evden kaçışımızı, annemin Lefkoşa suriçindeki bir akrabasının evine sığınmaya gidişimizi hatırlıyorum... Annem raşına bağlanmış ekmeklerden almak için kuyruklara giriyordu, koşuşturuyordu, babam turist rehberi olarak Atina’ya gitmiş, orada kısılmıştı – annem, oyuncaklarımdan uzakta kaldığım, olup biteni anlayamadığım için beni meşgul etmeye çalışıyor, bir kartonun üstüne “Yılan Oyunu” çiziyordu benim için... “Yılan Oyunu”nu abimle oynuyorduk, bir patates parçasından zar da yapmıştı anneciğim... Ben beş yaşındaydım, abim o günlerde 16 yaşındaydı... 63 çatışmaları nedeniyle “nöbete” girmek zorunda kalacaktı sokağımızın sonuna kurulmuş mevzide... Bir gece içinde sokağımız bölünmüştü ve sonuna bir de “askeri mevzi” yapılmıştı... Her ne kadar da Lefkoşa 1950’li yılların sonlarında bölünmeye başlamış olsa da, 1963’te Lefkoşa’nın bölünmesi tamamlanmış olacaktı... 1963, Lefkoşa’da bölünmeyi “mühürleyecek” ve o günden sonra bizim sokağımız bir “çıkmaz sokağa” dönüşecekti... Sokağın sonu askeri bölge olacaktı...
Babam Niyazi Uludağ nihayetinde Atina’dan Kıbrıs’a dönmeyi başaracaktı, artık onunla birlikte evimize, bir gecede bölünmüş sokağımıza, turunç ağacımıza, kedilerimize, gündelik yaşamımıza dönebilecektik...
Kutlu Adalı'nın çektiği fotoğraf...
BABAMIN ÇEKTİĞİ ACILAR...
Turunç ağacı, babamın çektiği acılara da tanık olacaktı: Babam “yeraltı teşkilatı”na girmeyi reddettiğinden dolayı, sert biçimde cezalandırılacaktı.
1960’lı yıllardan, ben henüz 3 yaşındayken yani 1961 yılında çekilmiş bir fotoğraf var elimde... Fotoğrafı, öldürülen gazeteci-yazar Kutlu Adalı çekmişti – ablam İlkay Adalı’nın eşi yani... Babam yatakta yatıyor, ikinci kalp krizini atlatmış, annem beni babamın yanına yatağa oturtuyor bu fotoğrafta... Babam 1963 sonrasında çok hastalanacaktı, kanına üre karışıyordu, kalbi de iyi değildi, iki kalp krizi atlatmıştı... Annemin kaleme aldığı hatıralarda da yazdı bunu, bana da defalarca anlattı – Lefkoşa’daki Kıbrıslıtürk gettosundaki hekimi, babamı yanlış tedavi ediyormuş, bu yüzden durumu giderek kötüleşmekteydi... Abim Alper Uludağ’ın çok sonraları bana anlattığına göre, Kıbrıslıtürk yetkililer, babama bu gettodan çıkıp da Dikelya’daki İngiliz Üsler Hastanesi’nde bir hekime görünmek için izin vermemişlerdi... Bir Kıbrıslırum hekime bakınmak için yaptığı ısrarlı başvuruların tümü de reddedilmişti. Gettoda kısılmıştı: Hastaydı ve ölüyordu... Nihayetinde Bayrak Radyosu’nda müdürü olan Bay Hakkı Süha duruma müdahale etmiş ve babamın bir Kıbrıslırum hekime bakınması için izin koparabilmişti... Ona Kıbrıslıtürk yönetiminin babama yönelik sert tavrına karşın göstermiş olduğu insaniyet için müteşekkirim...
Annemin kaleme aldığı hatıralarda, babamı gören Kıbrıslırum hekim Dr. Bibi, “Neden bu kadar geç kaldın ki?” diye sormuştu. Derhal ne yemesi gerektiğini söylemişti (Kıbrıslıtürk gettosundaki hekimin söylediklerinin tam tersiydi bunlar). Her gün kan testi istemişti... Annem de her gün kan testi yaptırarak telefonla sonuçları Dr. Bibi’ye bildirmekteydi...
Ancak aradan bir ay bile geçmemişti ki 3 Nisan 1966’da üçüncü bir kalp krizi geçiren babamı kaybedecektik. Öldüğü zaman henüz 52 yaşındaydı... Ben de 7 yaşında öksüz kalmıştım... Yedi yaşımda annemle birlikteydik: Annemin babamı yere sokanlara ettiği bedduaları dinleyerek büyüdüm ben... Babamı işten atan, onu taciz eden, onu hapse tıkan, hastalandığında İngiliz ya da bir Kıbrıslırum hekime bakınmasına izin vermeyen, onu gettoda tutan insanlara, onun elimizden kayıp gitmesine yol açanlara beddua ettiğini gördüm annemin... Annem bütün beddualarının tuttuğunu göremedi, ben gördüm... Tam olarak nasıl beddua etmişse, bunların tam olarak öyle olduğuna tanık oldum ve ailemin yaşamış olduğu korkunç acıları, ızdırapları hatırladım teker teker...
Turunç ağacımız da gördü bunları... Turunç ağacımız 1974’teki savaşı da gördü, 2005’te annemin ölümünü de gördü... Ve her ne olursa olsun, bize meyvalarını vermeye devam etti, dimdik durmaya, güneşi içine çekmeye, canyoldaşımın ona verdiği suyla ferahlamaya devam etti...
Bu sene turunçları topluyorum... Üstünden asla koparmıyorum, olgunlaşıp altına düşenleri topluyorum... Bunları yıkayıp güzel bir sepete yerleştiriyorum... Soğanlı, domadezli mercimek çorbası salıyorum tavuksuyuna... Turunçları çorbanın üstüne sıkıyorum... Bu, yurdumuzun tadı, turunç suyunun aroması da başdöndürüyor... 69 yaşındaki bu ağacın hala bu bahçede olmasına müteşekkirim... Meyvalarını, bu topraklarda varolmak için doğanın bize bir armağanı gibi sunmasından ötürü turunç ağacımızı seviyorum... Bizi iyileştiriyor bu şekilde, geleceğin daha güzel olabileceğine dair umut veriyor... Kekremsi tadıyla canımıza can katıyor...