ZEHRANIN HİKAYESİ

ZEHRA'NIN HİKAYESİ

Nazen Şansal

Baraka Aktivisti
nazen_sansal@yahoo.com


Feminist şiddet karşıtı hareketin, cinsiyet şiddetinin kamusal alana çıkartılması ve erkeklerin ellerinde acı çeken kadınlara yönelik kamuoyu bilincinin oluşturulması bağlamında hayati bir rolü vardır. Bununla birlikte hareketin sorunu, ev içi alanın ötesine taşmaktadır ve ister bir erkeğin yumruğu isterse de ekonomik rekabetin daha 'medeni' biçimleri altında olsun, şiddetin kamusal hayatın yapılarından nasıl köklendiğini açıklaması gerekmektedir.*

Tüm feministler, hatta kendini hangi ideoloji ile tanımladığından bağımsız olarak bu yazının tüm okurları kadına yönelik her türlü şiddete karşıdır. Ancak şiddetin nereden kaynaklandığı, dolayısıyla nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda farklı yaklaşımlar söz konusu. Okuduğumuz ya da şahit olduğumuz cinsiyet temelli bir şiddet olayına karşı içimizde patlayan öfkenin dışarıdaki doğru adresini/adreslerini arayacağım bu yazıda. Bunun için de bir kız kardeşimizin uğradığı şiddetten yola çıkacağım.
Zehra, genç bir kadın, evli, küçük bir çocuğu var. Anne olunca, kocasının da "ricasıyla" işini bırakmak zorunda kalmış. Zaten aldığı maaş, bakıcılara, kreşlere gidecekmiş. Severek evlendiği kocası, eve giren paranın azalmasıyla, belki de güvencesiz çalıştığı işinde yaşadığı baskı ve streslerle sinirli bir adam oluvermiş. Bağırma ve aşağılama ile başlayan şiddet, artık dayak boyutunda. Zehra, ekonomi yapsın diye bir gün önceki yemeği sofraya koyduğunda, yorgunluktan kocası ile cinsel ilişkiye girmek istemediğinde, erkek bir komşuyla selamlaşıp konuştuğunda dayak yiyor. Ve gidecek bir yeri, maddi bir birikimi olmadığından, ömrünün büyük bir kısmını böyle geçirmek zorunda olduğunu düşünüyor. Zehra'nın kocasının yaptığına hiçbir şekilde mazeret üretilemez ve hem toplum hem de devlet nezdinde en ağır şekilde cezalandırılması gerekir. Ancak olaya bir de tarihsel ve toplumsal bir perspektiften bakalım...
Marx, aynı iktisadi temelin özgün tarihsel koşullar altında sonsuz sayıda çeşitlilik ve tonlama gösterebileceğini, ki tüm bunların ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gerektiğini söyler. Diğer bir deyişle kapitalizm koşulları altında farklı iktidar biçimleri, aile yapıları mümkündür. Çünkü kapitalizm tek etkileyen değildir. Yine de üretim ilişkileri, diğer etkileyenlerin ortaya çıktığı çerçeveyi inşa ettiklerinden açıklayıcı önceliğe sahiptir.
Zehra, "vakti gelince" evlendi çünkü içinde yaşadığı toplum ve sistem, artık sorgulanmayacak kadar uzunca bir süredir çekirdek aile üzerine kurulu normlarla şekilleniyor. Ancak Taş Devri çizgi filminde bir kandırmaca olarak gösterilmesine karşın her zaman böyle değildi. Özel mülkiyet rejiminin ve buna bağlı miras hukukunun ortaya çıkmasıyla birlikte, mülkün soya geçebilmesi için tek eşli evlilik ve kadınların aileye tutsaklığı başladı. Hatta bugün kültürel kodlarımıza işlemiş ve çarpık bir şekilde sevgiyle ilişkilendirilen kıskançlığın tarihsel ve maddi kökeni de özel mülkiyet... Doğum kontrolünün ve bilimin gelişmediği dönemlerde, soyun belli olabilmesi açısından, kadın bedeninin tek bir erkeğe ait olması gerekli görülüyordu. Kadının bedenine olduğu gibi ev içi emeğine de sahip olan böyle bir aile modeli kapitalist üretim ilişkileri için de uygundu. Kadın, dışarıdaki üretime katılsa dahi yeniden üretim (ev içindeki, doyurma, bakım vs) ve çocukların yetiştirilmesi konusunda "üzerine düşeni" yapıyor ve aile kurumu, hem üretici hem de tüketici olarak sisteme fayda sağlayabiliyordu. Zehra'nın kocası, analık hukukunun kaybedilip ataerkinin başladığı dönemden bu yana geçen yüzyıllar içinde -yasalar değişse, toplumlar medenileşse bile- atalarının biriktirip aktardığını yapmaktaydı aslında; kadını erkeğin tahakkümünde olan ikinci bir cins olarak görmek... Zehra, özel mülkiyetin ve sermayenin büyüme hırsının olmadığı başka bir toplumsal düzende yaşasaydı farklı bir aile modeli ve insan doğası olacağından başına bunlar gelmeyecekti. Dolayısıyla Zehra'nın acısının kökeninde özel mülkiyet ilişkileri ve kapitalist üretim tarzı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Buradan hareketle Zehra'nın acısını dindirecek olan kolektif mülkiyete dayalı, kâra değil insana kıymet veren sınıfsız, sömürüsüz bir sistemdir.
