“İz bırakmak kadar iz sürmek, paylaşmak kadar öğrenmek”

Ülke için de sanat için de çanların çaldığı Kuzey Kıbrıs’ta Ayhatun Ateşin sanatıyla, eğitimci yönüyle önemli bir çığlık yükseltiyor.

Murat OBENLER

On parmağında on marifet olan, uzun yıllara dayanan sanat ve eğitimcilik yaşamında sayısız çalışma yapan, uluslararası sanat organizasyonlarına katılan, her yaştan kişinin bilgili ve donanımlı olması için sosyal kişiliği ile fedakarca ve sevgiyle insana vermeye, aktarmaya, paylaşmaya devam eden sanatçı ve eğitimci Ayhatun Ateşin ile Surlariçi’ndeki atölyesinde buluşarak çok renkli ve keyifli ve bir o kadar da ciddi uyarılarla dolu bir sohbet gerçekleştirdik.

“Lefkoşa’yı soluyarak, koşarak ve oynayarak büyüdüm; şehrin sokaklarını yaşadım”

Ayhatun Ateşin’in biraz köklerinden almak isterim sohbetimizi…
Ayhatun Ateşin: Zanaat ustası Mehmet Usta (namı-diğer Karebela) ile terzi bir anne olan Fatma’nın genlerinin birleşiminden dünyaya geldim. Ailenin beşinci ve son çocuğu olarak, Tekne Kazıntısı olarak Silihtar’daki Mutalliip’in Evinde 1961 yılında dünyaya geldim. Lefkoşa’yı soluyarak, koşarak ve oynayarak büyüdüm; şehrin sokaklarını yaşadım. Çocukluğumda akil hocalarımızı ve zanaatkarları görerek büyüme fırsatı buldum.

“Her semt, bana başka bir renk, ses ve bakış açısı kattı. Bu zenginlik, ileride sanatımda farklı kültürleri, sesleri ve bakış açılarını harmanlamamın ilk işaretlerini taşıyordu”

Kök Lefkoşalı mısınız derler ya siz de öyle misiniz?
Abohor’dan Hacıahmetoğluları’ndan olan annem, Aytotorolu babamla birlikte Lefkoşa’ya göçmen olarak gelmişlerdi. İnsan nerede doğarsa doğsun, kökleri nereye uzanırsa uzansın, ait olduğu yerlerin izlerini ruhunda taşır. Evimiz Tanzimat Sokak’ın ortasındaydı; 103 numarada oturuyorduk. O sokak, çocukluk belleğimin en derin hatıralarını barındırır. Bir ucu Girne Kapısı’na, diğer ucu Cumhurbaşkanlığı konutunun arkasına, en uç noktası ise Zahra Sokak’a dayanıyordu. Günlük yaşam, komşuluk ilişkileri, sokaktan yükselen sesler ve kokular, benim için hem evin hem de şehrin kalbini oluşturuyordu. Çocukluğumun adımları Silihtar’ın dar sokaklarında, Samanbahça’nın canlı ve iç içe yaşamında, Girne Kapısı’nın tarihi taşlarının gölgesinde geçti. Ayluga ve Köşklüçiftlik, daha geniş nefes alanlarıyla bende farklı bir özgürlük duygusu uyandırdı. On dört yaşımdan sonra ise yolum Arabahmet’e düştü; yaşamımın önemli bir parçası artık orada şekillenmeye başladı. Her semt, bana başka bir renk, başka bir ses ve başka bir bakış açısı kattı. Silihtar’ın çok kültürlü dokusu, Samanbahça’nın mahalle dayanışması, Girne Kapısı’nın tarihi, Ayluga’nın doğaya yakınlığı, Köşklüçiftlik’in modernleşme havası ve Arabahmet’in sanata açık ruhu…
Bütün bunlar, bir araya geldiğinde, çok yönlü ve renkli bir dünya sundu bana. İşte bu zenginlik, ileride sanatımda farklı kültürleri, sesleri ve bakış açılarını harmanlamamın ilk işaretlerini taşıyordu belki de.

“Bizler gerçekten şanslıydık; öğretmenlerimiz yalnızca bilgi aktarmıyor, aynı zamanda merak, araştırma ve disiplin duygusunu da aşılıyorlardı”

Bu yaşam yolculuğunda ilk bilgileri hangi okullarda hangi hocalardan aldınız?
Okul yolculuğum Yeşilada Anaokulu’nda başladı. Ardından birinci sınıfı Yenicami’de, ikinciyi Selimiye’de okudum. En belirleyici yıllarımı ise dördüncü, beşinci ve altıncı sınıflarda, o dönemin en saygın okulu olan Atatürk İlkokulu’nda geçirdim. Okulun havası başkaydı; sabahları avluda toplanır, marşların coşkulu sesleri duvarlardan yankılanırdı. Laboratuvarları, sahnesi ve geniş bahçesiyle okul bir eğitim yuvasından çok, küçük bir kültür merkezi gibiydi. Bale derslerimizi Deniz Özen verirdi; parmak uçlarımda yükseldiğimde tahta zeminin gıcırtısını hâlâ duyarım. Tiyatro sahnesinde, erkek kılığına girerek oynadığım “Bir Sepette Neler Var” monoloğu, sahnede kendimi bulduğum ilk andı. Resim dersinde Gazi Hoca, renklerin dünyasını keşfetmemi sağladı; fırçanın kağıt üzerindeki izleri benim için oyun kadar büyülüydü. Müzikte Halide Hanım’ın şefliğinde orkestrada alto flüt çalardım; nefesimin titreşimleriyle notaların havada süzülüşünü dinlerken, müziğin ruhumuza nasıl dokunduğunu öğrendim. Ev ekonomisi derslerinde Selma Hanım ile mutfak, adeta küçük bir tiyatro sahnesi gibiydi; biz oyuncular, malzemeler repliklerimizdi. Amerikan donat yaptığımız günü unutamam; sınıfın içini dolduran vanilya kokusu hâlâ burnumdadır. Yumurtayı ilk kez orada kızarttım ve o basit eylem bana, hayatın küçük şeylerden örüldüğünü öğretti.
Mahalle kütüphanesi ise bana kitapların büyülü kapısını araladı. Görevli Hatice Hanım, bana güvenerek birden fazla kitap verir, ben de karşılığında ona güzel sözlerle süslenmiş yazılar hazırlardım. Çekmecesinden çıkardığı şeker ve çikolatalar, kitap kokusuyla birleşince unutulmaz bir tat bıraktı. Babamın müşterilerinin mezar taşlarını yazarken gözlemlediğim mermer üzerindeki kalemin ağır ilerleyişi, kelimenin kalıcılığını öğretti bana. Mahallemizden Şekibe Halayık, şiirler okutmayı sever, sesimi dinledikten sonra küçük hediyeler verirdi. O günlerden aklımda kalan bir başka ayrıntı ise yeşil çoraplarım… Belki de çocukluğumun tüm canlılığını ve masumiyetini simgeliyordu. Bizler gerçekten şanslıydık; öğretmenlerimiz yalnızca bilgi aktarmıyor, aynı zamanda merak, araştırma ve disiplin duygusunu da aşılıyorlardı. Ailelerimizin yanında onlar da yol gösterici, birer liderdi. Ben ise çalışkan, sosyal, meraklı ve biraz da ele avuca sığmaz bir öğrenciydim. Bugün geriye dönüp baktığımda, o yılların bana hem disiplinin hem de yaratıcılığın önemini öğrettiğini, ruhumu yoğuran bir dönemeç olduğunu görüyorum. Bu tavır yalnızca sanatla sınırlı değildi; yaşamın her alanında kendini gösterirdi. Bu dürüstlük, kültürel belleğe sahip çıkma anlayışıma da yansıdı. Bir keresinde Türkiye’den gelen bir ekip, Kıbrıs kültürünü konu alan bir film çekiyordu ve molohiyayı açık havada kurutmuşlardı. Ben onlara müdahale ettim; molohiya aslında içeride, yataklar üzerinde kapalı bir ortamda kurutulurdu. Kültürümüzü doğru aktarmak için bunu paylaşmam gerekti. Yanlış gösterilen her ayrıntı, belleğimizde yanılsama yaratabilirdi. Benim için mesele yalnızca sanat değil, yaşamın kendisiydi. Doğruyu söylemek, belleğe sahip çıkmak ve kültürümüzü doğru reçetelerle aktarmak, hep sürdürdüğüm bir yol oldu.

Teşhişi yanlış koyarsan tedavi de yanlış olur derler ya…
Birçok şeyin dejenere olmasının sebebi, insanların her şeyi derinlemesine incelemeden yapmaya çalışmalarıdır.

