1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Gleoba, 1974’te Koççat’ta evinden alınan dayımın da hayatını kurtardıydı...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Gleoba, 1974’te Koççat’ta evinden alınan dayımın da hayatını kurtardıydı...”

A+A-

OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR...

 

Bir okurumuz şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:

“Andrula Şadi hanımın yazısını okudum. Bu yazısında Dalili polis Gleoba’nın, Lurucina’dan Rifat Gargaplumi’nin hayatını kurtardığı için Rifat Beyi’ni ona götürdüğü ve Rifat Gargaplumi’nin, Gleoba’ya teşekkür ettiği yazıyordu...

Benzer bir olay bizim köyde de olmuştu... 1974 yılında dayımı evden alıp götürdüydüler Koççat’tan ve birkaç gün geri gelmediydi... Nissu karakoluna götürdülerdi tahminim... Andrula Şadi’nin sözünü ettiği Dalili polis Gleoba, işte dayımın da hayatını kurtardıydı ve dayım sağ salim köye dönebildiydi...

Bu adam hayatta ise, ona bir teşekkür borcumuz vardır... Lütfen onu bulunuz ki ona ailemiz adına teşekkür edebilelim, dayımızın hayatını kurtarmış olduğu için...”

Bu okurumuza çok teşekkür ediyoruz.

Konuyla ilgili olarak Andrula Şadi’yi aradık ve kendisi de bize gerçekten de Dalili polis Gleoba’nın çok yaşlı fakat hayatta olduğunu anlattı. Kendisi Gleoba efendiyi görmeye gidecek ve kendisine okurumuzun aktarmış olduğu dayısına ilişkin bilgileri verecek. Daha iyi koşullarda ise belki onları buluşturmayı başarabiliriz...

 


BİR ŞİİR...

 

Ellerini Yıka Gitsin!

 

s2-160.jpg

Yaşar İsmailoğlu

 

Bazen öyle işlere bulaşıyorum ki ne mantık var ne de vicdan
Oturup da en güzel Kıbrıs yemekleri pişirebilirim
Molohiya, bullez, kolokas yada makarına bulli
hepsi lezetli hepsi yurttan hepsi yerli

Ya da eskisi gibi al tuvali al bezir yağını renklerle bulaşşın fırçan
Kış mı geliyor al iki paket kuru bakla tut bostanın yolunu
Bırak arabayı kapunun önünde yolda
Git doğayı yeşille sevindir kuşları böcekleri

Kış gelir odun sobaları yakma zamanı
Sakız sakız çıra çıra yayılsın dumanla karışık kokular
yalnızlık öyküleri başlatır kuşlar bile sığınır sana

Açlık korkusu mu yoksa yenilmenin ezikliğidir bencilleştiren
Sonuca varmadan körletilmiş duygular ortaya yayılmakta
Nedir insanı ille de bireyciliğe iten ihtiyaçlar, birbiriyle uyumsuz renkler
Vur kılıncı, kes gitsin çözemiyorsan düğümlenmiş sevdaları
Daha yaşanacaklar var, yürünmesi gereken uzun uzun yollar

Otur tenha ama dalgalı bir düş sahiline
sakin sakin kayalıklara vursun dalgalar
Müzik olsun kulaklarına en sessizlikte çürümüş nefretlerin
Altında gizlenmiş solucanlar
Ne anayı ne de babayı düşün, zaten onlar çıkmışlar geri dönülmez duygulara
Çoçukların herbiri köksalmış yanında olsalar da filizler fışkırmakta dallarından
Sen yalnızsın

Yıka ellerini de boş ver artık bodur kalmış sevdalara
Yıka ellerini kurut şakaklarından akan emeğin gözyaşlarını
Seni biraz anımsarlar sonrada unuturlar yaşamın yorgununda

Aylar senin olsun, güneşler senin olsun
hatta uzat ellerini bir bir düşşün yıldızlar kucağına
Kime yoldaşlık yapmışlarsa, kiminle yürüyorlarsa sor anlatsınlar öykülerini
Güneş bir defa doğdu mu gün akşama doğru yürür sen ne kadar yalvarsan da
Dönüp de geriye bakmaz
Yıka ellerini ne var ne yok hepsi sıyrılsın gitsin avuçlarından…

18.9.2020

 


BASINDAN GÜNCEL…

s1-191.jpg

 

"Tabağındakileri bitirmezsen Türkler gelir!"