Böylesi bir sistemi bir gün mümkün kılmak için sendikal alandan politik alana, kültürel alandan ideolojik hegemonya kavgasına kadar her türlü aracı kullanarak örgütlü mücadele etmenin yanı sıra hemen şimdi Zehra'ya iyi gelecek bir şeyler yapmak istiyor insan... O halde bu adaletsiz sistemin bugün karşımızda vücut bulmuş mekanizmalarına bakmalı.
Erkek devlet, erkini, polisiyle, yargısıyla, yasalarıyla erkek egemenliğini sürdürmek ve beslemek için kullanıyor. Poliste kadına şiddetle ilgili birimler oluşturulması bir yana kadınların şikâyeti bile çoğu zaman sözlü tacizlerle karşılanıyor. Kadın bakış açısının, sınıfsal perspektifle birleşik bir şekilde siyasette yer alamaması, yoksulluğun kadınlaşmasına sebep oluyor. Göç yasasıyla, tek tip sosyal güvenlikle, sağlıkta ve eğitimde özelleştirmelerle, zamlar ve işsizlikle her geçen gün toplumla birlikte kadınlar da yoksullaşıyor. Ekonomik zorluklar, kadınların uğradığı şiddeti ve baskıları katmerlendirirken, devletin sosyal politikalardan elini çekmesi Zehra gibi kız kardeşlerimize şiddete katlanma zorunluluğunu yüklüyor. Öte yandan sendikalı çalışabilecek kadar şanslı kadınlar, yıldırılıyor. Sendikalarında, örgütlerinde ikinci plana itilip şiddetle ilgili çalışma yapmaları dahi engellenebiliyor.
Tüm bunlara karşın, kadın dayanışması önemini koruyan bir direniş olarak Zehra'ya ve bize yol gösteriyor:
Aile şiddetine ilişkin en kapsamlı çalışmalardan biri olan Levinson'un çalışması, ister tarlalarda yan yana çalışmak, yerel pazarlarda gruplar halinde satış yapmak biçiminde, isterse kendi iktisadi işletmelerini kurmak biçiminde olsun kadınların çalışma grupları halinde örgütlendiği topluluklarda koca şiddeti oranının en düşük seviyede olduğunu göstermekte. (Sosyalist Feminist Proje Cilt 1, Hayatta Kalma Öyküleri: Sınıf, Irk ve Ev İçi Şiddet, Janice Haaken)
Dünya'da yaşanan devrim ve deneyimler, politik tavrımızı netleştiriyor, eğitim anlayışımıza farklı bir ışık tutuyor:
Küba'da kadınlar artık baskıcı kocalarına baş eğip evde oturmuyor ya da kocalarına meydan okuyarak ev dışına çıkma gibi bireysel insan hakları ile yetinmiyordu. Artık üçüncü bir seçenek vardı: Yüz binlerce kadın ve erkekle birlikte, toplantılara, milislere, gönüllü çalışmalara katılarak ya da ücretli iş gücüne girerek sınırlı ufuklarının ötesine geçebilirlerdi ve geçtiler. (Küba'da Kadınlar, Margaret Randal)
Bizim okullarımızda da eşitlikçi eğitim için mücadele edilirken İsveç'te öğrenciler, beden eğitimi derslerinde feminist savunma eğitimi almayı tercih edebiliyor. (Küçük Feministin Kitabı, Sassa Buregren)
Şiddete karşı duran erkeklere de bu direnişte önemli bir rol düşüyor: Kadına yönelik şiddeti sosyal dışlamayla cezalandırmak. Dostluğunu, maç ortaklığını, meyhane arkadaşlığını kesip ciddi bir toplumsal baskı oluşturmak. Böylece konu, çoğu zaman olduğu gibi polis veya mahkemeye intikal etmese de faili caydırıcı bir cezaya çarptırmak.
Dominikli Mirabal kardeşler, 55 yıl önce 25 Kasım'da diktatörlük askerlerince tecavüz edilerek öldürülmüştü.  Öncülük ettikleri Clandestne Hareketi, ülke çapına yayıldı ve bu üç cesur kadın göremese de diktatörlüğün sona ermesinde önemli rol oynadılar. Mirabal kardeşler mor bir buluttan bizleri izliyor şimdi. Onlara, Zehra'ya ve küçük kızına, şiddete karşı mücadele etmeyi borçluyuz.

* Sosyalist Feminist Proje Cilt 1, Hayatta Kalma Öyküleri: Sınıf, Irk ve Ev İçi Şiddet, Janice Haaken

Dergiler Haberleri