1. YAZARLAR

  2. Dilek Karaaziz Şener

  3. Bir Buz Kütlesi Üşütür İçimi!..
Dilek Karaaziz Şener

Dilek Karaaziz Şener

Bir Buz Kütlesi Üşütür İçimi!..

A+A-


Son zamanlarda takılıp kaldığım bir sözcükle bu haftaki yazı alanımın ilk cümlelerini sıralamak istiyorum: Yolculuk! Yaşam süreçlerinde, zamandan zamana, mekândan mekâna akıp duran bedenlere sinmiş yolculuklar;  nerede başlar ve nerede biter? Soruyu kesin bir cevapla sınırlayıp, “yolculuk”  kelimesinin anlamındaki “sınırsızlık” karakterini incitmek istemiyorum. Yaşamımın “yolculuklar” üzerine kurulu olduğuna yoğunlaştım son zamanlarda… Bunun sebebini, elimden kitaplarını düşürmediğim ve avuçlarımda cümlelerini biriktirdiğim Aslı Erdoğan’ın mistik dünyasına borçluyum.
Gidiş-gelişlerle geçen sürelerde aklıma düşen “nereye” ait olduğumla ilgili sorulara hiç girmiyorum bile… Yolculuklarda akıp dururken bir yerden bir yerlere, arkanızdan bakıp kalanların düşüncelerine geçip, zamanı orada dondurmak gibi bir eyleme karşı “gerçeklere dön” çağrısı yükselir içinizde… Geride kalırken Zeytin Ağaçları’nın gri yeşil gölgeleri, “geçmiş”i zihinde saklama gücüne şaşıyor insan… Yolculuklar “şimdi”lerde veya şimdinin açtığı zaman parantezinde “geçmişin” kollarında gezinmek anlamına da gelmez mi, çoğu zamanlarda? Çocukluk günlerinde kalanların izlerini süren zaman yolculuklarında, bir duvara dokunurken buluyorum kendimi, çoğu zaman… Sonrasında “sınır” kelimesi girer yaşamın bir ucundan belleğime… Sınırlar kalksa bile o küçücük adada da yaşanmışlıkların izleri soğuk bir buz kütlesini içine almak gibi “üşütür” bedenimi…
“Yolculuk, yazma ya da dokunma eylemi için sıkça kullanılan bir metafor.” diyor Aslı Erdoğan. Bir deniz kıyısında yıldızların altında, günün sıcağını gecenin serinliğinin kucakladığı bir deniz sahilinde sessizce yürümek istiyorum. İşte bir yolculuk başladı bile… İlla ki Kuzey Yıldızı bulunur ya, böylesi gecelerin siyahın bin bir tonunun gizlendiği gökyüzü içindeki ışıldayan noktalarda!.. Sonra söylediklerim düşer aklımın uç noktalarına… Söylediklerimle kırdıklarım, söylenenlerle kırıldıklarım… İnsanın ağzının iç efkâr kırıklarıyla dolar ve cam kırıklarıyla kanarmış, böyle zamanlarda… Her ağzımı açışta, söylemeden duramayacağımı hatırlar ve nedense içimden geçen bambaşka bir sözcük olarak kan revan içinde dökülür dudaklarımdan… Aslında farkındayım. Niçin sözcüklere kanıp, içimi acıtacak derecede yitik bir şehrin ışıklarında kumdan sahillerin düşüyle uyandığımın… Kum bitince kayalıklar başlar; ondan sonrasında karanlıklara gömülü birkaç dalganın sesinde deniz fenerine yürür yolculuklar…
Her defasında birisi çıkıp: “Gitmeliyim!” der.
Der de, içinize acı düşer. Sonrasında “gerçek ve doğru” kol koladır önünüzde ve sizin için kurulan bir mahkeme salonunun dar sularında boğulursunuz. Açık denizleri düşlersiniz… Düşler ya! Hepsi yalan mıydı? Cümlelerin altını çizen ben olmamalıyım; diye düşünüyorum. Olmayacağım da!
“Mutluluk tablolarına” karşı hep şüpheyle bakıyorum son zamanlarda… Niçin bu kadar çok “gülümseme” var insan yüzlerinde? Hâlbuki konuşmaya başlayınca, hemen, az sonra ve kameralar da çekilmişse, asılan suratlarda “mutsuzluk senfonilerinin” biri bitip biri başlıyor… Gülümsemeler “lirik kısa bir şiirden alınan anlık şarkılar” gibidir. Ve şarkılar da tadında kaldığı sürece yıllarca dinlenir. Fazlalıklar, aşırılıklar, bıkkınlıklara evirilir.
Zaman içinde yaşam akıp giderken kendince, yaşanmışlıkların üzerini perdelemek sıradanlaşır. Belleğin oyun halkalarından biridir bu tavır… Yaşamak ve yenilenen her an’a perde çekerek yaşanmışlıklara akmak… Her resimde, boşluğun sarmaladığı katmanlara gömülü izler, sergilendiği mekânda olmayan nesnelere dair ilişkiler kurmak için bizi zorlar. Boşluğa düşerek, sonsuz zamana doğru yolculuğa başlarız. Günlük yaşamımda gördüğüm her manzara karşısında bir resim düşlemek istiyorum. Belki bir sonbahar resmi… Belki yazdan kalan an’lık bir görüntünün kahve kokusu… Bazen de bir manastırın duvarları arasında saklı kalan sıcak dokunuşlar… Zaman geleceğe doğru yönelen bir yolculukla, sessizce belleğimize süzülür. Burada yapılması gereken zamanın bıraktığı izleri takip ederek, peşinden gitmektir. Sadece yürümek değildir esas olan, aynı zamanda boşluğun içinde kaybolan izlerin gözlerimize ve güncel belleğimize bıraktığı hikâyeyi de algılamak önemlidir. Çünkü anımsanan her bir sahnenin başlangıç noktası, geçmişte bir yerlerde asılı kalmıştır.
Zaman mı?
Aslı Erdoğan şöyle bir soru sorar, Münzevinin Ruhuyla Sohbeti (1) adlı yazısında: Ama kim bir mahkûmdan daha iyi tanıyabilir ki zamanı?
Vurulmayı göze almadan kimse firar edemez öyle değil mi?
( Gezi Parkı eylemlerinde, Eskişehir’de, 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ın 36 günlük yoğun bakım mücadelesini kaybetmesi ciddi olarak beni derinden etkiledi. Yaşama anne gözüyle baktığımda acıya dağlandı yüreğim.
Çocuklar ölmemek için çok gençtir!
Bir buz kütlesi üşütüyor içimi Ali’nin adını okuduğum her yerde!
Keşke bazen etrafımda ne olup bittiğini kaçıracak ve umursamayacak kadar kendi içime düşebilsem. Çocukların şiddet gördüğü, gençlerin öldüğü bir dünyada asla bunu başaramayacağım.
Tek istediğim dünyanın zorluklarını omuzlayacak güçte bir fidan (bir oğul) yetiştirebilmek kalan ömrü hayatımda!
Tüm bu ruhsal devinimler içinde yukarıda okuduğunuz yazıyı bu hafta bir kez daha, arşivimden çıkararak, sizlerle paylaşmak istedim.
Kusur ettiysem, şimdiden affola!)
Son söz, Edip Cansever’den: Ne gelir elimizden İNSAN olmaktan başka!

Bu yazı toplam 2011 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar