1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. Küçük şeyler… Ya da krizi fırsata çevirmek!
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

Küçük şeyler… Ya da krizi fırsata çevirmek!

A+A-

Çok bilmiş reklamcıların her ekonomik kriz döneminde altını çizdiği “krizi fırsata dönüştürme” söyleminde haklılık payı var aslında. Kriz dönemlerinde toplumun algısı ve refleksleri değişiyor. En ağır kriz şartlarında bile “dik durduğunu”, “sesini alçaltmadığını”, “orada olduğunu”, “güçlü olduğunu” duyurabilen ve topluma “buradayım, yıkılmadım, ayaktayım” mesajını güçlü biçimde aktarabilen “markalar” krizlerden güçlü çıkar. Genellikle “balık hafızalı” olmasından yakındığımız toplum, “işine yaramayan/işine gelmeyen/ an itibarıyla işlevsel olmayan” şeyleri hafızasının gerilerine itse de gerçekte hiçbir şeyi hiçbir zaman unutmaz ve “dönemler” atlatıldıktan, yaşam olağan akışına döndükten sonra da “öğrendiklerini” bir biçimde reflekse, yaşam biçimine dönüştürür.

Evet muhtemelen tarihimizin en ağır ekonomik krizlerinden birinin sarsıntılarını yaşıyoruz. Anlaşılan o ki sarsıntılı dönemin henüz başlarındayız ve toplumu 2001’lerin, 1994’lerin, hatta 70’lerin ekonomik sarsıntılarına rahmet okutacak günler bekliyor.

Benim ekonomik analizlere aklım ermez ama bu krizi öncekilerden farklı kıldığını “sezebilmeme” neden olan bilgiye sahibim:

70’lere, hatta 90’ların sonuna kadar “ayağını yorganına göre uzat” ata deyişi bilinçaltımızdan dürter dururdu bizi. Korkardık borçlanmaktan. Belirli tüketim alışkanlıklarımız vardı ve sabah akşam tüketim pompalayan şeytanlar kulağımıza ne fısıldarsa fısıldasın bir gelirimize, bir de fiyat etiketlerine bakar, elimize elimize vururduk satın almamak için. “İhtiyaçlar” öncelikliydi. Derken bir yerde zincir boşalıverdi. “Tüketim şeytanının” birbirinden cazip önerilerine direnemez olduk. Rengarenk kredi kartlarımızın giderek boşalan cüzdanlarımızda daha fazla yer tutmasını yadırgamamaya başladık.

Önce en somut olan varlığımızı, alın terimizi soyutlaştırdılar…

Maaşlarımız eskisi gibi “elimize” verilmediği, “maaş hesaplarına” yatan parayı artık görmez olduğumuz, “soyutlaşan” alın terimizin “maaş hesaplarından” kredi kartı borçlarına el çabukluğuyla aktarılışına bir türlü “ayamadığımız” için kendimizi hızla büyüyen bir borç sarmalının içerisinde buluverdik…

Alın terimiz soyutlaşıp “otomatik ödemeler”, “ek kartlar”, “ek limitler” devreye girdikçe bireysel soyutlanmamız da arttı. Ürettiğinden fazlasını tüketme eğiliminde olan toplumlarda bireyler kendi tercihlerinin sonuçlarına katlanmaya başlar çünkü… Böyle böyle yalnızlaştık…

Daha düne kadar bize oluk oluk para, kredi akıtanlar şimdi ellerini göğüslerine kovuşturup “para bitti!” diyorlar… Şimdi bedel ödeme zamanı!

Bedel? Nasıl yani?

Bedel canım!... Hani yıllardır normalde asla sahip olamayacağımız bir hayat tarzını sürdürüyorduk ya?

Cep telefonu ihtiyaçtı misal… Ama her sene bir üst modele, daha, daha pahalı olanına geçmeye başladık ya? Sonra eskiden her 100 metrede bir dikilen “umumi telefonlar” hatta ev telefonları sessizce hayatımızdan çekilip gitti ya?...

Hani toplu taşımayla yolculuk etmeyi “banal” bulmaya başlayıp, “otomobil kredisiyle” altımıza “satın alabileceğimizin en iyisinden” bir otomobil çekivermiştik ve otobüslerde, minibüslerde “tıkış tıkış” işe gidip gelenlere “umursamaz gözlerle” bakmaya başlamıştık ya?

Hani tendi okuduğumuz devlet okullarını “vasat” bulmaya başlamış ve çocuğumuzu “en muteber” özel okullardan birine yollamayı tercih etmiş, devlet okullarını “fakirlere” terk etmiştik ya?

Hani şık marketlerdeki kivilerin, mangoların, avokadoların, altın çileklerin, golden elmaların, çikita muzların, şili kavunlarının albenisine kapılmış ve yıllarca okullarda yaptığımız “yerli malı haftalarına” inat elimizin tersiyle ittiğimiz cânım Amasya elmalarının, Anamur muzlarının, Kırkağaç kavunlarının, Aydın incirlerinin tezgahlardan sessizce kaybolmasını umursamamıştık ya?

