Ali Furkan Çetiner
alifurkan.cetiner95@gmail.com
Giriş: 1965 Temmuz Krizi
Geçenlerde, Facebook’ta gezerken ilginç bir paylaşım gördüm. Yazı, Artemis Michael adlı bir kişinin profilindeydi ve 23 Temmuz 1965 tarihli bir gazete kupürüne işaret ediyordu.[1]
Mahi gazetesine ait olan kupür, Kıbrıslı Türk milletvekillerinin 1963 olaylarından sonra ilk kez meclise geri dönmek için teşebbüste bulunduğunu ancak bunun Kliridis tarafından reddedildiğini anlatıyordu.
"Sayın Kliridis, bu girişimi kesin bir dille reddetti. Açıklamasında, Kıbrıslı Türklerin 1963’ten bu yana anayasal düzeni terk ettiklerini, Temsilciler Meclisi’nden ayrıldıklarını ve geri dönme haklarını fiilen kaybettiklerini ifade etti. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası çerçevesinde, Meclis üyeliği görevini sürdürebilmek için gerekli koşullar vardır. Bu koşullar, Türk üyeler tarafından uzun süredir ihlal edilmiştir. Bu şartlar yerine getirilmeden herhangi bir geri dönüş mümkün değildir. Sayın Kliridis, Türk Kıbrıslıların bu taleplerini sadece siyasi bir manevra olarak nitelendirmiştir."[2]
Çok ilginç ve daha önce duymadığım bir olay olduğu için şaşırmıştım. Bunun üzerine Cumhuriyet meclisinin web sitesinde yer alan gazete arşivine girip aynı tarihte Kıbrıs Türk basınında ne yazılmış diye baktım ve Bozkurt gazetesinin manşetinde aynı konunun işlendiğini gördüm.
‘…Kıbrıslı Türk milletvekilleri, Temsilciler Meclisi'nin 22 Temmuz 1965'teki olağanüstü oturumuna güvenlik içinde katılmak için başvuru yapmış, ancak bu girişimleri reddedilmiştir. Glafkos Kliridis, Türk milletvekillerinin meclise dönmeleri için anayasal haklarından feragat etmeleri gerektiğini şart koşmuştur. Bu tutum, Kıbrıslı Türkler tarafından Rum yönetiminin Anayasa dışı bir davranışı olarak değerlendirilmiş ve Avrupa Konseyi Danışma Kurulu’na şikâyet edilmesi planlanmıştır. Makarios yönetiminin tek taraflı olarak hazırladığı bir sözde seçim yasası da eleştirilmektedir. Bu yasa, Türk-Rum toplumları arasındaki ayrı ayrı oy kullanma sistemini kaldırmayı ve tek listeyle seçim yapılmasını öngörmektedir…’[3]
Böylelikle, onlar mı bizi cumhuriyetten attı, biz mi ayrıldık tartışmalarına dair farklı bir boyutun olduğunu öğreniyoruz. Kliridis, Kıbrıslı Türk milletvekillerini meclise kabul etmiş olsa bugün çok farklı şeyler konuşacaktık. Bugüne kadar kaybedilmiş kaç fırsat olduğunu saymak zor ama kaybedilmiş her fırsattan sonra, Kıbrıs sorununun biraz daha çetrefilli ve karmaşık hale geldiği çok açık.
İlk Müzakereler: Beyrut 1968
3 Haziran 1968’de Beyrut’ta başlayan birinci tur görüşmeler, 26 Temmuz 1968’de sonlanırken, Rauf Raif Denktaş ve Glafkos Kliridis bir basın toplantısı düzenleyerek gelinen aşamayı açıklar: ‘…Bu basın toplantısında müştereken hazırlanan yazılı bir demeci okuyan Glafkos Kliridis, dün birinci safhası sona eren görüşmeler sırasında anayasa ile ilgili bazı meseleler üzerinde görüş teatisinde bulunulduğunu, bazı noktalar üzerinde görüş birliğine varıldığını ve diğer bazı noktalar üzerinde de anlaşmaya varmanın güç olmayacağının tespit edildiğini söylemiştir…’[4]
Haberin devamında yer alan metne göre, aynı basın toplantısında söz alan Denktaş, görüşmelerin ikinci aşamasının bir kaç ay sürmesini beklediği yönünde bir beyanat yapmıştır. Haberin bu kısmını okuduğum zaman, ‘bu sene çözüm senesidir’ manşetlerinin kökeninin nereden geldiğini anlayarak acı bir tebessüm ettim ve arşivi taramaya devam ettim.
Takvimler 1 Kasım 1968’e geldiğinde ise, ‘Kliridis, Türklerin veto hakkından vazgeçtiği takdirde ne gibi garantiler verilebileceğinin görüşülmekte olduğunu açıklamıştır.’ Açıklamanın devamında ise, Kliridis tarafından her konuda anlaşılmazsa, hiçbir konuda anlaşılmaz yaklaşımının ilk ifade ediliş şeklini müzakereler tarihine not düşebiliriz.
Kliridis: ‘bütün konular üzerinde varılacak sonuçlar, tüm bir anlaşmaya bağlı olacağına göre, şimdi neye karar verdiğimiz hakkında bir şey söylenemez’[5]
Bu yıl, görüşmeler için herhangi bir zemin olmamasına rağmen biri Cenevre biri de New York olmak üzere iki kez garantörlerin de katılımıyla zirve yapıldı. Bu zirvelerden de pek bir sonuç çıkmadı aslında. Peki gelin, 1968 yılının olası beşli konferans dedikodularına Kliridis ne yanıt vermiş, ona bakalım.
‘ Toplumlararası görüşmelerde beşli konferans konusunun ele alınmadığını, ancak Kıbrıs’la ilgili uluslararası anlaşmaların kapsamı içine giren konuları görüşmek üzere beşli bir konferansın gerekeceğini, fakat bunun anayasa üzerinde Kıbrıs’ta bir anlaşmaya varıldıktan sonra yapılabileceğini belirtmiştir.’[6]
Geçen 50 senelik müzakere tarihinde bir başka çokça zikredilen kavram güven artırıcı önlemler olmuştur. Oysa, Beyrut’ta başlayan ilk görüşmelerdeki atmosferi samimi beraberlik başlığıyla tarif eden Bozkurt gazetesi, Denktaş ve Kliridis’in müzakerelerden arta kalan boş zamanlarda otelin havuzunda serinlemekte olduklarını ifade etmektedir.[7] Sadece bugünkü güncel savaş ortamlarını bile düşünecek olsak, bu samimiyeti nasıl değerlendirmeliyiz? Putin ile Zelensky’nin veya Filistin ile İsrailli yetkililerin müzakere arası birlikte havuza girmesi mümkün bir şey mi?
Biz Kıbrıslılar, insanca birlikte vakit geçirebiliyoruz. Arkadaş olabiliyoruz hatta ticaret de yapıyoruz. Savaş döneminde yaşanan ve yüreklerinizi ısıtacak olan birçok insani yardım hikayeleri de vardır. Ama bunlar birlikte devlet kurmamıza, Birleşik Kıbrıs’ı oluşturmamıza yetmiyor. En azından bugüne kadar yetmedi.
Ekonomik İlişki, Barış sayılır mı?
Son aylarda, iki tane farklı boykot çağrısı gündem oldu. Birincisi, İsrail’e yönelik baskı oluşturmak amacıyla yapılan ve çok geniş markaları kapsayan İsrail boykotu, diğeri ise Ekrem İmamoğlu yakalandıktan sonra Ak Parti iktidarına yakın işletmelere, şirketlere yönelik olarak CHP’nin başlattığı ve geniş kesimler tarafından sahiplenilen boykot.
Kıbrıs’ta ise siyasi yelpazenin neresinden olursanız olun, yeşil hattın hangi tarafında yaşarsanız yaşayın, daha ucuz olan ürünleri bulup almak oldukça yaygın. Bir şey eğer ‘öteki’ tarafta daha ucuzsa bunu herkes talep ediyor. Siyasi görüş fark etmiyor. Hatta, öteki taraftan alışveriş yapmayalım diyenlerin marjinalleştirildiği bir Kıbrıs’ta yaşıyoruz. Bireysel alışverişlerin yanında bir de yıllık 16 milyon euro’yu bulan yeşil hat ticareti rakamları var elbette. Ancak ticaret ve ekonomik ilişki de tek başına ortak bir devlet kurmak için yeterli olmuyor.
Sıcak çatışmaların uzunca bir süredir yaşanmayışı ve 22 senedir sınır kapılarının normal bir şekilde işleyişinden dolayı gelişen ve oturan bir pratiğin içerisinde yaşıyoruz. Peki ekonomik ilişki, barış vardır demek mi? Barış, sadece silahların susmasıyla olur mu? Olmaz. Çünkü, bu kadar ilişkiye ve geçişlere rağmen her iki tarafta da halen ciddi ön yargılar var. Çözümlenmeyen Kıbrıs sorunu, gündelik hayatın içerisinde devam eden mağduriyetler, bizi hassas bir normalliğin içine sokuyor. Hem her an bozulabilir hem de sanki hiç bozulmayacakmış gibi süregiden bir denge bu.
Peki Barış yoktur diyebilir miyiz? Emin değilim. Bu şüphemin sebebi, bu bölümün başında ismini söylediğim İsrail boykotu ve Türkiye’de muhaliflerin başlattığı boykot örnekleridir. Her iki vakada yaşanan pratikleri gördükçe, bizim ekonomik alışverişlerimizin aslında bir barışa, hiç değilse birbirimizin varlığını kabul edişe işaret ettiğini düşünüyorum.
Çünkü, ekonomik ilişkiler aynı zamanda sıradan insanların bir araya gelişleri, tanışmaları ve işbirliği yapmaları imkanını da doğuruyor.
Öyle görünüyor ki, ekonomi üzerinden etkileşim, birbiriyle ticaret yapmak ve ucuz ürün neredeyse oradan almaktan dolayı gelen ilişki ve etkileşimler, sivil toplum projeleri aracılığıyla yapılan ‘barış inşa’ çalışmalarından daha etkili bir yoldur. Neden mi? Anlatayım.
X ürünün daha ucuzunu araştırmak ve satın almak için politik görüş olarak federasyonu savunmanız gerekmez. Peki, politik olarak aynı düşünmemek ortada bir düşmanlık olduğunu ifade eder mi? Sonuçta, hiçbir aklı selim sahibi insan, kendini rahat hissetmediği, düşman olarak gördüğü insanların arasında kendi dilinde rahatlıkla yüksek ses ile fiyat tartışması yapmaz. Yeşil hattın hem kuzeyinde, hem güneyinde yer alan marketlerde yan yana ve kendi dilinde alışveriş yapan insanlar, barışı değilse neyi gösterir?
Yakında Seçim Var
Yaklaşık bir buçuk ay sonra, Cumhurbaşkanlığı seçim süreci iyice hızlanacak. Geçtiğimiz dönem, müzakerelerin olmadığı bir beş sene olarak ilginç gelişmelere sahne oldu.
Mülkiyet alanında tutuklamalardan tutun daha birçok noktada Kıbrıslı Türklerin hayatını zorlaştıran, endişeleri çoğaltan bir dönemden geçtik. Müzakerelerin olmaması aslında bize farklı şeyler öğretti. Örneğin, müzakerelerin çözümü getirmese de statükonun sürdürülmesi açısından kullanışlı bir yol olduğunu gördük. Düşünün lütfen. Müzakereler varken, sorunlar ileri bir tarihe ötelenebilir, çözüm isteyenler bu kez anlaşacaklar umudu ile sakinleştirilebilir, çözüm istemeyenler de zaten anlaşamayacaklar diye sakinleştirilebilir. Sonuç alınamasa da bir masa etrafında konuşmak belirsizlikleri örterken, herkes bu görüşmeleri inandığı ve istediği tarafa yontabilir.
Geçtiğimiz beş sene içerisinde, atanmış Başbakanların kurduğu hükümetler ve Cumhurbaşkanı sayın Ersin Tatar’ın göreve geliş şekli ve görev süresinde yaptıkları devletimizi daha da zayıflattı. Başka bir devletin finansmanıyla yapılan yeni sarayın bağımsızlığımızı pekiştirdiği yönünde gelen açıklamalar bile geçtiğimiz beş senenin ne kadar vahim olduğunu anlatmaya yeterlidir. Bu koşullarda nasıl iki devletli çözüm olabilir ki? Daha bizi yönetenler KKTC’ye saygı duymazken, ona bir devlet gibi yaklaşmazken ve devlet olmanın gerekliliklerini yerine getirecek bir organizasyon yapısı kurmaktan uzak bir durumdayken, nasıl bir dış tanınma bekliyoruz?
İki ayrı devlet mi, Federasyon mu?
Çokça Avrupa Birliği’nde iki ayrı devlet de zikrediliyor. Ama burada da ilginç bir tezatlık var. Geçtiğimiz haftalarda, AB Parlamentosu üyesi Fidias’a röportaj veren Sayın Ersin Tatar, Annan Planı kabul edilmiş olsaydı Yunanistan’ın da Avrupa Birliğinde olduğu için Birleşik Kıbrıs’ın aslında enosis anlamına geleceğini çünkü üye devletlerin arasında hareket serbestiyeti olduğunu ve Türkiye’nin buraya üye olmadığını ifade etti. Peki Avrupa Birliği çatısı altında iki ayrı devlet de aynı sonuçları oluşturmaz mı? Yoksa, Ersin Bey’e gelin KKTC’yi AB’ye alalım deseler Türkiye’yi de almazsanız kabul etmem mi diyecek?
Neresinden bakarsanız bakın, bu iktidarın savunduğu şekilde olan iki devletli çözüm modelinin elle tutulur bir tarafı yoktur. Federasyon’un elle tutulur bir tarafı var mı diye soranlarınız da olabilir bu noktada. En azından, bu görüşü savunanların daha derli toplu ve mantıklı bir anlatımları var ancak onun da elle tutulur tarafı vardır demek çok zor. Çünkü, her türlü çözüm modelinin gerçekleşmesi için bizim irademiz yetmez, Kıbrıs Rum tarafının da istemesi gerekiyor. İki devletli çözüm deseniz de fark etmez, Kıbrıslı Rumlarını ikna etmezseniz, bir yol alamıyorsunuz.
Tabii hemen, onlar hiçbir şeyi kabul etmiyorlar. Annan planına da hayır dediler, Crans Montana’da da masadan kalktılar diyenlerinizi duyar gibiyim. Kıbrıs Rum tarafında bölünmenin nasıl normalleştiğini anlattığı kitabında, Grigoris İoannu bu durumu şöyle anlatıyor:
‘..Derin devletin, Kıbrıs sorunu ile ilgili taşıdığı tek nitelik retçi olma niteliği değildir. Kasıtlı şekilde bölünmecidir. Kendi kontrolü altındaki yarım ve Helen bir Kıbrıs’ı bütün ve iki toplumlu bir Kıbrıs’a tercih eder. Fakat bu tercihini halen açık bir şekilde ifade edememesinden ötürü, derin devlet yetkilileri ve derin devletin entelektüelleri, suları bulandırmak doğrultusunda çalışırlar. Federasyonun iki toplumlu ve iki kesimli işlevselliğine ve bunların bölücü unsurlarına dair kaygı duyuyormuş gibi riyakarlığa başvururlar. Yani, olmayan bir şeye bürünürler ve dolayısıyla etik olmayan ve ahlak dışı bir tutum benimsemiş olurlar. Örneğin Fileleftheros gazetesi editör ekibinin ve ilk sayfadaki karikatüristi PİN gibi militan bölünmecilerin birleşik devletin işlevselliği ile alakaları yoktur. İlgilendikleri tek nokta, birleşik bir devletin asla olmamasıdır.’ [8]
Bu yaklaşımların temelinde, federasyon olursa Türkiye adanın tümünü kontrolü altına alır, çünkü Kıbrıslı Türkler ayrı hareket edemez korkusu vardır. Bundan dolayı da, yarım ve Helen bir Kıbrıs güneyde olan egemen çevreler tarafından tercih edilir. Bu durumu, hem Niyazi Kızılyürek, hem de Ulaş Barış’ın yakın zamanda yayınlanan yazılarında da görebiliriz. [9] [10]
Nesiller arasında Kıbrıs Sorunu’na bakış farklılıkları
Kıbrıs Sorunu’nun niteliği nesiller değiştikçe de farklılaşıyor. Yıllar içerisinde, hem bölünme kalıcılaşıyor, hem de birleşmeye dair olan motivasyonlar daha da fazla iç sebeplere yoğunlaşıyor. 2019 Senesinde, bu düşüncemi Tabella’da yazdığım bir makale’de şöyle ifade etmiştim:
‘…Kıbrıs’ın tümüne dair hatıraları, hikâyeleri olan son nesil elbette 1974 öncesini hatırlayanlardır. Kıbrıs’ımın güzellikleri tüm ada coğrafyasında aynı olsa dahi, geriye kalanlar için yabancı bir yerdir yeşil hattın diğer kısmı. Hele ki, doksanlarda doğup Annan Planı sonrasında büyüyen bizler için daha da nettir bu durum. Evet, Kıbrıslı Rumlar ile kültürümüz ne kadar çok benzese de, dil faktörü küçümsenemeyecek derecede kuvvetli bir şey. Nesilden nesile aktarılan travmalar da cabası. Evet, kültür çok önemli, lakin gelecek hayalleri ve ilham aldığımız noktalar konusunda ne kadar ortaklaşıyoruz, ondan emin değilim. Zaten Kıbrıs Türk siyasetinde barış ve çözüm kelimesini kullananların esas derdi ve argümanı da diğer toplumla beraber bir ülke kurmak değil çoğunlukla. Daha çok; tanınmamışlıktan, yetersiz sağlık ve eğitim hizmetlerinden ve bozuk yollardan dem vurup çözümün gerekliliğine ikna etmeye çalışıp, “Aman kalıcı bölünmeye gidiyoruz.” gibi soyut bir endişe ortaya koyuyorlar. Hâl böyle olunca aklıma gelen soru şöyle oluyor, içerideki sorunlardan pozisyon alan ve ötekiyle ilişkisi sınırlı olan bir barış argümanı ne derece içi doludur?..’ [11]
Annan planı sonrası, kapıların açık olduğu bir ortamda büyüyen bir kişi olarak Lisedeyken en sevdiğim şey, Kermiya kapısından bisikletimle güneye geçip Lokmacı’dan geri geldiğim dolaşmalardı. Çekingen bir heyecanla, öteki tarafı keşfetmeye çalışırdım. Benim büyüdüğüm dönemin çocukları, mutlak bölünmenin olduğu 2003 öncesini hatırlamazlar. Kapıların açık olması, güneyde eğitim alınabilmesi, güneyden alışveriş yapmak veya bir Kıbrıslı Rum ile arkadaşlık yapmak oldukça normal bir şeydir. Sadece kapıların açılması ve daha çok Kıbrıslı Rum ile etkileşime geçmemiz değil, her iki tarafta da daha enternasyonal bir nüfus yapısına sahip olmamızın da o eski korkuları dönüştürüp değiştirdiğini düşünüyorum. Bu durumların, Kıbrıs’ı ve Kıbrıs’ın geleceğini algılamak konusunda diğer nesillere kıyasla farklılıklar oluşturduğuna inanıyorum. Bu farklılıkları ayrı bir yazıda daha da detaylı değerlendirebiliriz. Ancak, yeri gelmişken Hakan Karahasan’ın 1974 sonrası doğan ve üniversite çağına kadar mutlak bölünmüş bir Kıbrıs’ta yaşayan neslin hikayesini, bakış açısını anlattığı ‘Umut Zamanları 2003, Geçişler ve Kıbrıs’ kitabını tavsiye etmek istiyorum.
Sonuç:
Kıbrıs müzakerelerinin ve geçen 50 yılın farklı yönlerini değerlendirmeye çalıştığım kapsamlı bir yazı oldu. Her ne olursa olsun, sağlıklı bir geleceğin daha iyi yönetilen ve içerden de, dışardan da saygı duyulan bir Kıbrıslı Türk yönetiminden geçtiğini düşünüyorum. Biz eğer, Kuzey Kıbrıs’ı daha iyi, daha organize, devlet olmanın gerektirdiği yetkinliklerde idare edebilirsek yarınlara daha güvenli bakabileceğiz. Çünkü, bağımsız bir devlet olmanın önündeki en büyük engel de, federasyonun bir ortağı olmanın önündeki en büyük engel de bu garip, yozlaşmış ve kendi kendine yetmekte güçlük çeken yönetim ve devlet yapısıdır.
[2] 23 Temmuz 1965 tarihli Mahi Gazetesi
[3] 23 Temmuz 1965 tarihli Bozkurt Gazetesi.
[4] 26 Temmuz 1968, Bozkurt Gazetesi
[5] 1 Kasım 1968, Bozkurt Gazetesi
[6] 15 Kasım 1968, Bozkurt Gazetesi
[7] 4 Haziran 1968, Bozkurt Gazetesi.
[8] Denktaş Güneyde, Kıbrıs Rum Tarafında Bölünmenin Normalleşmesi ( Grigoris İoannu, Baranga Yayınları), syf 128
[9] Kıbrıs Rum Müesses Nizamı’nın çözüm takiyyesi ve seçimler. Niyazi Kızılyürek. 6 Temmuz 2025 .https://www.yeniduzen.com/kibris-rum-muesses-nizaminin-cozum-takiyyesi-ve-secimler-24011yy.htm
[10] Crans Montana, Göbek bağı, İsrail ve Türkiye, Ulaş Barış. 11 Temmuz 2025https://www.kibrispostasi.com/c1-KIBRIS_POSTASI_GAZETESI/j227/a42408-crans-montana-gobek-bagi-israil-ve-turkiye
[11] Tabella.org, Ali Furkan Çetiner