Sevgili Tufan;

Evet, seçim mucize doğurmayacak, ama bu, hiçbir şey olmayacak, yapılabilecek hiçbir şey yok demek de değildir. Böyle düşünmek varoluşsal anlamda bir sonu, ‘yaşarken ölmek/ölü yaşamak’ kertesinde bir sonu ifade eder.

Mektup

Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com

Sevgili Tufan;

1.
Söze başlamadan önce hitap şeklime dair bir açıklama yapmama izin ver lütfen. Eğer bu mektubun okuru tek başına sen olacak olsaydın, sadece ilk ismi belirtmekle (Tufan) yetindiğim bu ifade şekli, neredeyse çeyrek asra varan bir dostluğun/kardeşliğin hem doğal hem de olması gereken biçimi olacağından, fazladan bir izahı gereksinmezdi. Ancak Gaile’de yayınlanacak ve başkaları (kamuoyu) tarafından da paylaşılacak olması bu tavrın açıklanmasını zorunlu kılıyor. Malum, -hiyerarşi (ahh o çok kolay ‘efendi-köle’ ilişkisine dönüşebilen diziliş) ve protokolden (ve o buz gibi, sevimsiz, ‘yapmacık yüzler’ geçidi) hiç hazzetmesem, samimiliğinden ve sahiciliğinden her zaman şüphe duysam da-, bu tür durumlarda, misal şimdi olduğu gibi bir siyasi parti başkanı, eski bir Başbakan ve Cumhurbaşkanı adayına hitap ederken, -kuruma/makama saygı göstermek adına- daha resmi bir dil kullanılması beklenir. Ancak öyle olsa da, ben, aramızdaki dostluğa ve kardeşliğe sığınıyor ve senin de böyle olmasını isteyeceğin inancıyla, seçimden hareketle bazı meselelere, doğrudan seçime ve asıl bu seçimde aday olan sana dair samimi düşünce ve duygularımı ifade etmeye çalışacağım bu mektuba ‘sevgili Tufan’ diye hitap ederek başlamakta ve ‘sen’ diyerek sürdürmekte ısrarcı olacağım.

2.
Daha fazla uzatmadan sadede geleyim. 19 Ekim’de Cumhurbaşkanlığı seçimi var ve sen de bu seçimde adaysın. Evet, seçim sath-ı mailine girdik girmesine de bu durumun toplumda heyecan, hareketlilik ve beklenti olarak ciddi bir karşılığı var mı? An itibarıyla, gerçi daha bir aylık bir zaman var ama (bu mektubu yazarken tarih 18 Eylül’dü), böyle bir karşılık olduğunu söylemek mümkün değil. Daha sonra olur mu, o da meçhul. Sadece bizde değil, dünyada da siyasete/siyasetçiye güven ve ilginin giderek azaldığı bir vakıa. Böyle olmasının ağır olumsuz sonuçları olduğu ise örneklerle sabit. Şöyle ki, şimdilerde siyaset, o çok imrenilesi Batı demokrasileri de dâhil olmak üzere, daha çok marjinal tutum ve taleplerin (özellikle ırkçı, faşist) cirit attığı; siyasetçi olarak totaliter-otoriter liderlerin, kitlesel destek de alarak, öne çıktığı bir alana dönüştü. Bu durum, öncesi ve sonrasıyla çok konuşuluyor tartışılıyor, ancak şimdi konumuz o değil. Biz çubuğu kendimize çevirerek devam edelim; hem gündemde olan seçim de, bir olgu/olay ve buna bağlı imkân/fırsat alanı olarak bir bakıma bunu gerekli kılıyor zaten. Sır değil, bizdeki bu ilgisizliğin/güvensizliğin arkasında yaygın ‘’kim gelirse gelsin hiçbir şey değişmeyecek’’ inancının yer aldığı çok açık. Peki, yersiz bir endişe midir bu? KKTC’nin, Türkiye dışında, uluslararası sistem tarafından tanınan/kabul gören bir statüye sahip olmaması; yine Türkiye ile olan bağımlılık ilişkisi ve asıl bu ilişkinin dışarıdan içeriye, tek yönlü, (‘belirleyen-belirlenen’) işliyor olmasının ‘özne-irade’ zafiyetine yol açtığı gerçeği ortadayken, bu endişenin yersiz olduğu söylenemez. Buna ülke siyasi iktidarlarının çanak tutan anlayış/tavır sergiliyor olmaları da eklenince o zafiyet daha bir açığa çıkıyor; teslimiyetçi kanaat (hiçbir şey olmaz/değişmez) daha da belirgin hâl alıyor. Bu konuda altın vuruşu ise özellikle Annan Plan’ı döneminde, (alternatif/muhalif) siyaset ve de bununla örtüşen geniş toplumsal kesimlerin, özgüveni yüksek etkin bir güç (‘özne-irade’) olarak buluşmalarıyla başlayan, ‘Kıbrıs Sorunu’nun çözümünü ve adanın bir bütün olarak AB’ye katılımını öngören sürecin başarısızlıkla sonuçlanması yapıyor; belki ilk kez ‘kendi kaderini belirleme’ yönünde etkin potansiyel olarak öne çıkan ‘özne-irade’ gücü ve özgüveni, bu sonuçla fazladan bir darbe daha alıyor. Bu bağlamda yaşanan hayal kırıklığı ise ‘kim gelirse gelin hiçbir şey değişmeyecek’ kanaatini daha da pekiştiriyor.  Sonuç sağından soluna siyasete, siyasetçiye ilgi ve güvenin daha da azalması oluyor. Böyle olunca da, toplumsal dinamik, ortak çıkarları/değerleri gözeten, bu doğrultuda taleplerde bulunan kolektif tavır sergilemek yerine bireysel çıkarları önceleyen, bir mahiyet kazanıyor.

Aslında böyle olması çok da şaşırtıcı bir durum değil; şundan: Başlangıçtan (74 sonrasından) itibaren ‘ganimet’in ‘belirleyici-düzen kurucu’ bir olgu olduğu, siyasetin ve siyasi güç devşirmenin bunun paylaşılması/paylaştırılması üzerinden işlevsellik kazandığı, siyaset-toplum ilişkisinin bu han-ı yağmadan pay kapma kavgası/arsızlığıyla biçimlendiği ve tam da bu nedenle ‘ganimet kiri’nin yukardan aşağıya, büyüğünden küçüğüne, çok ya da az bulaştığı ve nihayet bu ilişki biçiminin giderek hayatın her alanında ‘ben seni göreyim sen beni gör’ mantığını hâkim kıldığı bir yerde, değer/ilke/liyakat hak getire,

‘siyasal/toplumsal/bireysel’ her düzeyde çürümenin/kokuşmanın yaşanması kaçınılmazdı. Annan Planı ile başlayan sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasının bu rezilliğe fazladan katkısı ise ona ‘meşruiyet’(!) kazandırması -‘’biz payımıza düşeni yaptık, vebali yapmayanların boynuna’’ gerekçesi- oldu. Tepe tepe kullanılan o ‘meşruiyet’ kılıfıyla büyük (siyasi)/küçük (toplumsal-bireysel) günahların üzeri örtüldü. Siyasal-toplumsal bu açık-gizli ittifakla sistem/statüko daha da konsolide olurken, ‘dış belirleyen’ olarak Türkiye dinamiği, özellikle tek adam Erdoğan rejimi dönemiyle çok daha müdahil, buyurgan/dayatmacı bir hal aldı. Tablo bu olunca, onu değiştirebilecek/dönüştürebilecek, bu iddiayı taşıyan, ne kadar kaldıysa, siyasal-toplumsal karşı gücün (özne-irade) ne oranda etkin/etkili olacağı daha da tartışılır hal aldı ve de ‘’kim gelirse gelsin hiçbir şey değişmeyecek’’ inancı daha bir yaygınlık kazandı.  Şimdilerde aynı söylemin yeniden güncellik kazanması, seçim karşısında alınacak/alınmayacak tavrın belirleyici unsuru olmasından kaynaklanıyor. Önemi ise belki seçim sonuçlarını etkileyecek niceliksel bir potansiyeli içkin olması. Buradan bakınca ‘’kim gelirse gelsin hiçbir şey değişmeyecek’’ inancını taşıyanların, ister siyasete/siyasetçiye duyulan güvensizlik/küskünlük isterse ideolojik/karşılanmayan (maksimalist) talepler nedeniyle seçime katılmama/boykot kararı almalarının, son kertede statükonun/iktidar hegemonyasının devamına yarayacağını söylemek yanlış bir tespit değil. Ancak kabul etmek gerekir ki bunun böyle olacağı hükmüne varmak ve bu kadarla bırakmak da eksik bir yaklaşım olacaktır; aynı anda şu soru da geçerlidir: ‘’İyi de dış dinamiğin bu kadar belirleyici olduğu bu koşullarda seçime katılmak, neyi değiştirecek ya da ne kertede değişime yol açabilecek?’’ Ya da daha net yanıt almak adına değişim talebinin sözcüsü ve siyasi aktörü Tufan Erhürman’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, makamın yetkileri ve kendisinin müktesebatı/performansı nereye kadar yetecek?’’  Bu noktada, soruların yanıtlarını sona bırakarak, önce sana dair, geriye dönüşümlü, kendimin de tanığı ve zaman zaman bir parçası olduğum, haliyle kişisel yanı ağır basacak (bu yazının mektup olarak yazılmasının bir sebebi de buydu), geçmişten bugüne bir yolculuğa çıkmak istiyorum sevgili kardeşim.

3.
Seninle yollarımız 2000’li yılların başlarında kesişmişti. Ben yurda temelli dönüş yapmış yeni hayatıma hazırlanıyordum, sense üniversitede/Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesiydin. Döneme, dünya ölçeğinde, yirminci yüzyılın özellikle son çeyreğinden itibaren yaşanan çalkantılı siyasal-toplumsal gelişmelerin damgası vurmuştu. Radikal değişimlerin söz konusu olduğu, kaotik bir mahiyet taşıyorduysa da, daha yaşanılır yeni bir dünyanın inşa edilmesi adına umut vaat eden bir dönemdi bu ve siyaset/politika-ideoloji-düşünce kapsamında yerleşik kalıpları/anlayışları sarsacak, hatta yıkacak kertede etki yapması, yaşanmakta olan bu dinamik sürecin ‘ne, nasıl, niçin oluyor’unu sorgulamak/anlamak/anlamlandırmak bakımından yeni anlayışları/siyasal arayışları, haliyle zihinsel/entelektüel çabaları zorunlu kılıyordu.

Aynı dönemlerde Kıbrıs da bu değişim/dönüşüm rüzgârından nasibini almıştı; Annan Planı ile somutlaşan, yarım asırlık Kıbrıs Sorunu’nu nihayete erdirmeye yönelik çözüm süreci ve eş zamanlı gündeme oturan AB hedefi, KKTC’de taşları yerinden oynatan siyasal-toplumsal dinamizmi ile tarihsel bir önem arz ediyordu. İşte buluşmamız böylesi bir dönemde oldu; ortak duyarlılıklar taşıyan bir grup insan, içerde ve dışarda yaşanan çalkantılı/kaotik süreci çözümleyebilmek, anlayabilmek ve anlamlandırabilmek adına bir araya geldik, konuştuk, tartıştık ve sonuç olarak bu amaçlarla örtüşen bir derginin yayınlanmasına karar verdik. Üç ayda bir yayınlanacak, ‘düşünce-politika-kültür’ dergisi ‘Kıbrıs Yazıları’ bu hazırlıklar sonucu doğdu ve 2005-2008 arası yayınını sürdürdü. Daha çok entelektüel/akademik çevrelere hitap eden, kuramsal yanı ağar basan bu dergi, daha popüler ve daha geniş kesimlere ulaşmak, yaşam pratiğinde somut karşılıklar üretebilmek adına 2008 tarihinde yerini ‘Gaile’ dergisine bıraktı. Başlangıçta aylık yayınlanan Gaile dergisinin bu formatla ömrü dokuz sayı sürdü ve sonra özerk/otonom bir ek olarak Yenidüzen gazetesi ile önce haftalık daha sonra da aylık olarak bugüne kadar (şu anda dijital platformda, sayı:521) yayınına devam etti, etmeye de devam ediyor. Yine aynı dönemlerde, Sim Kanal’da, birlikte (N.Kızılyürek’le üçlü olarak) yaptığımız, aynı duyarlılıkları taşıyan ‘Gaileli Sohbetler’ programı da, bu serüvenin görsel medyada yer alan parçası oldu. Ayrıntı gibi görünen bu kronolojik tespitleri, bugün Cumhurbaşkanı adayı olan senin (Tufan Erhürman’ın), akademisyen olarak başlayan ve adım adım kamusal alana yayılan, orada karşılık bulan, daha net bir ifadeyle akademisyen kimliğinden kamusal entelektüel-aydın kimliğine doğru seyreden ve sonunda siyasetle buluşan serüveni ortaya koymak için yapıyorum/yazıyorum. Tanığı olduğum için şunu söyleyebilirim, aktif siyaset öncesi, senin adına, düşünsel/ideolojik/kültürel, her yönüyle yoğun, üretken bir süreçti bu ve edindiğin niteliksel müktesebata ilave yıkıcı değil yapıcı, saldırgan ve ayrıştırıcı değil diyaloğa açık ve kucaklayıcı söylemlerin ve de etkileyici belagatinle kamusal alanda, siyasal ayrışmaları aşacak kertede geniş kapsamlı toplumsal karşılık bulmuştun. Bu kamusal karşılık gün güne daha da genişledi ve nihayet siyasi alandan sana yönelik ısrarlı talebin/davetin sebebi oldu. O talep/davet seni önce 2008-2010 tarihleri arasında çözüm müzakerelerinde teknokrat ve akabinde doğrudan -kısa sürede siyasi parti (CTP) başkanı olacak kadar- organik bir parçası olarak siyasetle buluşturdu. Bu buluşma seni bugüne getirecek hikâyende makas değiştiren yeni bir dönemin başlangıcı oldu.

4.
Israrlı talepler ve teşvik edici destekler karşısında henüz karar aşamasında olduğun o günleri hatırlıyorum, bir dost olarak benim de fikrimi sormuştun, konuşmuştuk. O sohbetten bazı bölümleri aktarmama izin ver. Ben entelektüelin siyasetle ilişkisinin organik ilişki olmaktan ziyade ona mesafe alan dolaylı/esnek bir ilişki olması gerektiği inancı taşıyordum. Daha net ifade etmek bakımından

E.Said’in entelektüelin ‘’yalnızlıkla taraf arasında bir yerde’’ durması gerektiği görüşünü benimsiyordum. Burada ‘yalnızlık’ vurgusu entelektüelin ‘zihinsel’ özgürlüğünü/bağımsızlığını; ‘’yalnızlıkla taraf arası’’nda konumlanacağı yer ise o ‘taraf’la kurulacak mesafe ayarlı, dolaylı, hayata içkin dinamik/değişken koşullarla örtüşen ‘pratik’ ilişkiyi işaret ediyor olması bakımından önemliydi. Buradan bakınca, organik parçası olarak siyasete dâhil olmanın entelektüelin zihinsel bağımsızlığını/özgürlüğünü, düşünce ufkunun genişliğini; içinde yer alacağı siyasetin ufkuyla, salt o siyasetin entelektüeline dönüştürmekle sınırlandıracağını düşündüğümden (hâlâ böyle düşünüyorum) siyasete girmen konusunda tereddütler taşıyordum. Ancak bunu söylerken siyasetin gerekliliğini de inkâr etmiyordum (hâlâ etmiyorum). Toplumsal-bireysel taleplerin hayata geçmesinin karar alıcı/uygulayıcı/düzen kurucu merci olarak siyaseti vazgeçilmez kıldığını, siyasetçinin bu süreçte yeri olduğunu kabul ediyordum. Nitelikli insanların bu alanda yer almasının, onun kalitesini de olumlu etkileye(bile)ceğinden, (bunu söylerken aklımdan Platon’un ‘’filozoflar kral olmalı’’ sözü geçmiyor değildi, beri yandan yine onun Syracusa deneyiminde çuvallaması da kafamda bir başka soru işareti oluşturuyordu) senin sahip olduğun müktesebat, nitelikler, insani hasletler ve özellikle farklılık içeren geniş kesimlerden gördüğün kabulle ciddi bir seçenek, bir şans olabileceğini, bütün bu nedenlerle siyasete girmenin, sorumluluk almanın yararlı ve hatta gerekli olabileceğini de teslim ediyordum. Sonuçta kararını verdin, o sorumluluğu aldın, Cumhuriyetçi Türk Partisi saflarında siyasete dâhil olarak, zorlu geçeceği aşikâr, yeni bir serüvene soyundun.

Zor olacaktı, çünkü, o güne kadar bağımsız entelektüel kimliğinle, daha çok kitabın içinden konuşan, çözüm üreten olmaktan çok çözümlemelerde, yorum ve eleştirilerde ve de önermelerde bulunan, bu anlamda siyasetle ilişkinin dolaylı olduğu, korunaklı, deyim yerindeyse ‘steril’ bir alandan artık dışarıya çıkıyor; muhalif bir siyasi partiye katılmak suretiyle tarafını da belirleyerek, beklentileri yüksek, iktidar talepli, güç ve tahakküm ilişkilerinin/çatışmalarının, amaca ulaşmada her yolu mubah gören hin oğlu hinliklerin de yaşanmakta olduğu, ‘kirli’ bir alanın içine giriyordun. Girdiğin yer, çoklu bileşenleriyle yarım asırlık ‘Kıbrıs Sorunu’, defacto yapısı, siyasal-toplumsal iç sorunlarıyla KKTC ve belirleyici dış dinamik olarak Türkiye’den mürekkep mayınlı bir tarlaydı ve burada, üstelik değişim/dönüşüm talep ederek denge tutturmak, geniş kesimleri ortak noktada buluşturacak makul önermelerde bulunmak ve bu çerçevede ortak onay gören çözüm üretmek kolay değildi. Lider konumda olmak ise -kısa bir süre sonra parti başkanı olacaktın- fazladan sorumluluk, fazladan hedef tahtası olmak demekti. Ve dahası da vardı, bu arenada sadece karşı mahallenin hedefi olmayacaktın, zaman zaman kendi mahallenin içinden ya da mahallene yakın çevrelerin de, ideolojik ya da karşılanmayan talepleri nedeniyle, olması gereken yapıcı eleştiri ölçülerini aşan, olmaması gereken yıpratıcı tepkilerine maruz kalacaktın. (Solun kendi içinde o hiç bitmeyen birbirini yeme marifeti!)

Sonuçta ‘ısrarlı talep/oldukça geniş toplumsal kabul görme avantajıyla’ 2013’te CTP milletvekilliği, 2016’da CTP Genel Başkanlığı, 2018’de bir yılı biraz aşkın bir süre ‘yamalı bohça’ bir koalisyon Başbakanlığı, 2020’de CTP Cumhurbaşkanı adaylığıyla devam edecek ve şimdi de 19 Ekim 2025 Cumhurbaşkanlığı seçiminde yeniden CTP adayı olmakla seyredecek olan gerilimli siyasi hayatına girmiş oldun.  Bu süre zarfında, siyasi performans olarak kusursuz bir dönem mi geçirmiştin? Ne mümkün, kusursuzluk/mükemmellik insana mahsus değildir, olsa olsa tanrılara mahsustur. Kusur/eksiklik mutlaka olacaktır, insanın ömrü, varoluşsal serüveni bu kusurların/eksikliklerin (hiç bitmeyecek de olsa) giderilme, aşılma çabası değil midir zaten. Hatasız mıydın? Hata kapısı açık tutulmadan doğruya varmak nerede görülmüştür ki! Sorun bunların ısrarı ve tekrarı olabilir ancak. Uzatmayacağım, şu anda siyasi performansınla ilgili çetele tutacak değilim, zaten bu mektubu da bu amaçla yazmıyorum; geçmiş orada duruyor, isteyen bakabilir. Ancak bu sürece dair kendi düşüncemi söylemekten de geri durmayacağım: İyi niyetliydin, ‘makul’ olanın peşindeydin (Burada kısa bir parantez açmam gerek: Özellikle katı ideoloji zırhını kuşananlarda ‘makul’ olmayı, ‘makbul’ olmakla karıştıran ve kestirmeden hegemonik güce/iktidara ‘teslim olmak’ olarak algılayan bir mantık var. Oysa ki öyle değil: Sınırları keskin olan, ve tabi olunmayı zorunlu kılan ‘makbul’ olandır. Burada akıl geriler, tabi olma, boyun eğme öne çıkar; ‘makul’ olan, aklın öne çıktığı, işlevsel olduğu, esneklik içeren, o dirayet ve çaba gösterildiği takdirde, dışa doğru genişleyerek kuşatıcı olmayı, potansiyel olarak içkin olandır; daha net ifade edilecek olursa geniş kesimleri ortak noktada buluşturma potansiyeline sahiptir) ve seviyeni düşürmedin.

Şu anda seçimin hemen arifesindeyiz, sen de aday olarak desteğini almak üzere halkın/seçmenin karşısındasın. Başta da bu noktada, özellikle iki kritik sorunun; birincisi, toplumda belirli bir karşılığı ve an itibarıyla seçimin seyrini etkileme potansiyeli olan yaygın ‘’kim gelirse gelsin hiçbir şey değişmeyecek’’ kanaatinin gerçekliğinin/geçerliliğinin ve burada alınması gereken tavrın ne olduğu; ikincisi, değişim/dönüşüm vaadinde bulunan Tufan Erhürman seçildiği takdirde, makamın yetkileri, koşullar, kendisinin siyasi performansı/gücünün bu yolda ne(reye) kadar etkili olabileceği sorularının öne çıktığını söylemiştim. Kestirmeden ‘yargılamak ve hüküm vermek’ kolaycılığına kapılmadan (yaygın insani bir tavırdır ve buralarda örneğine ziyadesiyle rastladığımız bir tutumdur: ‘’Yargılamak, hüküm vermek ve suçlamak’’) önce bu sorulara zemin teşkil eden, ülke siyaset yapısı, anlayışı ve işleyişine, farkındayım uzatıyorum ama uzatmak ve sıkıcı olmak pahasına, biraz daha yakından bakalım ve yanıtı sonrasında vermeye çalışalım diyorum.

   

5.
Tablo şudur: 74 sonrası ayrı bir siyasi entite olarak kurulan ve zaman içinde KKTC’ne dönüşen yapıda siyaset başlangıçtan itibaren: ‘Majör sorun’ Kıbrıs Sorunu; bu sorununun çözümüne yönelik iki ‘majör tez/hedef’ (‘statüko-ayrı devlet’ ve ‘federasyon’), bu ‘tezleri/hedefleri’ sahiplenen iki ‘majör güç’ (bir yanda ana gövde UBP -ve siyasal/ideolojik akrabaları/sempatizanları, diğer yanda ana gövde CTP -ve siyasal/ideolojik akrabaları/sempatizanları); ve belirleyici dış dinamik olarak, ‘majör etken’ Türkiye denklemi üzerinden işleyen bir mahiyet arz etti. Bu süreçte hegemonik güç, 2000’li yılların başında Annan Planıyla açığa çıkan ara dönemdeki görece değişiklik hariç, bugün de, hükümeti ve Cumhurbaşkanıyla halen iktidarda olan (UBP ve ittifakları) anlayış oldu; siyaset bu temelde yürütüldü, siyaset-toplum ilişkileri buradan düzenlendi. Bu anlayışa, diğer majör güç, kendi majör hedefi olan ‘federasyon’ teziyle karşı çıktı; sonuç olarak ülkede siyaset/toplumsal ilişkiler/hayatın düzenlenmesi ‘majör sorun-majör tezler/hedefler-majör güçler-majör etken’ denklemi üzerinden anlam kazandı.

Atlamadan şunu söylemek gerek: Siyasi partilerin/hareketlerin tezlerinin olması ve bunları gerçek kılma çabaları anlaşılır bir şeydir ve olması gerekendir. Problem bunun aşkınlaştırılması (Deleuze ‘aşkınlık’ için ‘’yaşamı dondurur, yoğunlaştırır ve akışını keser’’ der), kutsallık kertesinde mutlak kılınması, sistemi, düzeni ve nihayet hayatı boğacak şekilde üzerlerine örtünmesidir. KKTC’’de hâkim siyasi görüş ve iktidarında yaşananlar tam da böyledir. ‘Sorun-tez-hedef/amaç’ kapsamında aşkınlaştırılmış, kutsallık atfedilen, hamasetle beslenen, karşısında olana nefret, öfke kusan, ayrıştıran ‘millilik’ kılıfıyla dokunulmaz kılınan ve adı konan ‘milli dava’ söylemi, dünyadan izole, her seviyede sorun çözmek yerine sorun üreten, gündelik hayatı zorlaştıran, kirleten, buna zemin hazırlayan, adeta suç(lu)lar cennetine dönüşen bir yapının hem sebebi hem sonucu oluşmuştur. Bu o kadar öyle ki, bunu görmemek hem ahlâki ve hem de siyasi bir körlüktür ve ancak kirlenmenin bir parçası olmak, ondan çıkar sağlamakla mümkündür.

Burada şunu da konuşmak gerekir: Muhalefet de ‘hâkim görüşe’ seçenek olarak karşı çıkarken, siyaseten bu gerekli olsa da, enerjisini büyük oranda kendi majör ‘sorun-tez-hedef/amaç’ algısı doğrultusunda harcamıştır. Böyle olunca da,

bir: Bu hedefe ulaşma yolunda her kritik dönemeçte karşılaşılan engel, hem siyasal öneri olarak ‘majör tez’in geçerliliğine hem de özne-iradenin gücüne dair yeni bir hayal kırıklığına yol açmış, her hayal kırıklığı ‘kim gelirse gelsin hiçbir şey değişmez’ kanaatinin daha bir yer etmesine vesile olmuştur.

İki: Majör olanın tekilliğinde/önceliğinde ısrar, gündelik hayat içinde yaşanan ancak majör önceliğin üzerini örttüğü, ikincil/tali kıldığı mikro sorunlara gerekli ilgiyi ve o sorunların çözümü konusunda daha atak davranılmasını engellemiş, bu da bütün sorunların çözümünün ancak majör tezin gerçekleşmesiyle mümkün olabileceği kanısının yer etmesine neden olmuştur. Oysa, doğrudan insanın gündelik hayatına dair yaşamsal sorunlar olduğu için farklı kesimleri aynı noktada buluşturma potansiyeline sahip bu (mikro) meselelerin çözümleri majör tezin gerçekleşmesine gerek olmadan da mümkündür ve bu hem ‘özne-irade gücünün varlığını ve yapılacak şeyler olduğunu ve de yapılabileceğini’ göstermek hem de hegemonik gücü zorlamak bakımından, örnekleri gelişmiş demokrasilerde sıklıkla görülen, siyasetin çehresini değiştiren sivil toplum katılımlı, sonuç alıcı etkin mücadele biçim(ler)idir. Evet, siyasetin çehresini olumlu yönde değiştirecek mücadele biçim(ler)idir, çünkü burada, ‘büyük harfli özne-irade’ majör güç (parti, ideoloji, liderlik) dışında, ‘küçük harfli özne-irade’ güç olarak minör güçlerin (birey-farklı toplumsal kesimlerin =Sivil toplum),  etkin olarak yer alması söz konusudur.  Yaygın ‘kim gelirse gelsin hiçbir şey değişmez’ kanaatini geçersiz kılabilecek olan da işte tam burasıdır, her koşulda ‘yapılacak şeyler’ olduğu (siyaseten bunu ‘yakın hedef’ olarak tanımlamak da mümkün) ve bunların ‘yapılabileceği/yapılabildiği’ ve de bunu mümkün kılacak ‘özne-iradi gücün’ olduğu/olabileceği gerçeğidir. Diğer bir husus ise  ‘yapılacakların yapılmasının, ve de bunun genişlik/güç kazanmasının, sanıldığının aksine, henüz gerçekleşmemiş, oraya ulaşmada sabır ve sebatı gerektiren, uzun ve zorlu bir mücadeleden geçileceği aşikâr, haliyle ‘uzak hedef’ konumunda olan ‘majör tez/hedef’i ötelemek bir yana, yakınlaştırmak gibi bir işlevselliğinin olacağı/olduğu, göz ardı edilemeyecek bir gerçekliktir. Buradan bakınca seçim karşısında takınılacak tavrın önemi daha iyi anlaşılabilir. Evet, seçim mucize doğurmayacak, seçilecek olan, elinde asası dokunduğu her şeyi anında düzeltecek bir peygamber olmayacaktır. Seçim bir olay/bir hareketlilik vesilesidir ve koşulları da gözeterek yararlanılabilecek bir mücadele alanı/biçimidir. 19 Ekim bu sorumluluğun yerine getirilmesi gereken bir gün olmalıdır. (Burada katı ideolojik kaygılarla/maksimalist taleplerle/radikalizm şehvetiyle/’’söyledim ruhumu kurtardım’’ konformizmiyle  hareket eden, bu gerekçelerle kendine keskin sınır çizen, ötesini dikkate almayan/suçlamakla yetinen ve de seçimi/seçime katılımı önemsizleştiren sol anlayışa da bir hatırlatma yapmakta yarar var: Solun bugün hâlâ döne döne başvurduğu A.Gramsci, ‘iktidar hegemonyası’na karşı mücadelede yöntem olarak dile getirdiği ‘mevzi savaşları’nda,  birincil hedefin, direniş hattı olarak mevzie en geniş katılımı sağlamak, kazanımlar elde edebilmek için gerektiğinde geri adım atmak, bu yolda her fırsatı değerlendirmek, sabır ve sebat göstermek olduğunu söyler. )

6.
Sevgili Tufan, burada bitiriyorum. Evet, seçim mucize doğurmayacak, ama bu, hiçbir şey olmayacak, yapılabilecek hiçbir şey yok demek de değildir. Böyle düşünmek varoluşsal anlamda bir sonu, ‘yaşarken ölmek/ölü yaşamak’ kertesinde bir sonu ifade eder. Bu yüzden varoluşsal bir canlılık belirtisi olarak, her şeye rağmen, geniş katılımlı irade beyanında bulunmak önemli ve seçim de bu yolda atılacak adım için bir fırsat.

Ben, siyasete girmeye karar verdiğin dönemde seni bu toplum ve ülke siyaseti için bir şans olarak gördüğümü söylemiştim. Bugün de aynı görüşü paylaşıyor, siyasal-entelektüel müktesebatın, sorumluluk bilincin ve diyaloğa açık, yüreklere ve zihinlere dokunabilen kişiliğinle, hâlâ bir şans olduğunu, kazanırsan bu ülkenin de kazanacağını, kaybedersen bu ülkenin de kaybetmiş olacağını düşünüyorum.

Yolun açık olsun kardeşim!

Dergiler Haberleri