TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ: İŞLEVSEL İŞBİRLİĞİ BİLE TEHLİKEDE Mİ?

Ayrıca Türkiye AB’yi Kıbrıslı Türkleri dikkate almamakla haklı bir biçimde eleştirirken, son zamanlarda KKTC’ye yönelik tutumu ile devletin bağımsızlığına saygı göstermediği algısı yaratarak kendisi ile çelişkili bir duruma düştü.

Nilgün Arısan-Eralp

narisaneralp@gmail.com

Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin artık iyice şekil değiştirdiği herkesin malumu. Türkiye AB üyeliğine aday olmanın çok uzağında olduğu gibi, AB için artık ne stratejik ne de normal bir ortak. AB’nin gözünde Türkiye artık evrensel değerlerden uzaklaşmış, -her ne kadar son aylarda istikrarlı bir seyir izliyor gözükse de- dış politikada ne yapacağı öngörülemeyen, güvenilmeyen ve kontrol altında tutulması gereken bir komşu ülke.  Anlaşılan o ki, Türkiye Doğu Akdeniz’de istikrarı bozucu bir eylemde bulunmaz ve bir türlü adil bir mülteci politikası geliştiremeyen, mültecilerin dağılımı konusunda dayanışma gösteremeyen AB tarafından istenmeyen mültecileri tutmaya devam ederse, en azından AB liderleri nezdinde “makbul bir komşu” statüsünü koruyacak, aksi takdirde geçtiğimiz mart ayında yapılan AB liderler zirvesinde gündeme gelen yaptırımlar uygulamaya konulabilecek.

2020 yılının ekim ayından beri yapılan üç AB zirvesinde, dış politika (Doğu Akdeniz) başlığı altında ele alınan, haziran ayında yapılan zirvenin sonuç belgesinde ise Rusya, Libya ve Belarus gibi ülkelerle birlikte sıralanan Türkiye ile Birliğin artık değerlerden olabildiğince uzak işlevsel bir iş birliği kurmak istediği açık. Türkiye’de de resmi ağızlardan her ne kadar “AB üyeliği stratejik hedefimiz” dense de bu tür bir ilişki tercih ediliyor.

Türkiye, Ekim ayından beri AB’nin adeta alternatif bir ilişki tarzı olarak dile getirdiği ve aşamalı, koşullu ve geri döndürülebilir bir işbirliği olarak tanımladığı “pozitif gündem” e odaklanmış durumda. Farklı kesimlerin bu işbirliğinden farklı beklentileri var. Ancak, haziran ayında gerçekleşen AB liderler zirvesi sonuç belgesinin Türkiye ile ilgili bölümü dikkatlice okunursa söz konusu işbirliği/pozitif gündemin kapsamının iyice daraldığı görülür.

AB’nin son liderler zirvesinde Türkiye ile işbirliği kapsamında muğlak ve koşullu bir şekilde gümrük birliği modernizasyonuna, Lübnan ve Ürdün ile birlikte Türkiye’ye de Suriyeli mülteciler için aktarılan fonların sürdürülmesine değinilmiştir.  

Türkiye’de özellikle iş dünyası ve AB ile az da olsa norm bazlı ve en azından kurala dayalı bir ekonomiyi zorunlu hale getirecek bir ilişki isteyen bir kesim açısından çok önemli olan gümrük birliği modernizasyon süreci, AB terminolojisine hâkim kişilerin yorumuna göre bir başka bahara ertelenmiştir. AB Konseyi, Avrupa Komisyonu tarafından Gümrük Birliği’nin modernizasyonu için başlatılan teknik çalışmaları “not etmiş”, uygulamadaki mevcut sorunların giderilmesini ve gümrük birliğinin tüm üye devletlere uygulanmasının (Kıbrıs’a liman ve havaalanlarının açılması) gerekliliğini hatırlatmıştır. Modernizasyon müzakerelerinin başlaması için gerekli yetkinin AB Konseyi (liderler) tarafından yapılacak ek yönlendirmeler ışığında Bakanlar Konseyi tarafından verilebileceğini ifade etmiştir.

Kısaca ve açıkça söylemek gerekirse ekim ayından beri yapılan dört zirvede, özel olarak ele alınan ve işlevsel nitelikte devam edeceği netlik kazanmış olan Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği   belirsizliğini korumaktadır. AB esasında gerek Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi kontrol edebilmek, gerekse mülteciler konusunda oynamasını istediği, tabiri caizse “kapı bekçisi” rolünü oynamaya devam etmesini temin etmek için Türkiye üzerinde bir baskı gücüne sahip olmak istemektedir. Ancak bunun için kurulması gereken ilişkinin niteliği ve içeriği hakkında kararsızdır. Türkiye’nin de AB ile ilişkilerine yönelik bir strateji geliştirmiş olduğu söylenemez.

Bu belirsizliğin temel nedeni taraflar arasındaki karşılıklı güvensizliktir.  Ancak tamamen işlevsel nitelikteki işbirliğinin bile hayata geçememesinin arkasındaki unsurlar incelenirken şüphesiz ki “odadaki filler” in göz ardı edilmemesi, hatta özellikle üzerinde durulması gerekir.

Bu nedenlerin başında AB’nin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yumuşama politikasının sürdürülebilirliğine ilişkin endişeleri geliyor gözükse bile; en önemli neden Türkiye’nin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusundaki durumudur.

Her ne kadar ekim ve aralık ayında yapılan AB zirvelerinin sonuç belgelerinde Türkiye’de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar konusunda hiçbir ifade yer almamış, daha sonra yapılan zirvelerde ise bu konulara adeta ilişkilerin dışındalarmış algısı yaratacak şekilde yer verilmiş ve bu durum artık AB liderlerinin Türkiye’yi bir aday ülke olarak görmediklerine delalet etmiş olsa bile farklı gelişmeler mevcuttur.

6 Nisan 2021 tarihinde, Avrupa Komisyonu başkanı Ursula Von der Leyen ve AB Konseyi başkanı Charles Michel’in, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la gerçekleştirdikleri zirve toplantısı ertesinde yaptıkları basın toplantısında, Avrupa Komisyonu başkanı Von der Leyen “açık ve dürüst bir ortaklık” istediklerini, bunun için de temel insan hakları ve hukukun üstünlüğünün gerekli olduğunu dile getirmiştir.  Michel ve Von der Leyen demokrasi, temel haklar ve hukukun üstünlüğünün taraflar arasında işbirliği olarak nitelendirilebilecek yeni ilişkinin “sürdürülebilir” olması için gerekli olduğunu vurgulamışlardır. 

Bu vurguların AB’nin Mart zirvesinin sonuç belgesinde demokrasi, temel haklar, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularının ilişkilerin dışındaymış hissini verecek bir şeklinde yer almasının nedenin, Fransa’nın başını çektiği bazı üye ülkeler, AB kamuoyu ve Avrupa Parlamentosu (AP) tarafından sert bir şekilde eleştirilmesi olduğu düşünülmektedir.  

AB karar alma mekanizmasında ağırlığı giderek artan AP, her yıl olduğu gibi bu yıl da mayıs ayında yayımladığı Türkiye raporunda ülkenin mevcut durumunun bir fotoğrafını çekerek, eğer Türkiye acil olarak demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel hakları garanti altına alacak reformları hayata geçirmezse müzakerelerin askıya alınmasını tavsiye etti. Ayrıca bu bağlamda ülke tarafından hazırlanacak strateji ve eylem planlarını değil, uygulamayı görmek istediğini belirtti. Buna neden olarak da Türkiye’deki uygulamaların, söz konusu plan ve stratejilerle uyumsuzluğu gösterildi.

Esasında Parlamento’nun Türkiye ile AB müzakerelerinin askıya alınması sürecinde yetkisi, hatta öneri yetkisi bile yok. Ancak, bu konuda öneri yetkisi olan Avrupa Komisyonu’na, üye devletlere ve nihai kararı verecek AB Konseyi’ne tavsiyede bulunabilir.

Ancak bugün içinde bulunulan koşullar gereğince Parlamento, Türkiye’ye “pozitif gündem” kapsamında koşullu olarak önerilen işbirliği alanlarının çoğunda onay yetkisine sahip. Gümrük Birliği modernizasyonu yönündeki müzakereler başlar ve olumlu sonuçlanırsa bile AP onay vermeden güncelleştirme yapılamayacak. Türkiye vizelerin kaldırılması konusundaki tüm koşulları yerine getirse bile bu konuda AB Bakanlar Konseyi ile ortak karar alma yetkisine sahip olan Parlamento onaylamadan vizeler kaldırılamayacak. Ayrıca mülteci işbirliği konusunda Türkiye’ye verilecek yardımlarda da AP’nin söz hakkı var.

AP bu yetkilerine dayanarak son raporunda AB liderlerine ve Türkiye’ye bir uyarı yaptı ve Türkiye evrensel değerleri benimsemezse pozitif gündemin uygulanmasını engelleyeceğini bildirdi. Parlamento’nun bu tavrı AB üye ülke parlamentoları ve kamuoylarını da etkiliyor ve AB liderleri üstünde de baskı oluşturuyor. Bu nedenle Türkiye hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları alanında ciddi adımlar atmadığı sürece AB ile gümrük birliği modernizasyonu da dahil olmak üzere işlevsel ilişki geliştirilebilmesi bile çok zor gözüküyor.

Türkiye-AB ilişkilerinin üzerinde “Demokles’in kılıcı” niteliği taşıyan bir başka unsur da “Kıbrıs sorunu”.  25-26 Haziran’da yapılan AB zirvesinde Türkiye ile ilişkiler konusunda muğlak ifadeler taşımasının nedeninin AB liderlerinin Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 20 Temmuz’da Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti’ne ziyarette yapacağı açıklamanın beklenmesi olduğu söylendi.

AB “Kıbrıs sorunu” konusunda çok ciddi hatalar yaptı:

  •  Soruna bir çözüm getirilmeden Güney Kıbrıs’ın adanın tümünü temsil eder şeklinde, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında üye yapılması;
  •  Bugüne kadar geliştirilen en adil ve en kapsamlı çözüm planı olan Annan Planı’nın 2004 yılında Kıbrıslı Türkler tarafından kabul edilip, Kıbrıslı Rumlar tarafından ret edilmesinden sonra verilen söze rağmen Kıbrıslı Türklerin izolasyonuna son verilmemesi;
  • Crans Montana görüşmeleri 2017 yılında Kıbrıs Rum yönetiminin Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini kabul etmemesi nedeniyle sonuçsuz kalıp Birleşmiş Milletler (BM) parametreleri içinde iki kesimli, iki toplumlu bir federasyon gerçekleşmeyince bu konuda en ufak bir yapıcı girişimde bulunulmaması.

Garantör ülke sıfatıyla Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti (KKTC) yönetimi bu hataları AB ve dünya kamuoyuna açıklayıp, BM parametreleri doğrultusunda bir çözüm için tekrar masaya oturmadan Rum yönetiminin siyasi eşitliği taahhüt etmesi talebinde bulunup uluslararası hukuk açısından son derece haklı bir tutum benimseyebilirlerdi. Aksine, Kıbrıslı Türklerin önemli bir bölümünün de kabul etmediği ve BM parametreleri dışında iki devletli bir çözümde ısrarlı gözüküp, bir de Maraş için BM kararlarına (resolution) aykırı açıklamalar yapınca adada çözüm istemeyen kesimlerin ellerini güçlendirdikleri gibi uluslararası hukukla çelişen bir görünüm de sergilediler. Başka bir ifade ile haklı iken haksız duruma düştüler.

Ayrıca Türkiye AB’yi Kıbrıslı Türkleri dikkate almamakla haklı bir biçimde eleştirirken, son zamanlarda KKTC’ye yönelik tutumu ile devletin bağımsızlığına saygı göstermediği algısı yaratarak kendisi ile çelişkili bir duruma düştü. Hatta öyle ki Türkiye’nin KKTC’ye bir vilayeti gözüyle baktığını söyleyenler bile oldu.

Bütün bu gelişmeler Türkiye ile AB arasındaki ilişkilere iyice kırılgan bir nitelik kazandırmış, mevcut koşullarda başka bir alternatifi olmadığı düşünülen işlevsel ilişkiyi bile zorlaştırmıştır. Bu çıkmazdan kurtulmak için iki tarafta da sağduyulu ve yapıcı bir politika benimsenmesi gerekmektedir. Şöyle ki, ilişkileri kalıcı bir biçimde iyileştirmek için gerekli siyasi irade ortaya konulmadıkça bu mümkün gözükmemektedir.

Dergiler Haberleri