Katı olan buharlaşırken..

Katı olan buharlaşırken..


İnanç Özekmekçi


Marks; Komünist Manifesto’da içinde yaşadığı çağı, ‘katı olan her şeyin buharlaştığı’ ve insanların, yaşamın gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde yüzleşmeye zorlandığı bir zaman dilimi olarak tarif eder. Türkiye siyasetini belirleyen toplumsal dinamik ve siyasal eylem adına her ne varsa tırpanlanarak rejimin  ‘katılaşması’, 1980 askeri darbesinden sonra zirveye çıktı. Darbeden sonra siyaset – ve de demokrasi!- ; deneyimlenen değil, katı bir hiyerarşi içinde düzenlenmiş merkezi bir sistem içerisindeki bir mizansene dönüştü.  7 Haziran’da gerçekleşen seçim ise artık katı olanın buharlaştığı, yani yaklaşık 35 senedir alışageldiğimiz kalıpların ve siyaset yapma biçiminin değiştiğini /değişmek zorunda olduğunu göstermesi bakımından darbe sonrasının en önemli seçiminden biri olarak okunabilir. Ancak bundan da önemlisi hem seçime giden süreç hem de sonrasında ortaya çıkan tablo Türkiye toplumunu birbiriyle olan ilişkilerinde yüzleşmeye zorlamakta.

Türkiye seçimlere; üç dönem üst üste genel seçimi tek başına kazanmış, referandum ve yerel seçimlerde başarı sağlamış, parti liderini cumhurbaşkanı seçtirebilmiş, - katılalım ya da katılmayalım- geleceğe ilişkin siyasal iddiası olan bir partinin iktidarı altında girdi.   AKP’nin 2002’den son seçimlere kadar olan başarısının temelinde iki unsur vardı. Bunlardan ilki, ekonomik büyümeyi adil bir gelir dağılımı üzerinden olmasa da alt gelir gruplarının ve kamusal alandan o güne kadar dışlanmışların sembolik sermayelerine yansıtabilmesidir. Bu, aynı zamanda AKP’nin her seçim öncesi dile getirdiği ‘ekonomik istikrar’ söyleminin de ana hattını oluşturuyordu. İkincisiyse, geleneksel olarak Türk sağının özelliği olan farklı toplumsal gruplar arasında ittifak kurabilme yeteneğinde gizlidir. Diğer bir ifadeyle AKP; 90’lar sonrası Türkiye’de iki parti arasında dağılmış merkez sağı, kendi İslamcı muhalif geleneğiyle harmanlayabilen güçlü bir çatının adıdır. 

7 Haziran seçimlerinde, Kıbrıs usulüyle ifade edecek olursak ‘AKP Tumba!’ dendi ve parti, 2002’den bu yana ilk kez bir genel seçimden oy kaybederek çıktı. %40 hâlihazırda hiç de küçümsenebilecek bir oran değildir; ancak bu, hem seçimin mahiyeti hem de tek başına zafer kazanmaya alışmış bir seçmen tabanı düşünüldüğünde AKP’nin başarısızlık hanesine yazılıyor.  Zira bu seçim AKP açısından sıradan bir genel seçimin ötesinde, tek başına anayasayı değiştirebilecek meclis çoğunluğuna ve cumhurbaşkanının gönlünde yatan aslan olan başkanlık sisteminin vizesini alabilme anlamına geliyordu.  İlginç bir biçimde bunun gerçekleşmemesini sağlayan olgu, AKP’yi 2002 yılında %34 oy alıp 365 milletvekiliyle tek başına iktidara taşıyan olguyla kategorik olarak aynıdır: Barajlı seçim sistemi. HDP’nin; daha önce AKP’ye yönelen Kürt seçmeni kendine çekmeyi başararak %10’luk seçim barajını aşması ve AKP’yi de tek başına iktidardan etmesi bu seçimin elbette en çarpıcı sonucu. Yapılan analizler, AKP’nin kaybettiği 9 puanın 5-6’sının HDP’ye gittiği yönünde.  AKP’nin yıllar öncesinden gelen Milli Görüş damarının; Kürt sorununa ilişkin her zaman ‘resmi tezlerin’ dışında bir söylem geliştirdiği bir gerçektir.  ‘Din kardeşliğini’ vurgulayan böylesine bir zemin üzerine, ‘Çözüm Sürecine’ girişilip tabu olan konuların üzerine gidilmesi, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da AKP’nin muhafazakâr Kürt seçmenler nezdinde popülerliğini arttırmıştı. Ne var ki AKP “katılaştıkça” ve Roboski ve Rojova olaylarında o bilindik devlet refleksini takınınca, AKP’nin Kürt oyları “buharlaştı.” İşin ironik yanı; 12 Eylül darbesinden sonra hem İslamcılara hem de Kürt hareketine karşı tedbir olarak konulan seçim barajı, son tahlilde geçmiş mağduriyeti unutup bu barajdan medet umanın aleyhine – hem de seçim öncesinde HDP ve AKP’nin ittifak içinde olduklarına yönelik yaygın bir kanaat varken- bir sonuç ortaya çıkardı. C.başkanı Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde ‘barajı biz koymadık ki biz kaldıralım’ sözünü bu noktada tekrar hatırlamakta fayda var.    


CHP açısından duruma bakılacak olursa, iktidardan uzak kalmanın parti içinde değişime yönelik bir itki yarattığını söylemek pekâlâ mümkün. Katı bürokratik zihniyette bir partinin adaylarını ön seçimle belirlemesi, alışıldık Kemalist refleksin aksine İstanbul’da hem de birinci sıradan Ermeni bir aday göstermesi ve uzun yıllardan sonra ilericilik/gericilik, şeriat/laiklik sarmalını aşan bir seçim kampanyası yürütmesi (seçim kliplerinde başörtülü seçmenlere yer vermesi partili profili açısından ciddi bir açılımdır) CHP’nin kendi ‘katılığını buharlaştırmaya’ başladığını ve bugüne kadar dışladığı kesimlerde iletişim kurmaya çalıştığının bir göstergesi. Bu açılımın sosyal-demokrat olma iddiasındaki CHP’yi bugüne kadar dışladığı ya da makbul saymadığı kimliklerle bir ‘yüzleşmeye zorladığı’ açık, ama bunun ne derece samimiyetle sürdürülebilir olduğunu zaman gösterecek. Yapılan analizlere göre CHP tabanında 1-2 puanlık ‘emanet’ oyun HDP’ye kaydığını işaret ediyor. Anadolu için çok geçerli olmasa da özellikle başta İstanbul olmak üzere memleketin batısı için bu tespit doğru gözükmekte. Ancak bu kayışın tek nedeninin HDP’nin barajı geçmesini sağlayıp AKP’yi iktidardan etme şeklindeki bir stratejik yönelim olduğunu söylemek tabloyu eksik okumak olur. Özellikle İstanbul merkezli olmak üzere, Gezi sürecinde yaşananlar ve medyanın tutumu azımsanmayacak sayıda insanı Kürt gerçekliğinin kendilerine yansıtıldığı gibi olmadığını düşünmeye sevk etti.

  Seçimlere ‘Türkiyelileşme’ ve ‘Seni Başkan Yaptırmayacağız!’  sloganlarıyla giren HDP’nin şimdilik ikinci sloganı tutmuş görünüyor. Türkiyelileşme konusuysa, birbiriyle kesişen ama farklı kulvarlarda ilerleyen boyutlara sahip. İlk olarak HDP, Türkiye’nin batısından da milletvekilleri çıkartarak siyasal mekâna yayılma açısından olarak Türkiyelileşti. İkincisi; aday profili ve parti kimliğinin ortaya konması bakımından; sadece Kürt sorununa odaklanmayıp, ‘yeni solun’ Türkiye’deki temsilcisi olmaya çabaladı.  Ancak bunun, Kürt olmayan seçmeni kendine çekme bakımından etkili olmakla birlikte partinin seçmen bazında Türkiyelileştiği sonucuna varmak için henüz zor görünüyor. Yine de bu noktada, HDP’nin meşru bir siyasal aktör olarak mecliste yer almasının kaçınılmaz olarak parti içinde bir dönüşümü tetikleyeceğini kestirmek güç değil. Bunun ilk işaretleri HDP’nin ‘güvercinlerinin’ Kürt olmayan seçmenden gelen emanet oylara sahip çıkacaklarını belirtirken; ‘şahinlerin’, emanet oy olmadığına yönelik açıklamalarında görüldü. Bunun gidişatını zaman içinde göreceğiz.

  Son olarak MHP’ye bakıldığında, sosyolojik açıdan seçmen tabanının örtüştüğü AKP’den çözüm sürecine reaksiyoner 4 puanlık ay aldığı görülmekte. Çözüm süreci tartışmalarında ve seçimlerden hemen önce tabanına hakim olan ve kışkırtmalardan uzak kalan MHP’nin muhtemel stratejisi, zaten bir sonuca varmayacağına inandığı çözüm sürecinin başarısız olması durumunda herhangi bir ek çaba sarf etmeden tepki oylarını kendi bünyesinde toplayabilmek üzerine kurulu. Bunu seçim gecesi yapılan herhangi bir koalisyonda yer alınmayacağı açıklamasından anlamak mümkün. Ancak şartların insanları birbiriyle iletişim kurmaya ve yüzleşmeye zorladığı bir zeminde MHP’nin katı kırmızı çizgilerini ne kadar sürdüreceği, sürdürse bile bunun ne kadar başarılı olabileceği meçhul.

Dergiler Haberleri