Eralp Adanır

Eralp Adanır

Naz…

A+A-

.....

Düşündüm de; şu küçücük adada bile ne acılar çektik, çekmekteyiz.
“bile” dediğime bakmayın, acının küçüğü büyüğü olmaz biliyorum.,.
Hani “adacık” dedik ya, belki acıları da “cık” olur diye bir “iyi niyet” düşüncesindendi “bile” kullanışım.
Savaşın içinde doğmuşum ben…
Kurşunlar atılıyormuş 1964 Aralığında, babam arkadaşlarıyla Limasol’un hastahane avlusundaydı (eski Halkevi) – ki o avluydu ‘74 Temmuzunda günün sıcaklığından ertesi gün sabaha kadar bizi istemeden konuk eden, binlerce insanın belirsizliğine şahit olan…
İşte bir sabah vaktiydi dünyaya “ınga” dediğimde ve babamın; o yıllardaki Türkiye’nin Birleşmiş Milletlerdeki sözcüsü Orhan Eralp’in Kıbrıs konusundaki güzel konuşmasından etkilenerek adımı Eralp koyuşu…
Ama savaşa doğmuştum bir kere…
‘74 de vardı görmem gereken, hatta dokuz yaşlarında, esir düşen bir halkın içinde çocukluğumu yaşamak, mermi kovanlarından oyuncaklar yapmak ve esir kampındaki babama, akrabalarıma göndermek için yiyecek kutuları hazırlamak…
Ve “iaşe kartı”nın ne olduğunu öğrenmek, elimizdeki naylon torbalarla “kelle başı” kuru yiyecek almak için sıraya girmek…
Ve dokuz yaşındaydım çocukluğumun evini, sokağını, okulunu terk ettiğimde…
“göç”ün ne olduğunu o küçücük yüreğim pek anlayamazdı o günlerde, ta ki büyüyüp de “barış” denen şu “sihrin” ne olduğunu ve insanlık için ne önem taşıdığını yürekten savunana kadar…
Ve sen geldin dünyaya pek Naz’lanarak, hem de Temmuz sıcaklığında ama savaşsız bir günde…
Ve seni kucağıma alıp yüzüne baktığımda ilk anda, sıcaklığını hissettiğimde ilk aklıma düşen nedense “evlat acısının acısı” oldu…
“nedense” demek komik kaçtı aslında benim ve annenin durumunda birisi için çünkü, ben ve annen de ağabeylerimizi genç yaşta yitirdik, anam-anası “evlat acısını” çekti…
Ve evladın nasıl bir şey olduğunu yüreğime sapladın o “ınga”yla ve boncuk bakışlarınla.
Yepyeni bir dünyanın daha olduğunu, bunu yaşarken de bulabileceğimizi gösterdin bize.
Ve hayat senin üzerinde dönmeye başladı; biberonlu, gazlı, ağlamaklı, ınga’lı ve huzuru yakaladığında ellerini açıp uyumanın güzelliği…
Ve diledim ki asla savaş görmeyesin, kurşun kovanları oyuncakların olmasın, “iaşe kartı”nı bilmeyesin, ne de esir kamplarının yolunu…
Ve diledim ki; evini, sokağını, okulunu, şehrini, mahalle arkadaşlarını, yemişler aldığın bakkalını terk etmek zorunda kalmayasın “bir gün belki tekrar görürüm”ün tutsaklığında…
Ve diledim ki insanları her kim, her ne durumda olursa olsun sevesin naz yapmadan…
1 Eylül’ün ne anlama geldiğini yaşayarak değil, sadece okuyarak öğrenesin ve en az benim kadar bu toprağın bağımlısı olasın…
Senin için havai fişekler atmadım havaya belki ama seni inan ki çok bekledik.
Sen zaten bir havai fişek’in aydınlığından daha aydınlıktın ama sürüp gidensin diledim, kuru bir parlaklık olmadan ve hep öyle aydınlık kalasın…
Seni bugün bu köşeyi okuyanlar varsa onlara anlattım, hani onlar da okuyucu dostlar ya, insan dostlarıyla paylaşmak ister önce sevinçlerini… hüzünleri ise kendi başına… (1-9-2007)

Bu yazı toplam 2533 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar