Tarih, doğa ve şarap (daha, ne olsun!)

Çoğu İtalyan kenti gibi Floransa da Ortaçağ dokusunu korumuş. Yeni yerleşim bölgeleri, hatta sanayi bölgeleri bile “eski yapılaşmaya” sadık kalınarak dizayn edilmiş… Gökdelenler, çirkin beton yığınları, devasa AVM’lere kesinlikle izin yok.

Tamer Öncül

Nisan’ın ikinci haftası, “tarih, sanat ve doğanın kucaklaştığı” orta İtalya’daydım, bir hafta boyunca…

Rönesans’ın doğum yeri olarak bilinen ve bir dönem İtalya Krallığı’na da başkentlik yapmış olan Floransa ilk durağımızdı. Geniş meydanları yüzlerce yıllık binaları ve sokaklarıyla adeta bir açık hava müzesi olan Floransa, Arno nehri etrafında kurulmuş,”derli toplu” bir kent. Yılda 2 milyona yakın turist ağırlıyor…

Her köşede karşınıza çıkan, birbirinden güzel tarihi yapıları, sanat merkezleri, müzeleri, meydanları ve köprülerini hayretle izledikçe, bu ilginin az bile olduğunu düşünüyor insan… Birçok Avrupa (hatta İtalya) kentine göre oldukça pahalı olmasına karşın sokakları turist kaynıyor…

Otelimiz, Floransa’nın en büyük ve en ünlü meydanı Piazza del Duomo’ya sadece 2 dakika yürüme mesafesinde… Hiçbir lüksü olmayan çok sıradan eski bir bina. Kayıt yaparken, gecelik (kişi başı) 3 EURO’yu peşin ödüyoruz.  Bir nevi toprakbastı parası.

Bavulları odaya atar atmaz kendimizi sokakta buluyoruz. Piazza del Duomo meydanındaki en ünlü yapı; şehrin sembollerinden biri olan Duomo Katedrali (inşasına 13. yüzyılda Arnolfo di Cambio tarafından başlanmış) ilk durağımız.

Çoğu İtalyan kenti gibi Floransa da  Ortaçağ dokusunu korumuş. Yeni yerleşim bölgeleri, hatta sanayi bölgeleri bile “eski yapılaşmaya” sadık kalınarak dizayn edilmiş… Gökdelenler, çirkin beton yığınları, devasa AVM’lere kesinlikle izin yok. Geniş meydanlara açılan, labirentimsi her sokak yeni bir sürpriz çıkarıyor karşınıza (Galileo, Michelangelo, Dante, Machiavelli gibi birçok önemli kişinin anıt mezarları bunlardan yalnızca birkaçı)… Bu meydanda yükselen müthiş Çan Kulesi, (414 basamakla çıkılan, Giotto’nun bu müthiş eserine tırmanmayı göze alamıyoruz) gezi boyunca sıklıkla göreceğimiz “kulelerin” en ünlülerinden biri.

Meydanda ayrıca, Aziz Giovanni Vaftizhanesi, Kubbe, Museo dell’Opera del Duomo (içerisindeki eşsiz sanat eserlerini görmek başınızı döndürebilir), Palazzo Nonfinito Müzesi, Pegna Marketi, Palazzo Salviati, Bargello, Badia Fiorentina, Casa di Dante ve Loggia del Bigallo gibi müthiş binalar yer alıyor. “Meydan” nasıl olsa ayağımızın altında, üç gün boyunca buradan geçip her seferinde farklı bir köşesini keşfedebiliriz (ki öyle yapıyoruz) diyerek;  birçok filime “sahne olmuş,  Ponte Vecchio’ya (namı diğer Eski Köprü) yürüyoruz.  Floransa’da bulunan altı köprüden en eski ve en ünlüsü bu (1345 yılında inşa edilen köprü, II. Dünya Savaşı sırasında şehrin yıkılmadan ayakta kalan tek köprü). Köprü üzerinde, eski yapılarını koruyan küçük dükkanlar; Mannelli Kulesi ve ünlü Vasari Koridoru (16. yüzyılda Giorgio Vasari tarafından yapılmıştır. Pitti ile Uffizi’yi birbirine bağlayan bu koridor Medici Ailesi’nin halka karışmadan koridordaki resimlere bakarak gidip gelmelerini sağlamak amacıyla yapılmıştır).

Floransa’da görülmesi gereken yerlerin başında, Pitti Sarayı (Palazzo Pitti), Signoria Meydanı ve Aşıklar Tepesi gelir kuşkusuz… Pitti Sarayı 1457 yılında Pitti Ailesi için inşa edilmiş; 16. yüzyıllarda Medici Ailesi’ne satılmıştır. Sarayı’da beş tane önemli müze ve galerinin yanı sıra çok büyük bir bahçe vardır.

Signoria Meydanı (Piazza della Signoria), siyasi ve sosyal yaşamın canlı olduğu bir açık hava müzesini andırmaktadır. Meclis salonu Salone dei Cinquecento, Neptün Çeşmesi, Giambologna’nın atlı Grandük I. Cosimo heykeli ve mermerden oyulma Sabin Kadınların Kaçırılması heykeli, etrafı su perileri ile çevrili Ammannati’nin Neptün Çeşmesi, Cellini’den Perseus, Palazzo Vecchio, antik Roma heykelleri ile bezeli Loggia dei Lanzi, Loggia dei Lanzi’nin tepesinde bulunan Uffizi Kafe, Cellini’den Perseus heykeli bulunmaktadır. Michelangelo’nun günümüzde Accademia’da bulunan dünyaca ünlü “David” heykeli de bu meydandadır.

Floransa’da kaldığımız günlerden birini de yakın çevreyi gezmeye ayırdık… En az Floransa kadar büyüleyici (belki de bu yüzden iki kent birbirinin ezeli düşmanı olmuştur) Siena da bunlardan biriydi. İtalya’nın en güzel bölgelerinden birisi olan Toskana’da yer alan Siena, 2. Dünya Savaşı’nın yıkımından ve İtalya’daki modernleşme hareketinden etkilenmeyen ender kentlerden biri. Kentin ünlü meydanı Piazza Del Campo’ya doğru yola alırken rehberimiz muhteşem bir binanın önünde durup; bu binanın dünyanın ilk bankasına ait olduğunu ve yüzlerce yıldır faaliyetini sürdürdüğünü söylüyor. “Demek ki kapitalizmin kurulduğu yer burası; yıkılacağı yer de burası olur umarım” diyorum; anlamsız bir gülümsemeyle yanıtlıyor beni… Şimdilerde “komşu” denilen, 17 komünal (Contrada) aileye ait bu kente yabancıların gelip yerleşmesi hala belli kurallara bağlı…   Sık sık kültürel etkinliklere sahne olan ana meydandaki Mangia Kulesi (Torre Del Mangia), 1325-1348 yılları arasında inşa edilmiş vce kilisenin devletle eşit güçte olduğunu vurgulamak için Siena Katedrali ile aynı yükseklikte tasarlanmış (88 metre). Kilisenin gövde gösterisi yaptığı bu meydan’ın en önemli özelliklerinden biri de tarihi at yarışlarına ev sahipliği yapmasıdır… Her yıl 2 Temmuz ve 16 Ağustos günlerinde  düzenlenen bu yarışlar  17 Contrada’nın bir birleriyle yarışmasından başka bir şey değildir.

Sieana’nın ardından bir başka “UNESCO koruması altındaki” bölgeye kırıyoruz dümeni. Yaklaşık 90.000 nüfuslu bir kent olan  Pisa yalnızca o yan yatmış kulesiyle ünlü değil; arkeolojik ve tarihi kalıntılarla örülü bir şehir.  M.Ö. 5 yüzyılda kurulduğu düşünülen ve tarihi kalıntılarını hala muhafaza eden Pisa, geçmişin izlerini korumayı başarmış ender şehirlerden biri aslında. Pisa kulesinin gölgesinde kalan tarihi köprüler (Arno Nehri üzerinde); kentin en ünlü meydanı olan Mucizeler Meydanı (Piazza dei Miracoli; Galileo Galilei’nin de vaftiz edildiği St. John Vaftizhanesi de bu meydandadır); beyazlara bürünmüş mimari yapılar ve tarihi eserler, bu kenti tanımak için görülmesi gereken şeyler.

Pisa’dan sonra, “Festivaller ve bisikletler kenti” Lucca’ya geçiyoruz… Surların arkasına saklanmış bu kentte olağanüstü bir sessizlik ve güvenlik karşılıyor bizi… Kent merkezine ulaşan tüm yollar polis ve silahlı askerler tarafından kesilmiş. Suriye konusunda toplantı yapan G/ zirvesine karşı ciddi bir gösteri olmuş biz oraya gitmeden… Gece otelde televizyondan öğreniyoruz bunu… Havada uçan gaz fişekleri ve coplarla küçük çaplı bir “Gezi olayı” yaşanmış meğer… Biz, gittiğimizde, insanlar çoktan sokaklardan çekilmiş, dükkanlar kapanmış; “güvenlik önlemleri” hat safhaya  ulaşmıştı… Çaresiz geri dönüp; Tosacna bölgesi’nin verimli çiftliklerinden birine “misafir” oluyoruz… Göz alabildiğine bir yeşillik… Toscana bölgesinin tüm yerleşim yerlerinde olduğu gibi, adı Cipri (Kıbrıs’tan oralara götürüldüğü için bu isim verilmiş) olan serviler arasından tepeye tırmanıp; temiz havayı (yanında da çiftliğin kendi üretimi ekmek, peynir ve şarabı da) içimize çekiyoruz…

Floransa’da kaldığımız dört gün içinde uğrak yerlerimizden biri de, Orta Çağ’dan kalma kuleleri (72 kuleden günümüze sadece 14 tanesi kalmış) ve  Kuzey Avrupa’dan gelip Roma’ya uzanan hac yolunun üzerinde olması nedeniyle, dünyanın en ünlü turistik yerlerinden biri olan San Gimignano oluyor…  O da, pek çok İtalyan kenti gibi “Unesco Dünya Mirası” listesinde…

Floransa’dan Roma’ya yolculuğumuzda bir başka müthiş kasabaya uğruyoruz… Kayalar üzerinde yükselen bu “Kale kasaba” Orvieto… Feniküler’le tepedeki kasabaya ulaşıp, meydandaki 300 yılda tamamlanmış ve Meyrem anaya adanmış  Katedral’i dışarıdan izledikten sonra, “dünyanın ilk otomatik saatine”  ev sahipliği yapan 365 basamaklı saat kulesinden bölgeyi seyrediyoruz…

 

VE ROMA…

 

2800 yıllık tarihi ile, geçmişten günümüze birçok önemli medeniyete ev sahipliği yapan Roma bir “Tarih-Arkeoloji” şehri… Rehber eşliğinde neredeyse bir tam gün boyunca adım adım dolaşıyoruz, her köşesinden tarih fışkıran bu kenti… İlk durağımız, 2bin yıla yakın süredir ayakta duran, 80 kapıdan, 55.000 izleyicinin giriş yapabileceği kapasitedeki Kolezyum… Müthiş bir mimari ve mühendislik ürünü bu devasa stadyum, yüzyıllarca tanık olduğu vahşetin utancı içinde sanki… Kolezyum’un, sadece tiyatro oyunları için değil, hayvan dövüşleri, idamlar ve gladyatör mücadeleleri için de kullanıldığını çoğu insan (en azından filmlerden) biliyor...

Kolezyumun hemen yanındaki (Batısında) Roma Forumu, Antik Roma’nın siyaset, ticaret ve hukuk yaşamının merkeziydi. MÖ 5. yüzyıldan MS 5. yüzyıla kadar, 1000 yıl boyunca şehrin en önemli bölgelerinden biri olan Forum’da, Septimius Severus Zafer Takı, Vesta Tapınağı ve Vesta Bakireleri Evi, Curia, Kastor ve Polluks Tapınağı, Titus Zafer Takı, Maxentius ve Constantinus Bazilikası, Vespasianus Tapınağı, Satürn Tapınağı, Antoninus ve Faustina Tapınağı gibi önemli yapılar var. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından çoğu bina harabeye dönüşse de halen tüm görkemiyle sizi etkisi altına alabiliyor.

Forum’dan Kolezyum’a uzanan yol trafiğe kapatılmış. Her meydanda olduğu gibi buralarda da çok ciddi güvenlik önlemleri var…

Bu tarihi yapıların hemen yanında süren metro istasyonu inşaatı, tarihe saygısızlık gibi görünse de; Belediye bu alana akın eden yoğun kalabalığı yer altından taşıyarak, ciddi trafik sorununu engellemeyi hedeflemiş.

Hatırlarsanız, geçen yıl Haziran ayında yapılan yerel ve bölgesel seçimlerde sistem karşıtı 5 Yıldız Hareketi'nden Roma Belediye Başkanı seçilen Virginia Raggi, seçim sürecinde verdiği sözü tutarak, Roma’nın, 2024 Olimpiyat adaylığı başvurusunu geri çekmesi İtalya’da büyük tepki çekmişti. "İdeolojik ve demogojik sebeplerle takınılan tavrın kente zarar vereceği; Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nden gelecek para, 177 bin yeni istihdamı ve 2017-2023 arasında yüzde 2,4'lük bir zenginlik artışını reddetmenin sorumsuzluk olduğu” eleştirilerini almasına karşın, kararını Belediye Meclisinde onaylatan başkan Virginia Raggi,  asıl sorumsuzluğun “Olimpiyatlara Evet demek” olduğunu vurgulayarak; “Olimpiyatların Roma'yı borç ve çimentoya boğacağını” söyleyerek, “Kalkınmacı akılsızlığın” bu kente zarardan başka bir şey vermeyeceği gerçeğini çok net olarak belirtmişti…  

 

Roma’ya gidip de “Aşk Çeşmesi”ne (Trevi Çeşmesi) uğramamak olmazdı elbette… Papa XII. Clement tarafından, Heykeltıraş Nicola Salvi ve pek çok sanatçının katılımıyla (1732’den 1762’ye) yaptırılan “çeşme” üzerinde bir çok (sanatsal) heykel var. İspanyol Meydan’ndan ünlü İspanyol Merdivenleri ile kayık şeklindeki çeşmeye ulaşmak mümkün. Bu merdivenler, bir bakıma Roma’nın romantik dinlenme alanı işlevini görüyor. Çeşme’nin yakınlarındaki (Antik Roma döneminden kalan ama çok iyi korunmuş) eşsiz mimarisiyle, Pantheon tapınağı; 2000 yıl önce yapılmış Domitian Stadyumu’nun özelliğini koruyarak güzelleştirdiği Navona Meydanı da uğrak yerlerimiz oluyor. Yayalaştırılmış meydan, kafeleri, seyyar satıcıları ve sokak göstericileri ile gün boyu hareketli. Etrafındaki binalar, stadyumun tribünlerini oluşturuyordu.  Meydanda her biri eşsiz bir sanat eseri olan 3 çeşme var. En ünlüsü, 1651 yılında Gian Lorenzo Bernini tarafından tasarlanan Dört Nehir Çeşmesi (Fontana dei Quattro Fiumi). Çeşmenin tasarımı bir yarışma sonucunda belirlenmiş olup ismi dört kıtadaki dört nehrin  (Nil, Ganj, Tuna ve  Plata) dört tanrısını imler.

Görkemli bir kale olan (mozole olarak yapılmış; siyasi karmaşa dönemlerinde papaların ikametgâhı olarak kullanılan, Cem Sultan’ın da esir tutulduğu) Castel Sant Angelo; Piazza Venezia (Venedik Meydanı)’da yer alan Vittorio Emanuele II Abidesi; Altare della Patria anıtı; ve Tiber Nehri ile Navona Meydanı arasında yer alan Campo dei Fiori meydanı ( ortasında, Roma Engizisyon’u ve 1600 yılında fikirleri nedeniyle yakılan Filozof Giordano Bruno’nun bronz heykeli yer almaktadır) da gün içindeki duraklarımızdan oluyor.

Roma’daki son günümüzü, yüksek duvarların arkasında kurulu Vatikan ve Eski Roma mahallerine ayırıyoruz. Şubat 1929 tarihinden bu yana bağımsız bir devlet ve finans merkezi olan Vatikan’ı, Medici Ailesi’nin renklerini taşıyan komik kıyafetler içindeki İsviçre askerlerinin koruması manidardır... Toplamda 50 hektarlık bir alanı kapsayan yalnızca 800 kişinin yaşadığı

bu alanda “din sömürüsünün kanıtı olan” akıl almaz bir zenginlik ve görkem karşılıyor sizi…  Napolili sanatçı, heykeltıraş ve mimar Gian Lorenzo Bernini tarafından tasarlanan meydanın önündeki Aziz Petrus Bazilikası’a girmeye çalışan ziyaretçilerin oluşturduğu, neredeyse 2 kilometre uzunluğundaki kuyruk, içeri girmeye hevesli olan arkadaşların hevesini de kırınca meydanda azıcık dinlenmeyi seçiyoruz. Bu arada yanımıza yaklaşan Pakistanlı bir gencin (kişi başı 35 Euroya) sıra beklemeden bazilikaya ve müzeye bizi sokabileceğini söylemesi (bu işi yalnızca onun yapmadığını kısa bir gözlemle anlıyoruz.); Vatikan’da dönen dolapları düşününce bize çok masum görünse de bu kirli çarkın dişlileri olmayı reddedip; ayrılıyoruz oradan.

Eski Roma’nın daracık sürprizlerle dolu sokaklarını gezmek daha eğlenceli. Eski sokaklara dalmadan, 70’li yaşlarındaki dört ihtiyarın işlettiği nefis pizzalar/makarnaları ve şarapları tattığımız çok eski bir restoranteye takılmak da keyfimiz keyif katıyor.

Eğer yolunuz Vatikan’a düşerse, orada fazla oyalanmadan Kuzey kapısından çıkıp doğuya doğru dönün. O restorante ve yaşlı amcalar sizi bekliyor olacak.

 

Dergiler Haberleri