Mete Hatay (PRIO Kıbrıs Merkezi)
mete@prio.org
Eski tür köy kahvelerinin en yoğun olduğu zamanlar seçimlerden öncedir hep. Kahveler birer siyaset arenasına dönüşür; adayların köylere uğrayıp nutuk çektiği, el sıkıp vaat verdiği mekânlardır. Ama sadece siyasetçinin sesi duyulmaz o kahvelerde, köylünün de beklentisi, derdi, öfkesi oradan dile gelir. Bir yandan tavla taşlarının şakırtısı, öte yandan siyaset meydanı. Kahveler, seçim öncesi bu iki dünyanın çarpıştığı yerlerdir hep.
İşte tam da o anlarda sıkça duyulan bir cümle vardır: “Hiçbir bok olmaz…” “hepsi aynı!” Kahvehanenin duvarlarında yankılanan bu sözler, basit bir boşvermişlik değildir. İçinde iki farklı taktiksel boyut taşır. Birincisi, stratejik bir ihtiyat. “Hiçbir bok olmaz” diyerek statükonun sağladığı küçük avantajların zedelenmemesi sağlanır. Bunu söylerken aslında statükoyu eleştirir kahvedeki adam, ama aynı anda o statükodan kopmamayı da öğütler. Çünkü elindekini kaybetmekten korkar. Bir çeşit ikircikli korunma refleksidir bu. İkinci boyut ise daha çıplaktır: ardı ardına gelen hayal kırıklıklarının, umudunu yitirmiş bir neslin çığlığıdır. 2004’te “evet” denildiğinde dünyadan beklenen karşılık gelmedi, 2017’de masadan umutla kalkılamadı, 2020’de sandığa doğrudan müdahale edildi. Bu birikmiş hayal kırıklıkları da sonunda aynı cümleye dönüştü: “Hiçbir bok olmaz.”
Her iki durumda da bu sözün ortak özelliği dikkat çekicidir: hiçbir öneri sunmaz. Ne yapılması gerektiğini söylemez, bir çıkış yolu göstermez. Bir tür negatif pasifliktir. Beklemek, susmak, askıya almak. Antropolojik açıdan bu söz, toplumun “bekleme odası kültürü”nün bir parçasıdır. Geleceğin hep başkaları tarafından belirlendiği bir düzende, insanlar kendi iradelerini askıya almayı öğrenmiştir.
Derrida’nın kararverilemezlik dediği şey ise, işte bu noktada gündelik hayata tercüme olur. “Hiçbir bok olmaz” sözü, kararın ertelenmesidir. Karar hep ileri bir tarihe bırakılır, hep başkasının alanına havale edilir. Ama Derrida’nın işaret ettiği gibi, karar tam da kararverilemezliğin içinden mümkündür. Eğer her şey baştan belirlenmiş olsaydı, ortada karar olmazdı. Karar, riskin ve belirsizliğin içinden sıçrar. Bizim seçimlerimiz de böyledir: bir yanda Ankara’nın ağırlığı, diğer yanda küçük bir ihtimalin fısıltısı.
Kıbrıs’ın kuzeyinde politikaların asıl belirleyicisi Ankara’dır, bunu bilmeyen yok. Bütçeler orada onaylanır, güvenlik orada düzenlenir, camiler orada projelendirilir, vatandaşlıklar seçim mühendisliği için oradan dayatılır. Maraş’ın bir sabah “kumar masası” gibi açılması da, imar planlarının emirnamelerle altüst edilmesi de, üniversitelerin rant makinesine çevrilmesi de bu tablonun parçalarıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi bu gerçekliği ortadan kaldırmaz. Ama toplumun kendine hangi hikâyeyi anlatacağını, Ankara ile ilişkinin nasıl temsil edileceğini belirler.
Cumhurbaşkanlığı makamı sınırsız yetki makamı değildir. Ama tamamen bir vitrin olduğunu da söylemek kolaycılıktır. Çünkü o makam, politikaların dilini belirler. Ankara’dan gelen talimatları sorgusuz tekrarlayan bir baş mı olacak, yoksa o talimatları toplum lehine çevirmeye çalışan, küçük de olsa manevra yapan bir baş mı? Bu fark küçüktür belki ama kültürel açıdan büyük sonuçlar doğurur. Çünkü toplum, kendi hikâyesini bu dil üzerinden kurar. Antropoloji bize gösterir: Kültür, büyük devrimlerden çok küçük jestlerle, dildeki kaymalarla, gündelik farklılıklarla şekillenir.
Seçimden çıkacak ihtimaller aslında bellidir. Birincisi, sessizliğin onaylanması. Statükonun sürmesi, rant düzeninin devam etmesi, Ankara ile uyumlu retoriğin yeniden üretilmesi. İkinci ihtimal ise küçük de olsa söz söyleme iradesidir. Bu hattın açabileceği alan sınırlıdır, ama toplumun kendi varlığını yeniden hatırlaması için önemlidir. Nefessiz kalan bir toplum için küçük bir pencerenin açılması bile yaşamsaldır.
Elbette bu seçim mucizeler yaratmayacak. Ankara’nın gölgesi hemen kalkmayacak, rant düzeni büyük oranda sürecek, emirnameler yeniden gelecek, yeni üniversiteler açılmaya devam edecek. Ama seçim, bütün bu çıplak gerçeklerin hangi masalla/hikâyeyle topluma sunulacağını belirleyecek. Boyun eğmenin masalı mı anlatılacak, yoksa “biz hâlâ buradayız” diyen bir hikâye mi? Bu fark küçüktür belki ama toplumların geleceğini kendi kendine anlattığı hikâyeler belirler. Rantın sürdürülemez olduğunu anlatan bir dil, yeni supermarket üniversitelerinin üniversite sektörünü itibarsızlaştırdığını söylemek, çevre katliamını öne çıkarmak, daha barışçı bir dili kullanmak çok önemli.
Seçim, ne tamamen sahici bir özgürlük anıdır, ne de tamamen boş bir yanılsama. İkisinin arasında, karar verilemezliğin tam kalbinde bir toplumsal ritüeldir. Belki küçük bir pencere açılır bekleme odasında, belki sadece içeri giren havayı biraz değiştirir. Ama bazen o kadarı bile yeter. Çünkü nefessiz kalanlar, küçük esintilerin değerini herkesten iyi bilir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi politikaların rotasını kökten değiştirmeyecek. Ama o rotanın hangi kelimelerle anlatılacağını, hangi hayaletlerin peşinden gidileceğini, hangi umutların yeniden canlanacağını belirleyecek. Ve belki de en önemlisi, Ankara ile kurulan asimetrik ilişkinin zaman zaman daha sağlıklı, daha dengeli yürütülmesine kapı aralayacak. “Hiçbir bok olmaz” lafı elbette kahvelerde yankılanmaya devam edecek. Ama belki de bu kez, o sözün karşısına başka bir cümle de dikilecek: “Olur, olur… Yeter ki karar verelim”