Türkiye İstikrarlı Bir Demokrasiye Dönüşmeden Küresel Bir Güç Olamaz

Türkiye İstikrarlı Bir Demokrasiye Dönüşmeden Küresel Bir Güç Olamaz


Bülent Gökay

Richard Falk’un Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu ile gerçekleştirdiği detaylı görüşme, sorunlu bir coğrafyanın önemli bir güç merkezi üzerine Türkiye’deki iktidar merkezinin sahip olduğu düşünceler hakkında önemli bilgiler vermektedir. Davutoğlu, partisinin siyasetine yönelen eleştirileri yanıtlarken adeta siyasal bir makale yazmıştır. Fakat söylediklerinden cevap yerine daha ziyade yeni sorular doğmaktadır. Soru doğuran cevaplara pek çok örnek verilebilir, fakat ben bunlar içerisinde dört nokta üzerinde durmak istiyorum.

1-) AKP’nin “ekonomik başarı rekoru”

Davutoğlu, “bizim dönemimizde dünya ekonomisi genel itibariyle gerilerken bizim kişi başına düşen milli gelirimiz ciddi biçimde artmıştır” iddiasında bulunuyor. AKP’nin son 12 yıldaki popülaritesi ve başarısı, elbette Türk ekonomisinin son 10-15 yılda kazandığı ivme ile yakından ilgilidir. Ekonomisindeki büyüme sayesinde Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika ile birlikte dünyanın en hızlı büyüyen 10 ekonomisi arasına girmiş, AKP’nin iktidarda olduğu dönemde Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir üç katına çıkmıştır.  . 
Görünen o ki, AKP’nin liderleri Türkiye’nin ekonomik yükselişini kendi şahsi başarıları olarak kabul etmektedir. Ancak küresel ekonominin nasıl çalıştığını anlayan birisi, bu ekonomik büyümenin on yıllar öncesine dayandığını görebilir. BM ve İMF’nin 1990’ların başlarındaki göstergeleri ve Paul Kennedy gibi uzman akademisyenleri o zamanlardaki analizleri, Türkiye’yi çok uzun bir süre önce geleceğin en hızlı büyüyen 10 ekonomisi arasına yerleştirmekteydi.
Bu tahminler nüfus dinamikleri, büyüme potansiyelleri ve coğrafi kapasiteler göz önüne alınarak yapılıyordu ve dünya ekonomisinde BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ile Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı diğer ülkelerin lehine yaşanabilecek bir ekonomik ivmeyi göz ardı etmiyordu. 1987 yılında dahi, bu yönde bir ekonomik trendin ortaya çıkacağını tespit eden önemli bir çalışma vardı. Bundan dolayı, bir ölçüde, AKP hükümeti ülkenin ekonomik büyümesini sağlayan koşulları yaratmak yerine kendisini doğru zamanda doğru yerde bulmuştur denebilir.
Bir ülkenin sosyal ve ekonomik gelişimi ile siyasal sisteminin gelişmesi arasında kapsamlı ve karmaşık bir ilişki vardır. Ekonomik gücü büyütmek ile uzun vadede istikrarlı bir demokrasi oluşturmak arasında kırılgan bir bağlantı vardır. Biri olmadan diğeri yaşayamaz. Bugün, Türkiye’nin yükselen ekonomik gücü ve uluslararası alanda rekabet edebilir nitelikteki şirketleri bu genç milleti girişimci bir merkeze dönüştürmekte, getirisi yüksek ihracat pazarları olan Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’da öne çıkarmakta ve karşılığında milyarlarca dolarlık yatırımı cezbetmektedir. Ancak bütün bu sürecin yaşamsı kalıcı ve işleyen bir ekonomiye gereksinim duymaktadır. Türkiye’nin saygın ve etkin bir dünya gücü olmasının şartı, ifade özgürlüğü ve demokratik hakları da kapsayacak bir sistem içerisinde çalışan bir demokratik statüye erişmesidir. Bunun hiçbir istisnası yoktur. Geçiş süreci yaşayan bütün ülkelerde göstergeler aynı sonuçları işaret etmiştir. Türkiye ancak ve ancak güçlü, istikrarlı ve işleyen bir demokrasiye kavuştuğu zaman gerçek anlamda bir küresel güç haline gelecektir.

2) Türkiye’nin “aktif dış politikası”

Başbakan AKP’nin dış politikasının “sadece devlet için değil, birey olarak Türk vatandaşları için de bir başarı” olduğunu ifade etmektedir.
Türkiye’nin AKP döneminde ülkenin zenginleşmesi ve küresel arenada ağırlığının artmasına paralel olarak daha aktif ve daha özgüvenli bir dış politika izlediği yadsınamaz. Halk arasında “komşularla sıfır sorun” olarak bilinen dış politika anlayışının baş mimarı da zaten Davutoğlu idi. Suriye krizinin patlak vermesinden önce AKP hükümetinin dış politikası bazı başarılar da kazanmıştı. Ankara öncelikle Suriye’deki rejimle stratejik ortaklık düzeyinde ilişkiler kurmuş ve İran ve Rusya ile ekonomi ve siyasette ilişkiler geliştirilmişti. Ancak Suriye’deki durum Ankara’nın başa çıkmasını zorlaştıracak derecede karmaşıklaştı. Kriz Davutoğlu’nun Türkiye’nin barış ve istikrar için çalışan bir bölgesel güç olması tezini zayıflattı. Türkiye yetkililerinin Suriye’deki muhalif gruplara kontrolden çıkmış bir destek sunması ve Türkiye’nin bu gruplara destek merkezi haline gelmesi Türkiye’yi Suriye’deki kanlı iç savaşta taraf haline getirdi.  Türkiye’nin Suriye politikası tam bir facia halini aldı ve Davutoğlu’nun hünerleriyle hazırlanan “stratejik derinlik” analizi büyük bir stratejik başarısızlığa dönüştü.
Mısır’da Müslüman Kardeşler rejiminin iktidardan düşürülmesi sonrasında da Türkiye Başbakanı açıkça askeri rejime karşı tavır aldı. Bu da Türkiye’nin prestijini sarstı ve bölgede istikrarlı ve güçlü bir arabulucu olma şansını suya düşürdü. Şu an hem bölgede, hem bölgenin dışarısında, Türkiye’nin Suriye’deki rejime karşı Sünni seferberliği benimsediğini düşünenlerin sayısı artmaktadır. “Sıfır sorun” kavramıyla yola çıkan siyaset Türkiye’yi neredeyse bütün komşularıyla çatışır duruma getirdi ve durum hızla “Orta Doğu’da sıfır dost” haline doğru kaymaktadır. Şu anda Davutoğlu hükümeti Irak ve Suriye’de büyüyen IŞİD canavarı nedeniyle Türkiye’nin iç istikrarına yönelik ciddi tehlikelerle de karşı karşıyadır.

3) “Paralel devlet” ve “Gülencilerin komplosu”

Davutoğlu “paralel devlet” hakkında belirli detaylara giriyor ve sürgündeki dini lider Fethullah Gülen’in liderliğindeki hareketten bahsediyor ve “Gülen yanlılarının hükümet bürokrasisi içerisinde etkin mevkilere sızdığını” öne sürüyor. 
Freud bir dönemler, kişinin kendinde bir farklılık yaratma ihtiyacının getirdiği, farklılıkları küçük de olsalar abartma eğilimini anlatmak için  “küçük farklılık narsisimi” şeklinde bir ifade kullanmıştı. Bir başka değişle, kişinin sosyal (ve siyasal) kimliğini oluşturan küçük bir farklılıktır ve bu farklı olma durumu da abartılı bir biçimde diğerlerinde ortak olan özellikler üzerinden kişinin kendisine benzersizlik bahşetmeye çalışmasıyla yaratılır. Şu anda AKP liderliği ile Gülen hareketi arasında yaşanan çatışma bana bu terimi hatırlatıyor. Çatışmanın yoğunluğuna rağmen, ben bu iki kamp arasında ideolojik veya siyasal zeminlerde çarpıcı bir ilkesel farklılık görmüyorum. Her iki grup da İslam yanlısıdır, evrensel düzeyde inançlı toplumlar fikrini desteklemektedir ve her ikisi de serbest piyasa ekonomisi ve özel girişimcilik temelli bir ekonomik alandan yanadır.
Her iki taraf da neredeyse bütün sosyal ve kültürel meselelere aynı muhafazakâr çerçeveden bakmaktadır. Daha da önemlisi, her ikisinin de kitlesel tabanları benzer insan profillerinden oluşmaktadır: Cumhuriyetin kurulmasından beri her daim Türkiye nüfusunda mutlak çoğunluk oluşturan ancak seküler rejimin marjinalize ettiği alt ve orta sınıflardan Anadolu insanları. Bundan ötürü, bence bu çatışma bir güç savaşıdır ve ekonomik, siyasal ve ideolojik zıtlaşmalardan kaynaklanmamaktadır. Burada öne çıkan devlet yapısının kilit noktalarına egemen olarak ekonomik ve siyasal çıkarları güvence altına almaktır ve bu zıtlaşmayı büyük bir çatışma olarak yansıtmak gerçekçi olmaz.

4) “Hesap verebilirliğimiz yüksektir çünkü üç kez seçim kazandık”

Davutoğlu partisinin üç seçimdeki başarısından ve etraflarındaki çoğunluk desteğinin giderek artmasından yola çıkarak hükümetinin güçlü bir hesap verebilirliğe sahip olduğunun altını çizmektedir.
Demokrasi dört beş yılda bir gerçekleştirilen seçimlerden ibaret değildir. Demokrasi toplumun liderlerini seçmesi ve iktidardaki siyasetleri ve icraatları için kendilerinden hesap sorabilir olmasıdır. Bir demokraside egemenlik halkındır. Siyasal otoritenin gücü seçilen siyasal liderlerde değil, halktadır. Güç halk tarafından geçici bir süreliğine iktidara getirilen hükümet liderlerine aktarılır. Demokratik bir rejimde halk seçilen liderlerini eleştirme ve hükümetin icraatlarının nasıl gerçekleştirdiğini inceleme hakkına sahiptir.  Ulusal ve yerel düzeyde yönetime seçilen temsilciler halkı düzenli olarak dinlemek ve ihtiyaç ve önerilerine cevap vermek durumundadır.
Ancak, 12 yılı aşan AKP iktidarında Türkiye’deki rejimin giderek otoriter bir yapı kazandığını, keskin biçimde dini ve ısrarla neo-liberal bir yapıya büründüğünü görmekteyiz. 2011 yılında kitlesel protestolara yönelen şiddet, terör örgütleriyle işbirliği yaptıkları şüphesiyle hapsedilen gazeteciler ve gazete sahiplerine eleştirel gazetecileri tasfiye etmeleri yönünde uygulanan baskılar bunu iyice ayyuka çıkarmıştır. Artan otoriter yönetim anlayışı ise milyonlarca insan tarafından onaylanmış görünmektedir çünkü Türkiye’nin temsil demokrasisine dayalı sisteminde seçmenin %53’ü son seçimlerde Davutoğlu’nun partisine oy vermiştir. 
Fakat yaklaşık iki yıl önce cereyan eden Taksim Gezi Parkı protestoları ile başlayan süreçte yeni bir muhalefet çizgisi şekillenmeye başlamıştır. Taksim Meydanı’ndaki genç eylemciler önemli bir hedefe ulaşmayı başarmışlar ve Türkiye’de bireysel özgürlükler ve demokrasi doktrinlerinin temel ilkelerine acilen ihtiyaç duyulduğunu göstermişlerdir.  Eğer ki büyük miktarlardaki insanlar düşüncelerini özgürce ifade etme ve barışçıl eylemler yapma haklarından mahrum edilir ve muhalefetlerini dile getirme girişimleri ağır şiddetle karşılanırsa, burada düzenli bir demokrasinin varlığından söz edemeyiz.

 

Not: Bu makalenin aslı 17 Aralık 2014 tarihinde www.opendemocracy.net tarafından İngilizce yayınlanmış olup yazar Bülent Gökay’ın rızası ve onayı alınarak Türkçeye çevrilmiş ve Gaile dergisinde yayınlanmıştır.

İngilizce aslından çeviri: Şevki Kıralp

Dergiler Haberleri