İşte şimdi onlar bitti…

Neden mi bitti? “Yüksek standartlara” bizden daha fazla düşkün olup bu konuda eşeğin gözüne su kaçıranlar, bütün borçlarını devlete yıkıp üçer beşer sıvıştılar. Bizim bu “yüksek standart” uyuşturucusuyla kendimizden geçmemizden bugüne kadar yararlanan devlet, artık bunu fonlayacak imkanlarını da kaybetti. Şimdi masada yenilen içilen ne varsa hepsinin faturasını bizim ödememizi istiyorlar.

“Neden hepsini biz ödeyelim ki?” diye sormaya başladıysak iyi noktadayız… Ne yazık ki terk ettiğimiz örgütlerimiz, sendikalarımız, sivil dayanışma ağlarımız artık yok… Olanlar da birer tabela organizasyonuna dönüştürüp tepelerine de kelli göbekli, aynı bizim gibi kredi kartlarıyla yaşayan birilerini diktiler yokluğumuzda… Şimdi ya dönüp oralarda mücadeleye başlayacak, adım adım kaybettiğimiz tüm mevzileri geri alacak ya da homurdana homurdana önümüze konan bu faturayı ödeyeceğiz…

Bakma sen ağaların yasak savarcasına “krizin faturasını biz ödemeyeceğiz” sloganlarıyla bezeli bildirilerine. Ne yapacaksın? Çocuğun okuluna “pardon, faturayı biz ödemeyecekmişiz” mi diyeceksin? “Tabii, çocuğunuzun kaydını siliyoruz!”… Ne yapacaksın? Elektrik faturanı mı ödemeyeceksin? “Tabii, elektriğinizi kesiyoruz!”…

Ödeyeceğiz! Krizi biz yaratmadık evet ama şuursuzca tüketerek, sistemin hepimizi kolundan, bacağından, hayalarından tutup sıkıştırmasına gayet de gönüllü biçimde izin vererek, itiraz edenlerin yok edilmesine göz yumarak krizin bileşeni, parçası olduk.

“Pardon? Fırsat bunun neresinde? Hani krizi fırsata dönüştürmekten söz ediyordun ya?” diyorsak… Eh daha da iyi noktadayız…

Baştan başlayalım!...

Sarsıntı büyüyecek evet ve öncelikle ayakta ve hayatta kalmamız lazım… Ardından durumu nasıl değiştirebileceğimizi sakin kafayla konuşabiliriz…

Hadi baştan başlayalım!...

Üretimden kopartılalı, üretmeyi bırakalı çok oldu ya, en iyi bildiğimiz yerden, tüketimden başlayabiliriz misal…

Şapkayı önümüze koyup, aile meclisimizi toplayıp bütçemizi gözden geçirip, “ayağımızı yorganımıza göre uzatma” kültürümüze yeniden dönebiliriz misal… Kredi kartlarımızı kırıp, alınterimizin bedelini “somut olarak” elimize alıp, yaşam standartlarımızı elimizdekine göre yeniden planlayabiliriz misal…

Banka kartını kullanmadığımızda, cüzdanımızdaki alın teri karşılığının yaz gününde domatese, patatese, patlıcana, bibere, ete, süte yapılan ödemelerle nasıl bir hızla boşaldığının “farkına vararak” başlayabiliriz misal… “Farkına varmak”, itiraz edebilmenin, itiraz edebilmek ise değiştirebilmenin ön koşulu malum…

Şık marketler, alışveriş merkezleri yerine semt pazarlarına, yok edilirken kılımızın kıpırdamadığı kalan kooperatiflere yönelmeyi; tüketici örgütlenmelerini, tüketici kooperatiflerini hatırlayarak başlayabiliriz misal…

Fırsatçılara, stokçulara, yüksek kâr marjıyla ürün satanlara karşı birlikte direnebiliriz misal…

Dayanışma diye bir şey vardı… Paylaşmak, birlikte olmak diye bir şey vardı misal…

Bunları hatırlayabilir, yeniden örgütlenebilir, itiraz edebilir, kim bilir, belki de değiştirebiliriz misal?...

Oturduğumuz yerden büyük büyük kapitalizm analizlerini, büyük büyük kurtuluş reçetelerini sıralamak yerine; evimizdekilerle, komşularımızla, arkadaşlarımızla, sokağımızdakilerle konuşarak, kucaklaşarak, itirazı birlikte büyütecek biçimde örgütlenerek yeniden başlayabiliriz her şeye misal…

Tecrübeyle sabit… Büyük krizleri büyük laflarla değil, küçük harflerle konuşmayı, küçük adımlarla yürümeyi yeniden öğrenerek aşabiliriz…

 

 

Bu yazı toplam 5883 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar