‘Martin Eden…’

Geçmiş uzayıp gelecek kısaldıkça, yaşanmış olanların hatırası, yaşanacak olanların tahayyülünden daha baskın çıkıyor galiba.

 

Hakkı Yücel
hkyucel52
@gmail.com

 

Başka zamanlardı.

Kuşatılmış, kendini tekrardan ibaret, çöl kuruluğunda ve ıssızlığında geçen çorak hayatların zamanıydı. O hayatlar ki bir avuç gökyüzünün altında ve bir avuç yeryüzünün üstünde yaşanıyordu. Ne yana dönülse, ötesine geçmenin yasak olduğu sınırlar vardı. Beşparmak Dağları’nın geceleri daha çok büyüyen silueti sanki bu hapishanenin aşılması imkânsız yüksek duvarlarıydı; o duvarların arkası bütün güzelliklerin yaşandığına inanılan cennet ülkeydi. Kanat çırpıp bu dağları aşmak ve oraya gidebilmek ise en büyük hayaldi.

O hayalin bir sahibi de -yoksa tutsağı mı demeli-, henüz on beş yaşını tamamlamamış yeni yetme bir delikanlıydı. Gündüz okula giden bir öğrenci, gece o sınır boylarının silahlı bekçisiydi; bir mücahitti. Kasıklarında ergenlik sancıları; düşlerinde bir büyük serüvenden bir diğerine heyecan dolu yolculuklar yapan da oydu, bir imkânsız aşktan bir diğerine alev alev yanarak kül olup savrulan da. Öyle olsa da en büyük saadeti yine de serüven yüklü bu hayali yolculuklar ve vuslattan yoksun o imkânsız aşklarda kül olup savrulmalardı. Ancak şu da var ki böylesi koşullarda, ergenliğin doyurulması zor, eksiklik ve çaresizlik ve de katı bir gerçeklik olarak yaşanan ‘kendi benlik’ halini, hayalden ibaret -bu yüzden abartılı-, olması arzulanan ‘ideal benlik’ ile değiştirebilmek için bir mucize gerekti. Aksi halde gerçek -ve de sıkıcı- ‘kendi benlik’ ile arzulan -ve de abartılı- hayali ‘ideal benlik’ arasındaki karanlık boşlukta kaybolmak hem çok kolaydı, hem de bedeli çok ağır travmalara da yol açabilirdi.

Hikâyesi bir bahs-i diğerdir, o mucize bir şekilde gerçekleşti. Yeni yetme delikanlının ruh ve beden olarak içinde yaşadığı çorak ülkeyi bir çiçek bahçesine dönüştürecek, kendi çıkmazında sıkışan canına nefes aldıracak, kanat takıp onu uçuracak olan mucizenin adı kitaptı (O günlerde en çok da romandı). Yaşı ölüme çok uzak, hayatı ölüme çok yakın olan delikanlı, buhranlı günlerinde bir şekilde ‘kelimelerin büyüsünü’ keşfetti ve o andan itibaren o büyülü dünyaya sığındı. Orada ne kadar olmak istediği kişi varsa onları oldu, ne kadar yaşamak istediği hayat varsa onları yaşadı ve gitmek istediği her yere hep orada gitti. Okuduğu her kitapta (romanda) adeta yeniden doğdu, hayatına o kitaplar anlam ve değer kattı, o kitaplarla büyüdü. (Dünyaca ünlü romancı Haruki Murakami Türkçede geçtiğimiz ay çıkan kitabı “Mesleğim Yazarlık”ta, roman yazarken en çok keyif aldığı şeylerden birinin “istediği kişi olabilmek” olduğunu yazar.)

İyi de, yarım asrı aşkın bir zamanın eskittiği, belleğin uzayıp giden kıvrımlarında kaybolmaya yüz tutmuş yeni yetme günleri -ve sonradan vazgeçilmez bir alışkanlık halini alacak, o günlerde gerçekleşen, hayata anlam ve değer katan mucizeyi- durup dururken akla düşüren ne? Geçmiş uzayıp gelecek kısaldıkça, yaşanmış olanların hatırası, yaşanacak olanların tahayyülünden daha baskın çıkıyor galiba. O yüzden olsa gerek, bazen bir kelime, küçük bir haber, bir resim, bir film ya da bir melodinin tınıları o uzak geçmişi, sanki dün yaşanmış gibi alıp bugüne getiriyor. Tıpkı şimdi olduğu gibi.   

Geçtiğimiz günlerde, bilgisayarın başına oturmuş aktüel hayatın ve siyasetin insanın zihnini ve ruhunu daraltan haberleri üzerinde öylesine göz gezdirirken, birden karşıma çıkan bir başlıkla bir an sarsıldım ve hemen ardından merakla alt tarafta yer alan yazıyı okudum. İki paragraflık kısa yazıda, İtalyan sinema yönetmeni Pietro Marcello’nun,  Jack London’un ‘Martin Eden’ romanını filme uyarladığı, bu filmde ‘Martin Eden’ rolündeki performansı ile Luca Miranelli’nin 76.Venedik Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldığı, keza metnin film uyarlamasının Toronto Film Festivali’nde Platform Ödülü’ne lâyık görüldüğünden söz ediliyordu ve filmin Türkiye’de kasım ayında vizyona gireceği belirtiliyordu. Dönüp bir daha baktım, yanlış okumamıştım, ‘Martin Eden’ diyordu. İşte o an zamanın akışı sanki bıçak gibi kesildi ve durdu, kendimi birden bire sözünü ettiğim yeni yetme delikanlı günlerimin ağır ritimli hayallerinde buldum. Lefkoşa’da Çağlayan Parkı’nda havuza yakın çitlerle çevrili küçük tenha bahçede, boş masalardan birine oturmuş, o gün Mapolar’ın Kitap Sarayı’ndan aldığım romanı okuyorum. (Artık mücahit maaşım var, istediğim zaman kendi kitabımı alabiliyorum; -bu arada sigaraya bile başlamışım-) Okumak ne kelime, daha ilk satırda adeta içine gömülmüşüm, kendimden geçmişim, o kadar ki dünya yansa umurumda değil. İşte o gün, sonradan uzun süre adeta kutsal kitabım olacak, tekrar tekrar okuyacağım kitabın (romanın) adı Martin Eden, yazarı Jack London’dı. Dün gibi aklımda -aradan yarım asrı aşkın bir zamanın geçtiğine kim inanır- Varlık Yayınları arasında çıkmıştı; yayınevinin cep kitapları serisi formatında bir kitaptı ve Kitap Saray’ın tozlu vitrininde, yola yakın tarafta, en uçta duruyordu. Ön kapağın üç kenarında birbirleriyle kesişen mor çizgiler -açık gri zemin üzerinde-, üstte beyaz harflerle yazarın ismi (Jack London) , ortada ise daha iri siyah harflerle romanın ismi (Martin Eden) yazıyordu. Kalınca bir kitaptı (568 sayfa) . Jack London’ı  biliyordum -Varlık Dergisi ve bir süre çıkan, galiba adı Varlık Çeviri (Dünyaya Açılan Pencere) dergisiydi, düzenli olarak eve giriyordu- ama doğrusu o gün satın aldığım ‘Martin Eden’ önceden kararlaştırdığım, bilinçli bir seçim değildi.  

İyi de neden bu kadar etkilenmiştim? Ağır aksak istikrarlı bir okur olmaya başladığım o günlerde, otobiyografik özellikler taşıyan bu romanda beni bu kadar kendine çeken ne vardı? Tesadüfün karşısına çıkardığı, ilk görüşte âşık olduğu, üst sınıfa ve kültüre mensup genç ve güzel kızın (Ruth’un) aşkını kazanmak adına, alt sınıf ve kültür mensubu Martin Eden’ın, insanın içini sızlatan kendini yeniden yaratma mücadelesi miydi; onun, aç ve sefil kalmak pahasına ısrarla sürdürdüğü öyküler şiirler yazma,  edebiyat sevdası ve de yazar olma tutkusu muydu; yazdığı her şey gönderdiği her yerden beğenilmeyip geri dönse ve de delicesine âşık olduğu kadın da en sonunda ‘yoksa beni kaybedeceksin’ iması taşıyan “artık vazgeç” diyerek onu yolundan geri çevirmeye çalışsa da,  yazmaya devam etmesi ve sevdiği kadın tarafından terk edilmeyi göze alması mıydı; beğenilmeyip geri dönen yazılarının sonradan değere binip yine o beğenmeyip geri gönderenler tarafından neredeyse paha biçilmez örnekler olarak kabul edilmeleri ve dün reddettikleri bugünse ünlü olduğu için peşinden koştukları yazara yönelik ikiyüzlülüğün ibret-i âlem sergilenişi miydi; bu riyakârlığa onu terk eden büyük aşkı Ruth’un da dâhil olması ve sonradan geri dönmek adına içine düştüğü zavallı konum muydu; metnin tutkulu aşk hikâyesi yanında dünyanın adil olmayan yüzüne de ışık tutan kapsamı mıydı; yoksa çok direndiği acımasız dünya karşısında pes eden ve kendini denizin karanlık sularına bırakarak hayatına son veren Eden’ın gerilimli yaşam serüveni miydi; doğrusu tam olarak bilmiyordum. Nihayetinde bir kitabı derinlemesine değerlendirmelerde bulunacak birikime sahip değildim. Ama galiba şuydu: Martin Eden romanı kelimelerin büyüsüne kapıldığım, kitapla kuracağım kalıcı ve vazgeçilmez ilişkinin harcını pekiştiren, o tutkunun içimde kök salmasına neden olan ilk kitaptı. Nitekim ondan sonra başka kitaplarda da aynı büyüye kapılacak, aynı tutku ve heyecanı yaşayacaktım.

Bir haber okudum, yarım asır öncesine gittim. O iki paragraflık kısa haber sebep oldu, sayfaları artık solmaya yüz tutmuş ‘Martin Eden’ romanını gizlendiği yerden bulup çıkardım ve yeniden okudum. Okurken o yeni yetme delikanlı günlerimde beni iliklerime kadar titreten heyecanı belki yaşamadım ama ‘kelimelerin büyüsü’nü ve kudretini bir kez daha hissettim. Sonra da acaba bugün aynı yaşlarda hâlâ aynı heyecanları yaşayan -ya da ne kadar yaşayan- var mı diye düşünmeden edemedim.

Evet başka zamanlardı, şimdi ise çok başka zamanlardayız. Öyle olsa da, kendi adıma dün ‘kelimelerin büyüsüne ve mucizesine’ ne kadar inanıyorsaydım, bugün de en az o kadar inanıyorum. Romanda okuduğum Martin Eden’ı, Ruth’u, o tutkulu aşk ve gerilimli yaşam hikâyesini, aradan geçen onca yıldan sonra, bu kez ekranda izlemenin bendeki karşılığının ne olacağını bilmiyorum, ancak -Orhan Pamuk’un ‘Kara Kitap’ romanını, oradaki son cümleyi hatırlayarak- emin olduğum bir şey var:

“Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz, yazı (kitap) hariç”

Dergiler Haberleri