1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Küçük Kaymaklı’dan kayıp bir bisikletin anahtarı…
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Küçük Kaymaklı’dan kayıp bir bisikletin anahtarı…

A+A-

 

ng.jpg

Canyoldaşım Zeki Erkut, ailesi kendisine yepizyeni bir bisiklet aldığı zaman 12 yaşlarındaydı… Bayraktar Ortaokulu’na yeni başlamıştı ve yeni bir bisiklete sahipti…

Bu onun ilk ve son bisikleti olacaktı…

Okuldan sonra ödevlerini yapıyor ve ondan sonra da ya futbol oynuyor ya da evlerinin bitişiğindeki boş arazide yeni bisikletini sürüyordu… Eğer bisikletin zinciri çıkmışsa veya lastiği patlamışsa, bunu da kendisi tamir ediyordu…

O Pazar günü yine o boş arsada bisikletini sürerken lastiği patlayınca, eve dönmüştü… Son romanı KRAL’a ilişkin STAR KIBRIS gazetesinden ve ADA TV’den Ayşe Tural’a şöyle anlatıyordu canyoldaşım devamla:

“…Kral romanımın kapağını Nilgün Güney çizdi, son derece profesyonelce bir çizim oldu. Orada bir hasret kavanozu var, romanı okuyanlar anlayacaktır. İşte o kavanozun ilham kaynağı bir bisiklet anahtarıdır. Küçük Kaymaklı'dan surlar içindeki (bugünkü Turizm Bakanlığı binası) Bayraktar Orta Okulu'na başladığımda bana bir bisiklet alınmıştı. Yeni bir bisiklet, ilk bisikletim (ve son bisikletim)…  Okul sonrası ödevlerimi yaptıktan sonra ya futbol oynardım ya da yeni merak, evimizin yanındaki boş tarlada bisiklet sürerdim. Zincirin çıkması, lastiğin patlaması hallerinde ise bunu bizzat ben yapardım. Pazar günü bisikletimle ovada deneyim kazanırken lastik patladı, eve döndüm. Babam o gece 'bir şeyler olacak galiba, çocuklar dışarı çıkmasın, yarın okula da gitmesinler' gibi bir şey söyledi. Madem Pazartesi okul yok, lastiği o zaman yapıştırırım diye düşündüm. Ama öyle olmadı, 23 Aralık 1963 Pazartesi, erken saatlerde, teşkilattan biri sokakta, 'kaçın, herkes surlar içine kaçsın,' deyince annem telaşla en büyüğümüz 14 en küçüğümüz 6 yaşında, 6 kardeşi hızla toparlayıp sokağa fırladı. Benim aklım yeni bisikletimdeydi, lastiği patlaktı ve o haliyle sürükleyemezdim. Kilitleyip arka bahçedeki malzeme odasına koydum. Kilitli bisiklet çalınmaz diye düşünmüştüm herhalde. Kilidi cebime koyup can havliyle kaçan kardeşlerime ve komşulara yetiştim. Evimize 1975 sonrası dönebildik, bisikletim yoktu, çalınmıştı. Ama anahtarı bendeydi. O anahtar benimle, cüzdanımda, Mısır'dan Malezya'ya, Estonya'dan Azerbaycan'a, Türkiye'den İngiltere'ye kadar onlarca ülke ve şehir gezdi. Hep yanımda taşıdım, doyamadığım o bisiklete duyduğum sevgi ve özlem nedeniyle. Birkaç yıl önce ikinci kez Polonya'ya tatile gideceğimizde cüzdanımı çok ağırlaşmış buldum. Kredi kartları, kimlikler, mağaza kartları, ehliyet ve para! Hafifletmeye karar verirken bisikletimin anahtarını da ilk kez yanımdan ayırarak bir çiviye astım. Şansızlık, Sopot kentinde cüzdanımı çaldırdım veya düşürdüm. Bulamadım. Kaybettiğim kimlik kartları, kredi kartları için hemen girişim yapmıştım, param da gitmişti, ehliyetim de. Üzüldüm elbette, hem de çok ama tek tesellim kayıp bisikletimin anahtarı olmuştu. O Kıbrıs'ta evimde emniyetteydi. O, unutamadığım çocukluk yıllarımın en güzel hediyesiydi, bana aitti ve canlıydı. Yeni olmasına rağmen her gün küçük bir kumaş parçasına yağ döküp parıl parıl olmasını sağlıyordum. Sürerken kendimi çok mutlu hissediyordum. Şimdi o anahtara her gün yerinde mi diye bakmaktan kendimi alamıyorum. Göç ederken terk ettiğim bisikletim benim ilk ve son bisikletim oldu. O günden sonra bisikletim olmadı ve hiç bisiklete binmedim…”

Canyoldaşımın geçen yıl çıkan son romanı “KRAL”, Leymosunlu bir Kıbrıslıtürk’ün Leymosun’da nasıl da “kral” olduğunu, plaj güzeli yarışmasında en yakışılı “kral” olarak seçilmesini, ünlü bir şarkıcı olduğunu ancak bu gencin 1974’te Leymosun’dan girne’ye göç etmek durumunda kalmasını anlatıyor… Herkes ona “Kral” diye hitap ediyordu ve Girne’de de yine “kral” olmaya çalışacaktı ancak umutsuz biçimde… Çünkü hiçbir zaman Leymosun’u unutamayacaktı, Girne’de yaşamak istemiyordu ve ayrıca Girne’de yeni oluşan şekliyle hayata adapte olamıyordu, bunun anlamı Kıbrıslırumlar’a ait eşyalarla evlerin ganimet edilmesi, geride bırakılanların “unutturulmasına” alışılarak, yeni “düzen”i “kucaklamak”tı… Hayır, o bu yeni düzenlemeye adağte olamayacak, bunu reddederek sefil bir şekilde hayatını sürdürmeye çalışacaktı… İki kadına yönelik aşkının kalbini parçaladığı bu “Kral”, Leymosun’da olduğu gibi müzik grubunu bir araya getirerek Leymosun’daki gibi şarkı söylemeye çalışacak ancak sonuçta sistem onu ezecek ve sonunu hızlandıracaktı…

“Kral” adlı ikinci romanıyla ilgili olarak çeşitli televizyon kanallarında röportajlara çıkarken canyoldaşım Zeki Erkut, 1974’ün Kıbrıslıtürkler’in hayatlarında bir kırılma noktası olduğuna işaret ediyordu…

Kendisi gibi 1963 göçmeni olan pek çok Kıbrıslıtürk var ancak 1974 tamamen farklı bir deneyimdi çünkü “nüfus değiş tokuşu”nu dayatacak ve biri kuzeyde, biri güneyde olmak üzere iki ayrı bölge, etnik olarak bölünmüşlüğü belirleyecekti… Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan Kıbrıslıtürkler, güneyi terk edip kuzeye geçmeleri için teşvik edilecekler, zaten çoğu da büyük bir istekle bunu yapacaktı… Bu teşvik yapılırken, adanın kuzeyinde “yeni bir hayat” kurulacağı ve artık “Kıbrıslırumlar’ın saldırılarından korkmayacakları yeni bir hayat” kurulacağı belirtilmekteydi… Kıbrıslırumlar ise Kıbrıs’ın kuzeyinden ayrılmaları için zorlanıyorlar ve kendi adalarında göçmen konumuna düşüyorlardı…

Evet, gerçekten de 1974 adamızdaki tüm toplumlar için bir kırılma noktasıydı… Daha önce yani 1963’te birkaç aylığına göçmenliği yaşamış ve bunun ne demek olduğunu çok iyi bilen anneciğim, 1974’te savaş esnasında evimizden ayrılmayı reddetmişti… Evde kalmıştık ve olduğumuz yerden çevremizdeki savaşı izlemiştik… 1963’te bir akrabamızın surlariçindeki evine sığınmıştık, 20-30 aile bir arada bir odada kalmıştık ve bu o kadar korkunç bir deneyimdi ki, 1974’te artık annem “Hiçbir şekilde bu defa evimden ayrılmayacağım… Burada kalacağız” diyordu…

Evde kalmıştık, kaçmamıştık… Daha güvenli olduğunu düşündüğümüz bir odaya sığınmıştık, üstü betondu ve eğer bomba falan düşerse, herhalde ölmeyeceğiz diye düşünüyorduk o odaya sığınarak…

Evimizin dış duvarlarında 1963’ten kurşun delikleri vardı, kurşunlar üst katın duvarlarına gömülmüştü – delikler hiçbir zaman kapanmamıştı, o günleri hatırlatıyordu bize… 1974’te ise bahçemize düşen mermileri topluyorduk… Uzunca bir süre bu mermileri ve bazı arkadaşların bize getirdiği kovanları saklamıştım, o günlerden bir hatıra olarak…

Sanırım 1974’teki savaşın travmasını yeniden yaşayarak ruhumun sakatlanmasını engelleyen tek şey, Ağustos 1974’teki ikinci harekattan hemen sonra adadan ayrılarak Amerika’ya gitmem olmuştu… AFS bursu kazanmıştım ve bir yıllığına burslu olarak Amerika’ya gidiyordum…

Savaştan sonra adadan ayrılan ilk feribota binmiştim başka öğrencilerle birlikte – herkes çeşitli yerlere okumaya gidiyordu… Feribotla önce Adana veya Mersin’e gitmiştik – oradan da otobüsle İstanbul’a geçmiştik… İstanbul’dan da ABD’ye uçacaktım…

1963’teki iki toplumlu çatışmalar nedeniyle travmalar yaşamıştım – evimizi terk etmek zorunda bırakılmıştık, göçmen olmuştuk – ben geceleri asla uyuyamıyordum çünkü silah sesleri buna engel oluyordu… Babam, “Teşkilat” tarafından cezalandırılarak işinden atıldığı, hapsedildiği, sürüm sürüm süründürüldüğü için çok kötü durumdaydı ve uzun süre işsiz kalmıştı… En nihayet bir iş bulmuştu turist rehberi olarak ve Atina’ya bir grup turist götürmüştü – 1963 çatışmaları çıktığında babacığım Niyazi Uludağ, Atina’da kısılmıştı… Ondan haber alamıyorduk… Adaya dönüşü de, gelip bizi bir akrabamızın evinde bulması da tam bir macera olacaktı… Beş yaşında bir çocuktum bu travmaları yaşarken…  Tüm hayatım boyunca o çatışmaların travmasını üstümde taşıdım durdum…

Ancak eğer 1974’te Kıbrıs’ta kalmış olsaydım, bir kez daha travmatize olacaktım… Kıbrıs’tan ayrılmadan hemen önce, Kıbrıslırum savaş esirlerini görmüştüm, gözleri birer çapıtla bağlıydı, otobüslerde oturuyorlardı, Sarayönü Meydanı’ndaki otobüslerin içindeydiler… Onları görünce, o çaresizlikleri karşısında ağlamıştım… Annemin işyeri olan kütüphane Sarayönü Meydanı’ndaydı, kütüphanenin balkonundan meydana park edilmiş, içleri esir dolu otobüsleri görebiliyordum… Belki de Türkiye’ye götürülecektiler, bilmiyorum…

Ancak 1974’teki savaştan bir tek bu görüntüler ve avlumuza düşen mermiler, tek kötü deneyimlerim olacaktı – savaştan sonra bir koca yıl için Kıbrıs’tan ayrılarak Amerika’ya AFS bursuyla öğrenci olarak gitmem, ruhumun daha fazla yaralanmasını önlemiş olacaktı…

Eğer Kıbrıs’ta kalmış olsaydım, daha ben oradayken başlamış olan ganimet furyasına tanık olacaktım, insanların o açgözlü halleriyle ellerine geçirdikleri her şeye el koymalarına tanık olacaktım kalsaydım… Savaşta sevdiklerini yitirenlerin acısına tanık olacaktım, Kıbrıs’ın güneyinden göçmen olarak kuzeye gelenlerin yaşadıkları göçmenlik travmalarına tanık olacaktım…

Leymosun’dan kuzeye göçmen olarak gelen amcam Girne’nin Karakum bölgesine yerleştirilmişti ve ondan sonra da hiçbir zaman asla mutlu olamadı… Sürekli depresyondaydı ve sigaraları birbirine ulayarak içine çekiyordu dumanı, gözleri uzaklarda bir yere takılmış gibiydi ve biz bu yeri göremiyorduk… Leymosun olmalıydı bu, evlenip yuva kurduğu yer… Çiftlikler’den Halim Bey’in kızkardeşi Regiye yengeyle evlenmiş, Çiftlikler’de evlerini kurmuşlar, iki kız, bir oğlan evlatçıklarını yetiştirmişlerdi bu çiftlikte…

Ben yaz tatillerini ya da haftasonlarını bu çiftlikte geçirirdim, bitişikteki çiftlikten Duriye’yle oyunlar oynardık, Regiye yengenin Kıbrıslırum komşusu Angela hanım gelirdi sabah kahvesine, iriyarı, uzun boylu bir kadındı… Regiye yengemin keçicikleri, kırmızı şortumu ısırmaya çalışırdı, Naciye ablanın karanfilleri pespembe, bembeyaz ve kıpkırmızı açardı… Denizin yakınlığını hissederdik çiftlikte ve geceleri de pancurların arasından toprak kokusu odamıza dolardı… Darıları toplar ve kaynatırdık, tuzlayıp yerdik… Regiye yenge tüm Kıbrıslırum komşularına seslenip, herkese kapısı açık olan bu evde, yeni limana yakın bu evde kahve içmeye davet ederdi onları… Saffet amcamın kızları Hediye ve Naciye ablalarım, her ikindi mutlaka tatlı şeyler yaparlardı, kimi zaman mahallebi, kimi zaman sütlaç, kimi zaman keyk… Naciye ablam, bu arada dikmekte olduğu bir elbiseyle uğraşır, iğneler, iplikler, pililerle, düğmeler ve kurdelelerle meşgul olurdu…

Leymosun’da bir bahçeyi ziyaret ederdik, çiçekler ve fidanlar satan bir bahçeydi bu ve anneciğim buradan Lefkoşa’ya götürmek üzere bahçemize ekeceği çiçekleri seçer, bahçenin sahibi yaşlı Rum’la, Rumca olarak sohbet ederdi… Üç lisan bilirdi annem, Türkçe, Rumca, İngilizce…

Çiftlikte horoz, yıldızlar henüz gökyüzündeyken ötmeye başlar ve sabahın yaklaşmakta olduğunu haber verirdi bize…

Belki de Saffet amcam tüm bunları düşünüp Girne’de mutsuz oluyordu, tıpkı canyoldaşımın romanındaki ana karakter olan “Kral” gibi…

Pek çok insan evlerinden hatıralar sakladılar, kimileri evlerinin anahtarlarını sakladılar, kimileri canyoldaşım gibi bisikletinin anahtarını… Bazıları bir daha asla dönemeyecekleri evlerinin anahtarlarını bir ömür boyu sakladılar… Çok sevgili arkadaşım Anna’nın annesi Artemu, bir keresinde bana rüyalarında köyü Afanya’ya geri döndüğünü, rüyalarında köyüne gittiği zaman çok mutlu olduğunu anlatmıştı… O da çok iyi Türkçe konuşuyor, Kıbrıs Türkçesi, köylerde konuşulan ve artık kaybolmaya yüz tutan Kıbrıs Türkçesi…

“Rüyamda köyüme giderim” diye anlatmıştı bana…

Miniminnacık bir göçmen evinde oturuyor Lefkoşa’da ve eminim çok mutsuzdur bu durumdan… Afanya’daki evine, avlusuna, ağaçlarına, hayvanlarına geri dönemiyor…

Bu adayı nasıl olup da iki koca parçaya böldük ve ancak rüyalarımızda birleştirebiliyoruz?...

nhf.jpg

Canyoldaşım Zeki Erkut’un Küçük Kaymaklı’dan “kayıp” bisikletinin anahtarı… O, bu anahtarı hala saklıyor…

 

 

Bu yazı toplam 2964 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar