“Trabzansız Düşünebilmek”, “Hakikat Tiranlığı” ve Zihniyet Sancısı (‘Başka türlü düşünmek...’)

“Trabzansız Düşünebilmek”, “Hakikat Tiranlığı” ve Zihniyet Sancısı (‘Başka türlü düşünmek...’)

Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com

Bugün KKTC’nin kuruluşunun otuz ikinci yıldönümü. Kıbrıs’ın yakın siyasi tarihinde, imkânları ve imkânsızlıklarıyla önemli bır kırılma noktası. Adet olduğu üzere, yıldönümü vesilesiyle törenler yapılacak, gündemi bu konu meşgul edecek, üzerinde konuşulup tartışılacak. Ancak bugünler itibarıyla fırtına koparan bir başka konu daha var: Türkiye’de  gerçekleştirilen 1 Kasım milletvekili genel seçimleri, ortaya çıkan çarpıcı sonuçlar ve bu aşamaya varıncaya kadar yaşanan gelişmeler. Her iki olayın da kaçınılmaz olarak işaret ettiği şey ise siyaset ve haliyle bu kapsamda öne sürülen görüşler, dillendirilen düşünceler, eleştiriler, yorumlar ve değerlendirmeler. Başka türlü olması da mümkün değil zaten. Değil, çünkü nihayetinde toplumsal taleplerin gerçekleşmesinin, keza toplumsal değişimin, temel ve vazgeçilmez unsuru siyaset ise; o siyaseti geliştirip özgürleştirecek, ona alan açacak önemli bir unsur da arkasındaki düşünce birikiminin yoğunluğu ve çeşitliliğidir. O halde yerin dibine batırmaya çalışsak da, kuşkusuz eleştirmek bâki kalmak şartıyla,  yine de siyasete hakkını verelim; ancak resmi tamamlamak için yanına düşünceyi de mutlaka yerleştirelim.

Sadede gelecek olursam, bir yanda otuz iki yılın yorgunluğunu taşıyan KKTC’yi, beri yanda doksan yıllık cumhuriyet tarihinin yükü altında sıkışan Türkiye’yi, 1 Kasım seçimlerini vesile yaparak aynı yazıda buluşturmamın nedeni, daha çok, siyaset ve siyasetin arkasındaki düşünce (zihniyet) dünyasına bakma dürtüsü.  Şöyle söyleyeyim: Bu iki olaydan yola çıkarak, aslında çok daha genele şamil olan,  olaylar/olgular veya sorunlar karşısında, geleneksel ya da mevcut anlayış ve yaklaşım biçimlerinin ötesinde, ‘ başka türlü düşünmek talebine, yanıt bulmak demek fazla iddialı olacak ama, en azından bir giriş yapmak kaygısıyla yazıldı bu yazı. İtiraf etmeliyim ki bu cüretkârlığa soyunurken bana el veren ise, yirminci yüzyılın en değerli siyaset teorisyenlerinden birisi, Hannah Arendt oldu. 

Fatmagül Berktay “Dünyayı Bugünde Sevmek- Hannah Arendt’in Politika Anlayışı” (Metis Yayınları)  başlıklı kayda değer çalışmasında Arendt için, “Arendt’i okumak ve anlamaya çalışmak, sürekli yeni sorulara açılan, hiç beklenmedik dönemeçlerle karşılaşılan, kimi zaman tedirgin edici de olabilen dönüşsüz bir düşünme labiretine girmek anlamına “  gelir diye yazar. Şüphe yok, tam da burada söylendiği gibidir; yirminci yüzyılın hem “totalitarizm dehşetini” doğrudan yaşamış ve hem de aynı yüzyılın “özgürlük olanağı açısından taşıdığı potansiyel üzerine” çok düşünmüş olan Arendt, başta “Totalitarizmin Kaynakları”, ‘İnsanlık Durumu”, “Geçmişle Gelecek Arasında” kitapları -her üçü de İletişim Yayınları’ndan çıkmıştır-  olmak üzere, bütün metinlerinde dikkat çekici çözümlemeler yaparak, özgün ve yaratıcı değerlendirmelerde bulunur. Kanımca Arendt’i ayrıcalıklı politika teorisyeni kılan en belirgin özelliği, Berktay’ın da altını çizdiği üzere, ‘anlamayı’ esas alması, buradan hareketle de  “alışılmış kategorilere, sınıflandırmalara, klişelere meydan okuyan ve her olguyu kendi somutluğu içinde analiz eden sarsılmaz bağımsız düşünmeyi” kendisine ilke edinmesidir. Böyle olduğu içindir ki olaylar, olgular, sorunlar karşısında ‘başka türlü düşünmek’in, Arendt’in vazgeçilmez yaklaşım biçimi olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Bu yazı kapsamında Arendt’in düşünce dünyasına ait, bugünde de karşılığı olduğunu düşündüğümden özellikle dikkat çekmek istediğim ve bu nedenle de yazının başlığında kullandığım iki tanımladan birisi olan “trabzansız düşünebilmek”,  tam da başka türlü düşünmenin imkânlarını yaratacak temrinleri içeren münbit bir hareket alandır.  Onun, politik felsefesi bakımından muhafazakâr mı, liberal mi yoksa sosyalist mi olduğu sorularına -her ne kadar o bu soruları pek takmıyor olsa da- sürekli maruz kalmasına yol açan bu düşünsel tavır, denilebilir ki olaylar/olgular karşısında özgür düşünme tutkusunun, haliyle perspektif genişliği ve derinliğinin arkasındaki itici güçtür. Bu anlayışı ve yaklaşım biçimini şöyle açıklamaktadır Arendt: “Ben trabzansız düşünme diyorum. Yani, merdivenlerden iner çıkarken daima trabzana tutunabilirsiniz düşmemek için. Ne var ki biz bu trabzanı yitirmiş durumdayız.  Ben her zaman düşünme (edimine), başka hiç kimsenin daha önce düşünmemiş olduğu gibi başlanması ve ondan sonra başka herkesten öğrenilmesi gerektiğini düşünmüşümdür.” Zurnanın zırt dediği yer işte burasıdır, şundan: Yola “daha önce düşün(ül)memiş gibi” çıkma gerekliliği belirtilirken temel kaygının kendinden başka herkesin red ya da inkâr edilmesi değil de, “herkesten öğrenilmesi gereken” şeyler olduğuna vurgu yapılmış olması. Bir başka ifadeyle  tam da bugün itibarıyla talep edilen ‘zihniyet dönüşümü’nün esasının altının çizilmesi. 

Uzatmadan devam edeyim; Arendt’in düşünce dünyasına bakarken yazdıklarında yine bugüne yönelik olarak önemsediğim, o nedenle yazı başlığımda onu da kullandığım diğer tanımlama ise “hakikatın tiranlığı”dır. Berktay’dan doğrudan aktaracak olursam Arendt bu tanımlama kapsamında “olgulara ve çoğulluğa dayanan politikayı ortadan kaldırma harekatının bir parçası olarak olgusal gerçekliği yok edip yerine kendi (mutlak ve tekil) kurmaca hakikatini geçirmeye çalışan totalitarizmde kristalleşen ideolojik hakikat tiranlığına” vurgu yapmaktadır ki bu da, bugün halen hâkim zihniyet dünyasının aşılması gereken belirgin karakteristiğidir. Yazar günümüz modern demokrasilerine gelene kadar, zaman içinde biçim değiştirse de, az ya da çok mahiyetini koruyacak olan bu karakteristiğin başlangıç noktası olarak Antik Yunan’ı, Polis (Atina) demokrasisini ve bu demokrasi çerçevesinde Sokrates’le öğrencisi Platon’un -bir bakıma tarihe damga vuracak- yaklaşım biçimlerini işaret eder ve bu hikâyeyi anlatır. (O ne cuk oturan bir tanımlamadır,  Berktay’ın Arendt için yaptığı: “Şair ve filozof arasındaki bir öykü anlatıcısı.”)

Siyasal felsefe tarihinde “İsa’nın yargılanması ve mahkûm edilmesinin din tarihinde oynadığı rol kadar önemli bir dönüm noktası” olduğu kabul edilen bu olaydan söz etmeden geçmek mümkün değildir. Malûm, Sokrates yaptığı eleştirilerden dolayı Atina’da ölüme mahkûm edilir. Kendini sıradan bir yurttaş olarak gören, görüş ve düşüncelerinin öznel kanaatlerdan ibaret olduğunu kabul eden, eleştirel olmayı ve çoğulluğu önemseyen, deyim yerindeyse Polis’in en erdemli yurttaşı olan Sokrates’i, bu ve bezeri özellikleri yine de korumaya yetmez. Üstadın ölümü öğrencileri ve o öğrenciler arasında Platon’da ciddi bir travma etkisi yaratacıktır ve felsefe dünyasında  “Batı felsefe tarihi ona düşülen dipnottan ibarettir” denecek kadar önemsenen Platon’un, bu bağlamda tepkisi çok sert olacaktır. Özetin özeti söylediği şudur: Felsefe “aşkın, mutlak, evrensel olanın” peşindedir, oysa kanaatler çoğuldur;  hakikat tektir ve devlet idaresinde  ‘geçici kanaatlere’ değil, ‘ebedi hakikatlere’ ihtiyaç vardır; filozof sıradan yurttaş değil hakikatin temsilcisidir ve yönetme hakkına -filozof kral- sahiptir. Bu dizi uzatılabilir ama dünya alemin ve naçizane bizim de saygıda kusur etmediğimiz üstad Platon öfkesine yenilmiş gibidir ve dahası bu öfke, literatürde  “(Platonik) hakikat tiranlığı” kavramının yer etmesinde, öyle ya da böyke etkili olacaktır. Yanılıyor muyum bilmiyorum, bu durum aynı zamanda ortaçağdan başlayarak bugüne -en azından modern dönemin sonuna- kadar oluşan hâkim zihniyet dünyalarının mutlak koordinatlarını da belirleyecektir. İster ‘aşkın dinsel hakikat’ temelinde, isterse akıl, pozitivist bilgi ve ideolojiler, yani “aşkın seküler hakikat’ temelinde olsun, o hakikatin önceliğine göre, ‘ataerkil- hiyerarşik-otoriter’ ya da ‘modernist (bilimsel-ideolojik) ‘otoriter zihniyet’(ama her iki durumda da ‘otoriter’) -her ne kadar gelişmiş demokrasiler buradan ‘demokratik’ açılımlar geliştirmiş olmaya başlasalar da-, hâkim zihniyet modelleri olarak varlığını sürdüreceklerdir. 

Hannah Arendt’in henüz darmaduman olmayan 20. yüzyılın yerleşik siyasal sistemi ve zihniyet dünyası içinden yaptığı “trabzansız düşünebilmek” ve “hakikatin tiranlığı” tespitleri ve buralardan vaziyet çıkarılması gerektiği vurgusu, bir bakıma hâkim zihniyet biçiminin sona erdiğinin ve değişmesi gerektiğinin erken uyarısını veren, özgür ve yaratıcı bir aklın ifadesidir. Arkadan yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan gelişmeler bu süreci hızlandırmış, zihnin ve zihniyetin özgürleşmesi gerektiği en azından kimi kesimlerin ilgisini çekmiş, bu bağlamda farklı yaklaşım ve açılımlar, düşünce ve siyaset dünyasında yansımalar bulmaya başlamıştır. Bunun yanında aynı anda,   “aman dokunmayın yanarsınız, bu post modern cehennemdir, ihanet içine düşersiniz, sizi yutar,” deyip eskiye ait zihni konformizmi içinde, üstelik bunu tutarlılık adına yaşamaya devam edenler de sahnedeki yerlerini korumaya devam etmişlerdir. Bütün bunlar,  üzerine çok konuşup tartışılan ve  daha da konuşulup tartışılmaya devam edilecek, bizlerin de zaman zaman naçizane kenarından köşesinden dâhil olduğumuz konulardır. Önemli olduğuna bir kez daha vurgu yaparak, iyisi mi bu kadarı yeter deyip, ileride başka yazılarda yeniden dönmek üzere bir nokta koyalım ve başladığımız yere dönerek yazıyı tamamlayalım.  

Bu yazıda H.Arendt’i referans göstererek önemli olduğunu düşündüğüm, son kertede yeni bir zihniyet dünyasını işaret eden üç tespite vurgu yaptım: “Trabzansız düşünebilmek”, “hakikatin tiranlığı” ve “başka türlü düşünmek”. Spekülatif bir yanı olduğunu kabul ediyorum, ama entelektüel çaba (bu çaba o kadar aşağılanıyor  ki bunu söylemekten çekiniyorum) biraz da böyle bir şey değil mi? Evet, siyasetten ve siyasetçiden  somut çözümler beklenmesi doğal, ancak bunun bir de düşünsel arka planı varsa -ki olmak gerekir- orada illa ki doğrudan çözümler üretmek değil -ya da bunun yanında- perspektif ve yorum genişliği sağlayacak “insiyatif almalar” da (bunu söyleyen Arendt’tir) göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Bir türlü çözülemeyen, bu çözümsüzlük hali içinde kimilerince bir ‘alternatif’,  kimilerine göre bir ‘engel’, kimilerine göre ise federal çözüm aşamasında dönüştürülerek o çözümün kurucu parçası olacak olan KKTC’nin,  bugün otuz ikinci kuruluş yıldönümünü kutluyor. Bu vesileyle yorgunu olduğumuz Kıbrıs sorununda ve iç siyasette, hamaset ve basmakalıp söylemlerin dışında kanımca bu türden perspektif geliştiren, zenginlik ve çeşitlilik içeren insiyatiflere; sadece siyasi çözüm bakımından değil, hayatın her alanındaki sorunların çözülmesi ya da çözümüne katkı yapılması bakımından da, her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Aynı şeyin, onun için ayrı ve geniş bir parantez açmak gerekli olsa da, Türkiye’de 2000’li yılların ilk dekadından 1 Kasım seçimlerine varana kadar yaşanan gelişmeler ve çözümlemeler için de geçerli olduğunu söylemek mümkün..

Şöyle bitirmek istiyorum:  “”trabzansız düşünebilmek” , “hakikatin tiranlığı”ndan kurtulmak,  ‘başka türlü düşünmek’ tekil, mutlak ve otoriter olanın (siyaset, ideoloji,düşünce, hakikat) esaretinden kurtulmak  demek. Baktığında salt görmek istediğiyle, okuduğunda salt anlamak istediğiyle yetinmeyen; başkalarına ihtiyaç duyan, çoğulluğu önemseyen, müzakere ve iknayı bir yöntem olarak kabul eden, hasılı yeni bir zihniyet biçimine ve dünyasına adım atmak demek.

Yaşadıklarımız, tanık olduklarımız, deneyimlerimiz bugünün dünyasının bir ihtiyacının da bu olduğunu yeterince göstermiyor mu?

Dergiler Haberleri