 

Yannis Papadimitriu

 

DW editörlerinden Yannis Papadimitriu, bir Yunan'ın gözünden komşu iki halkın "zorlu dostluğunu" ve sorunlara nasıl çözüm bulunabileceğini kaleme aldı… Yazı şöyle:

“Yunanistan’ın Yanya kentinde yaşayan büyükannem harika bir kadındı. Beni çok sever, benim için yemekler pişirirdi. Ama öğle vakti yemeğe oturmak yerine sokakta futbol oynamak istediğimde beni korkutmak için söylediği bana tuhaf gelirdi: Tabağındakileri bitir yoksa Türk gelir seni kaçırır! Belki bugün bile biraz kilolu olmamın sebebi budur. Ancak kısa zamanda fark ettim ki, öğle yemeğinden kaçan diğer komşu çocukların Türklerin gelip onları kaçırması gibi bir endişeleri yoktu. Anlaşılan, büyükannem tehlikenin boyutunu biraz abartmıştı.

Bir şekilde anlamak mümkün. Yanya 1913 yılındaki Balkan Savaşları’ndan sonra Yunanistan’a geçti. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir vatandaşı olarak dünyaya gelmiş olan büyükannem içinse o zamana kadar Türkiye hep bir tehdit anlamına gelmişti. Tabii “vatandaş” burada doğru kelime değil. Osmanlı İmparatorluğu bilinçli “yurttaşlar” değil, itaatkar kullar istiyordu. Yunanların bir gün gelip bu durumu artık kabul etmemesi onlara çok görülemez. Hatta Yunanistan’daki sol görüşlü tarihçiler, 1821 yılında Osmanlılara karşı ilk ayaklanmanın ilk etapta ulusal bağımsızlık mücadelesi değil bir sınıf mücadelesi olduğunu ileri sürerler.

 

Herkesin bir kurucu mite ihtiyacı vardır

Öyle ya da böyle; ayaklanma başarılı oldu. Hatta daha da ileri gitti; modern Yunan ulusunun kurucu mitine dönüştü. Dürüst olalım; tüm ulusların kurucu miti bir abartıdır. Yapılan mezalim görmezden gelinir; başarılar allanır pullanır. Muhtemelen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da 1871 yılında Alman İmparatorluğu’nun ilanında da bu böyledir - açıkgöz İsviçrelilerin Wilhelm Tell’in elmayı vurmasını uydurmuş olmasından söz etmeye bile gerek yok. Yunanistan’da ise cesur Yunan ruhunun Ortodoks Kilisesi’nin de desteğiyle sayıca çok daha fazla olan Türklere karşı zafer kazandığı anlatılır. Sonuç bakımından çok yanlış sayılmaz, bu. Ancak aydınlanmış her vatandaş da bilir ki Yunanistan’ın bağımsızlığı dışarıdan destek alınmadan asla mümkün olamazdı. (bkz: Osmanlı ve Mısır donanmasının 1827 yılında büyük güçler tarafından Navarin Deniz Muharebesi’nde yok edilmesi.)

Belki de tam da bu yüzden Ankara’daki tüm siyasetçiler, Yunanistan’ı Batı’nın şımartılmış bir çocuğu olarak görmekte. Atina’dan bakınca ise vaziyet tam tersidir: Türkiye öylesine şımartılmıştır ki Kıbrıs’ı işgal ettiği, komşu ülkelere asker gönderdiği, üstüne üstlük parlamentoda çoğunluğu sağlayan bir milliyetçi lider olduğu halde NATO ortakları ona hala silah göndermektedir.

Sık sık söylenen boş bir söz de Yunanlar ve Türklerin barış içinde yaşamak istedikleri ancak siyasetçilerin bu hesabı bozdukları şeklindedir. Bunun doğru olduğundan emin değilim. Ancak Ege’nin her iki yakasından insanların birbirlerine özlem duyduklarını ve müzik olsun, yemek olsun, mizah olsun ya da dünyanın acısını duymaktan alınan haz olsun birbirlerini bulmakta zorlanmadıklarını sık sık tecrübe ettim.

 

Rasyonel düşünce ihtiyacı

Bir Tutam Baharat adlı filminde yönetmen Tassos Boulmetis İstanbullu Rumların acılarını Türklerin hassasiyetini görmezden gelmeyerek yansıtır. Sembolik figürü 60’lı yıllarda Kıbrıs krizi nedeniyle İstanbul’dan sürülmüş olan ve Atina’da toplumla bağ kurmaya çalışan Yunan Fanis’tir. Kendi hemşehrileri tarafından “Türk” olarak yani oraya ait olmayan biri olarak görülür. Birey; siyasi çıkarların bir oyuncağı haline gelmiş, çoğunluk ise suskunluk içindedir. Olan bitenden dolayı herkes üzgündür ancak kimse başka türlü olması için de bir girişimde bulunmaz. Film Yunanistan’da duygu sinemasının, ardında özlem ancak biraz da acı bırakan büyük bir örneği olarak kabul edilmiştir.

Buradan belki siyasete şöyle bir öneri yapılabilir: Lütfen daha az duygu sineması, onun yerine daha fazla rasyonel düşünce. Yakın geçmişte büyük duygular, ikili ilişkilerde iyi bir sonuç yaratmadı. 70’li yılların başında, hem de Yunan askeri diktatörlüğü sırasında Yunanistan’ın tümü, İstanbul’da birlikte şarap içip Tanrı ve dünya üzerine tefekkür eden iki arkadaşın, Yannis ile Mehmet’in şarkısını söylüyordu. “Sen Tanrıya ben Allah’a inanıyorum ama ikimiz de acı çekiyoruz” diye dert yanıyordu Mehmet. Ancak kısa süre sonra Yunan ordusu Kıbrıs’ta darbe yaptı, Türkiye askeri harekat başlatma ihtiyacı duydu ve uluslararası hukukun açık bir ihlaliyle adanın yarısını işgal etti. Yannis ile Mehmet’in de sesi soluğu kesildi.

Rasyonel olalım ki duygularımız birbirimiz için sağlam bir temel oluşturabilsin. Yunanlar ve Türkler yeniden askeri bir çatışmanın içine girecek olursa bunun en büyük kaybedeni iki halk olur. Ama aynı zamanda cesur da olalım. Bir zamanların azılı düşmanları Elefterios Venizelos ve Mustafa Kemal Atatürk Doğu Akdeniz’de bir Yunan-Türk konfederasyonunu müzakere etmekte tereddüt etmediler. Her ne kadar bu konsept, Türkiye’nin eskiden beri var olan bölünme endişesi nedeniyle de, hiçbir zaman hayata geçemeyecek olsa da…

Ama her halükarda gelecek konseptleri oluşturmak savaş tehditleri savurmaktan çok daha iyidir. Bunun içinse çoğunluğu arkasına almış milliyetçilere değil yetenekli siyasetçilere ihtiyaç var. Tabii Ege’nin her iki yakasında aydınlanmış vatandaşlar, bilinçli “yurttaşlar” olması da bir o kadar şart.”

(DEUTSCHE WELLE - Yannis Papadimitriou – 28.9.2020)

 

 

 

 

Bu yazı toplam 1737 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar