“Gülmek bazen en ciddi dirençtir”

Mizahın en özgün isimlerinden, karikatürist ve heykeltıraş Erdil Yaşaroğlu, “Gülmek bazen en ciddi dirençtir” ifadelerini kullandı.

Simge ÇERKEZOĞLU

Lefkoşa Bienali, sadece sanatı toplumla buluştırmakla kalmıyor; farklı disiplinlerden sanatçıları da aynı çatı altında bir araya getiriyor. O sanatçılardan biri de, Türkiye’de mizahın en özgün isimlerinden, karikatürist ve heykeltıraş Erdil Yaşaroğlu. 

Yıllar boyunca çizgileriyle toplumsal hafızaya dokunan, mizahı bir direniş dili olarak kullanan Yaşaroğlu, heykeli “zamansızlığın dili”, mizahı ise “yaşadığımız dönemin en keskin eleştirisi” olarak tanımlıyor. Uzun yıllar sürdürdüğü karikatür çalışmalarına 2000 yılından itibaren heykeli de ekleyen sanatçı, karikatürle eksik kalan hikâyelerini şimdi heykelleriyle tamamlıyor. Lefkoşa’da Bedesten’in bahçesinde ve Bandabulya’nın içinde sergilenen üç eseri, bienalin en dikkat çeken işlerinden olmayı başardı.

“Mizah hayatla mücadele etme aracım”

Hayatı mizahın aynasından görmeyi tercih eden Erdil Yaşaroğlu, mizahı yalnızca bir ifade biçimi olarak değil, aynı zamanda bir direniş alanı olarak tanımlıyor. Onun için hayatın en sert yanlarına dokunabilen, yaraları sarmanın ve umudu diri tutmanın yolu. Meslek yaşamı boyunca çizgileriyle hem güldüren hem düşündüren Yaşaroğlu, aslında mizahı hayata tutunma biçimine dönüştürüyor; kendi deyimiyle, “gülmek bazen en ciddi dirençtir” oluyor. 

“Mizah benim için bir hikâye anlatma biçimi. O hikâyeyi anlatırken aslında direniyorsun, çünkü bir sürü sorun görüyorsun. Hayat zor bir yer, çok da dertlerimiz var. Elbette çok güzel tarafları da var ama benim yaptığım şey o dertleri göstermek. Çözüm bizde değil; bu sorunların çözümü politikacılarda, bilim insanlarında… Benim yapabildiğim, sorunu göstermek ama bunu eğlenceli bir biçimde göstermek. Biraz rahatlama, hayatla mücadelenin bir yolu bu. Sonuçta bireyiz ama toplumda yaşıyoruz. Hep birlikte bir ucundan tutarak toplumu iyiye, güzele taşıma şansımız var. Benim de tutabildiğim taraf bu. Dertleri eğlenceli taraftan anlatıyorum; bunun avantajı da çok kolay yayılması ve akılda kalması. O yüzden hem bana hem bize yarıyor. Hem gülüyoruz hem farkına varıyoruz. Böylece hayatla da mücadele ediyorum.”

Erdil Yaşaroğlu aslında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü mezunu. Ancak kariyerine mizahla başladı, mizahla tanındı. Yıllar boyu karikatürleriyle hayatı, insanı ve toplumu yorumladı. 2000 yılından itibaren yeniden heykelle buluştu. Şimdi onunla bu dönüşü konuşuyoruz: Heykele yönelmek, kendini daha geniş biçimlerle ifade etme ihtiyacının bir sonucu gibi geliyor bana… “Heykel hep vardı” diye başlıyor anlatmaya. 

“Heykel sonradan ortaya çıkmış bir şey değil. Sadece ben insanlara bunu sonradan fark ettirdim. En azından Türkiye’de karikatür, heykele göre daha popüler, daha çok insana ulaşabiliyor. Üniversiteye gitmeden, 16 yaşında profesyonel karikatürist oldum. Üniversiteye başladığımda zaten bilinen, tanınan, kitapları olan bir karikatüristtim. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde okudum. O yıllarda da profesyonel karikatür çiziyordum; mezuniyetten sonra daha da iyi bir karikatürist oldum. Bu yüzden karikatür hep daha ön planda oldu, daha çok bilindi ama ben her zaman heykel de yaptım.”

Heykelin çocukluğuna dek uzandığını anlatan sanatçı, çocukluğuna dair anılarını bizimle paylaşıyor. 

“Heykel üniversitede başlamadı. İlkokulda bile hatırlıyorum, bana özel oyuncaklarım olsun isterdim. Keser, biçer ya da kilden kendi oyuncaklarımı yapardım. Kendime kimsede olmayan kalemler yapardım. Hep bir ‘biriciklik’ tutkum vardı. Sonunda bu merak, heykele evrildi. Ben zaten taş bölümünden mezunum. Klasik heykeltıraşlar gibi, önünüze bir mermer blok alıyorsunuz ve içinden heykeli çıkarıyorsunuz. En kaba haliyle tekniğimiz bu şekilde çalışıyor ve bu gerçekten çok zor bir iştir. Atölyesini sürdürmek de zordur. O nedenle yılda birkaç tane ancak heykel yapabiliyordum. Onları da çeşitli festivallerde, projelerde, kendim veya arkadaşlarım için, çok duyurmadan yapardım.”

2000’li yıllarda heykel alanında da adını duyurmaya başlayan sanatçı, yeni tekniklerin kendisine bu alanda gelişme ve farklı ifade biçimleri deneme olanağı sunduğunu söylüyor.

“Yaklaşık on beş yıl önce kompozit heykel yapma tekniklerini öğrenmeye başladım. Dijital heykel tasarımlarının nasıl yapıldığını, CNC makinelerini, üç boyutlu yazıcıları, farklı kompozit teknikleri, malzemeleri, reçineleri... Hepsini izleyerek, deneyerek, araştırarak öğrendim. Klasik taş ve bronzun dışında farklı tekniklerle de heykel yapmaya başladım. Böylece heykelle hikâye anlatma kabiliyetim arttı; daha hızlı ve daha kolay üretme şansım oldu. Anlatacağım hikâyeye göre malzeme seçmeye başladım. Şu anda onlarca farklı malzemeyle çalışıyorum; her birini hikâyeye göre üretiyorum. Bu sayede daha çok hikâye anlatabiliyorum, heykel sayım da artmaya başladı. Böylece heykel de giderek daha görünür hale geldi. Tabii ülkemizde karikatür de bir dönem sekteye uğradı; dergileri kapatmak zorunda kaldık. Ama devamında internet geldi ve o mecra katlanarak büyüdü. Karikatürlerimle milyonlara ulaşmaya başladım. İkisi de —karikatür ve heykel— birlikte ilerlemeye devam ediyor. Bir de yazarlık yönüm var. Resim de yapıyorum.”

“İfade özgürlüğünü durdurmak mümkün değil”

Mizah, Türkiye’de bir dönem politik ve toplumsal meseleleri dile getirmenin en etkili yollarından biriydi. Bugün hâlâ aynı işlevi sürdürebiliyor mu emin olamıyorum. Zamanla bu gücünü yitirmiş olabilir mi diye Yaşaroğlu’na soruyorum. 

“Mizah gücünü kaybetmez; her zaman gücü vardır. Ama o gücünü kullanabileceği mecraları kaybetmeye başladı. Dergiler zayıfladı. Ülkedeki politik yaklaşım, demokrasinin aşırı gerilemesi gibi sorunlar da var. Şöyle düşünün: 1988’de arkadaşlarımla birlikte Plastik Show diye bir içerik hazırlardık. TRT’de başladık bu işe. Liderlerin silikondan kuklalarını yapıyorduk. 2000’lerin ortalarına kadar da Show TV, Star gibi özel kanallarda buna devam ettik. Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, genelkurmay başkanları, futbolcular, sanatçılar, ünlüler… Hepsinin kuklaları vardı. Hepsiyle dalga geçiyorduk, onları konuşturuyorduk. Üstelik bunu günlük ve TRT’de yapıyorduk biz. Şimdi 20. yüzyılda yaptığımız bu işleri 21. yüzyılda hayal bile edemiyoruz. Yapsak bile üç dakika sürer, sonra bir daha yapamazsın. YouTube’da bile zor. Bu çok üzücü çünkü mizah, toplumun sübabıdır.” diyor Yaşaroğlu ve geçmişle günümüze dair önemli bir kıyaslama yapıyor. 

“Önceki dönemlerde politikacılar daha toleranslıydı. Eskiden de bize davalar açılırdı ama mesela Turgut Özal bize dava açardı, yine de karikatürü çok severdi. Süleyman Demirel’in hiç dava açmadığını hatırlıyorum. 2012’lere kadar açılan davalar da genelde reddedilirdi. Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, eleştirme hakkı olarak görülürdü mizah. Politikacılara ‘Alkış aldığınız kadar eleştirileceksiniz’ denirdi. Fakat 2013’ten sonra, hepimizin bildiği gibi, anlamsız şeylerden cezalar gelmeye başladı. Bu durum bizim gibi yapı olarak küçük ama etkisi büyük bağımsız dergileri çok zorladı: sürekli avukatlar, sürekli mücadele, sürekli kayıplar…” Konu kendisinin de çizeri olduğu Penguen dergisinin kapanmasına da geliyor. 

“Tabii biz Penguen dergisini sadece bunun için kapatmadık; dijitalleşme ve araçların değişimi de bizi etkiledi. Ama dağıtım konusunda da ciddi sıkıntılar yaşadık. Kasabalara gönderdiğimiz dergiler açılmadan bize geri dönüyordu. Bazı belediye başkanlarının bayilerde satışımızı engellediğini de biliyoruz. Yine de biz en uzun dayananlardan biri olduk. Çocuk dergileri, gençlik dergileri, araba dergileri bizden çok önce kapandı. Bir şekilde çağımızda ifade özgürlüğünü tamamen durdurmak mümkün değil. Görüyoruz, yine de söylemek isteyen bir yol buluyor. Bu ifade özgürlüğünün de herkese faydası var.”

Söz dönüp dolaşıp Kıbrıs’a, onun Lefkoşa Bienali’ne katılımına geliyor. Yaşaroğlu, bu özel etkinlik hakkındaki düşüncelerini şöyle paylaşıyor:

“Öncelikle burada bir bienal olacağını duyduğumda çok mutlu oldum. Daha önce Lefkoşa’ya gelmiştim ama şehri gezme fırsatım pek olmamıştı. Surlariçi nefis bir yer, çok beğendim. Bir şehrin bienalinin olması gerçekten çok önemli bir şey. Kurumların buna destek vermesi de çok kıymetli. Bu beni çok mutlu etti. Üstelik bienale kendim başvurdum.”

Yaşaroğlu’nun sanatı kamusal alana taşıma ve insanla buluşturma çabası, son dönem işlerinde daha da belirginleşiyor. Lefkoşa’daki eserleri de bu yaklaşımın bir uzantısı niteliğinde. Lefkoşalılar, sanatçının eserlerini sosyal medyada paylaşarak bu etkileşimi daha da görünür kılıyor. Bu durum onu da çok mutlu ediyor. 

“Sanat genelde sergi alanlarında ve müzelerde olur. Türkiye’de ise kamusal alanda sanat maalesef çok fazla yok. Batı’da bu çok daha yaygın. Sanatla ilgilenen insanların gelip ziyaret etmesi başka, ilgilenmeyenin sanatla karşılaşması bambaşka bir şey. Sanatla ilgilenen zaten gider bulur, izler. Oysa ilgilenmeyen biri belki ilk seferde ‘Bu nedir?’ der geçer; ikinci görüşünde bir daha bakar, üçüncüde anlamaya çalışır, bir durur... İşte o zaman insanları bir yerden yakalamaya başlarsınız. Sanat şehirlere de değer katan bir şeydir. İnsanoğlu hikâye anlatmayı da dinlemeyi de sever; sanatın özü de budur. Bir de çocuklar var tabii, onlar çok önemli. Sanatı görerek büyüyen çocuk bambaşka bir vizyona sahip oluyor. Onların da sanatı görmesi önemli. Bedesten’in bahçesinde ve Bandabulya’nın içinde eserlerim var; ikisi de insan akışının çok yoğun olduğu yerler. Bu beni çok mutlu etti. Benim işlerim renkleri ve formlarıyla dikkat çekiyor. Karikatürden geldiğim için insan ve hayvan figürlerini seviyorum; o yüzden de işlerim genelde ilgi çekiyor.”

Lefkoşa Bienali’nde üç heykeliyle dikkatleri üzerine çeken Yaşaroğlu’nun işleri, Bedesten’in bahçesi ve Bandabulya’nın içinde yer alıyor. Bu eserlerin hikâyesini ondan dinlemek istiyorum.

“Konumuz merhamet. Çok değerli bir duygu, hepimizin sahip olması gerekiyor. Merhametle iniltili işlerim var. Aslında heykelim ne anlatır diye izah etmeyi sevmem. İnsanlar kendi hikayesinin bulmasını yaptığım şeyleri zenginleştiriyor. Kadına merhamet yönünde hazırladığım bir heykel var, dikine inşaa edilen sek sek oyunu var. İmkanısız gibi. Tepesine yalnız güçlü, bunu başaran kadın figürü koydum. İnsan karikatürcü olunca da dertlerden yola çıkıyor. ilk baktığınızda neşeli görünen tavşanlarım var. Tavşan külesi. O aslında dünyadaki sınıf farklarını anlatan bir şey. Renklerini farklı yaptım. Hepsi farklı yöne bakıyor. Söylemeye çalıştığım anlayışımız, rengimiz, bakış açılarımız farklı olsa da özünde hepimiz insanız. Bunun üstüne savaşlar bile yapılıyor. Sarı bir de heykelım var orada olması çok güzel onun bir kopyası da Dubai’de dev gökdelenlerin arasında, uluslararası finans merkezinde onlara bakıyor. Goril gibi. Bizim ilk formumuz. Nereden nereye geldiğimizi gösteriyor. Merakla bakan insanlar da vardır Türkiye’de saatlerce, onlara da gönderme. ”

Erdil Yaşaroğlu ile konuştukça, karikatürle kendini daha çok anlattığını sanatçı, heykelle kendini biraz daha sakladığını düşünüyorum.

“Hikâye olarak öyledir. Karikatür çok nettir; çizenin kafasındaki yol bellidir ve okuyucusunun da o sonuca varmasını ister. Zaten okuyucu oraya varamadığı zaman sorunlar çıkıyor: davalar açılıyor, dergiler basılıyor, karikatüristler ölüm tehdidi alıyor… Bu, bütün dünyanın sorunu. Karikatür zamana bağlıdır, an’a hitap eder, çok nettir. Heykel öyle değil; bir kere heykelin doğasında uzun yaşamak var. Yaptığım heykellerin çok sevilmesini, değer görmesini ve korunmasını umuyorum. Belki yüz yıllarca orada kalacaklar ve hikâyelerini anlatmaya devam edecekler. Zamansızlık heykelin doğasında var.”          

Kültür & Sanat Haberleri