“Kendi yapmak istediklerimi yapmaktan hiç geri durmadım. Asıl mesele, doğruyu savunabilmek, bilgiyi paylaşabilmek, gerektiğinde topluluk adına ses çıkarabilmekti”

Arkadaşlık ortamınız nasıldı? Siz grupta lider vasfınızla o dönemlerde de öne çıkar mıydınız?
Sanırım küçük yaşlardan itibaren lider özelliklerim vardı. Kendi yapmak istediklerimi yapmaktan hiç geri durmadım. Olayları doğru ve zengin bilgilerle analiz eder, gidişatı yönlendirecek adımlar atardım. Çoğu zaman insanlara yol gösterdiğimi, kararlarında onlara yön verdiğimi söyleyebilirim.
Mahallemde çok iyi arkadaşlıklarım vardı. Çocuk oyunlarının, paylaşımların ve sırların içinde hep bir aradaydık. Ben sevilen biriydim; neşem, enerjim ve paylaşımcı tavrım arkadaş çevremde sıcaklık yaratıyordu. Ancak sivri dilliydim de… Söyleyecek sözü sakınmayan biri olduğum için kimi zaman bu özellik, sevilmememe de neden oluyordu. Fakat bu, karakterimden hiç eksiltmedi; tersine, beni ben yapan şeylerden biri oldu.
Bugün geriye baktığımda, liderlik vasfının yalnızca başkalarını yönetmekten ibaret olmadığını görüyorum. Asıl mesele, doğruyu savunabilmek, bilgiyi paylaşabilmek, gerektiğinde topluluk adına ses çıkarabilmekti. Ben de bunu yapmaya çalıştım.

Kesinlikle sosyal bir öğrenci olduğunuz sonucuna varabiliriz…

Kesinlikle sosyal bir öğrenciydim. Sorgulayan, sorgulatan, insanlara dostça yaklaşan, yardımsever bir yapım vardı. Kollektif çalışmayı severdim; orkestra, koro, bando, tiyatro… Grup hareketlerinin içinde olmak bana büyük bir keyif veriyordu. Birlikte üretmenin gücünü o yıllarda keşfettim.
Ortaöğretimime önce Kız Lisesi’nde başladım. Ancak babam, annemi de yanına alarak iş için Libya’ya gidince, ben bir süreliğine Türkiye’deki ablamın yanına taşındım ve Çankaya Lisesi’nde bir yıl okudum. Ankara’daki o dönem, bana hem farklı bir ülkenin havasını soluma fırsatı verdi hem de yeni bir sosyal çevrede kendimi sınama imkânı sundu. Kıbrıs’a döndükten sonra ise öğrenimime Türk Lisesi’nde devam ettim. Artık gençlik çağındaydım ve farkındalıklarım artıyordu. Özellikle toplumsal cinsiyet bilincim bu dönemde daha da belirginleşti. Kız ve erkek öğrencilerin eşitliği, okul içindeki farklı muameleler, kadınların toplumdaki yeri üzerine daha çok düşünmeye başladım. Belki de ileride sanatımda kadın kimliğine, toplumsal rollere ve eşitlik arayışına eğilmemin ilk izleri bu yıllarda filizlendi.

“Aleminyo sanat yolculuğumun ilk sahnelerinden biriydi; orada yeteneklerimizi özgürce denemeyi, birlikte üretmeyi ve sahnede kendimizi göstermeyi öğrendik”

Aleminyo köyünde de unutulmaz çalışmalar yaptığınız gerçeğini de atlamak istemem. Sanatçı kişiliğinizde önemli etkileri olduğunu düşünüyorum.

Çocukluğumun yaz tatilleri Aleminyo köyünde geçerdi. Fatma, Hasan Hüseyin ve Kezy ile birlikte halamların yanında kalırdık; orası bizim için adeta ikinci bir okuldu. Muhtar olan eniştem bize daktilo kullanmayı öğretir, kütüphanesindeki zengin kitaplarla okumaya ve araştırmaya heveslendirirdi. Aynı zamanda köyde bir şirketin sahibiydi; arabasıyla köylüleri panayırlara, sinemalara götürürdü. Ben de onunla bu gezilere katılır, farklı dünyalara açılmayı öğrenirdim.

Köyde kendi yaratıcılığımızı da sürdürürdük. Küçük sergiler açar, şarkılar çalar, ikramlar hazırlardık. Hasan Hüseyin’le hâlâ gülerek hatırlarız: “Biyografimize ilk sergimiz Aleminyo Köyü diye yazalım mı?” derdik. O köy, sanat yolculuğumun ilk sahnelerinden biriydi; orada yeteneklerimizi özgürce denemeyi, birlikte üretmeyi ve sahnede kendimizi göstermeyi öğrendik.
Daha sonraki yıllarda eğitimim farklı yönlere kaydı. UTEM’de bilgisayar programcılığı öğrenirken bir yandan da eniştemin nükleer tıp muayenehanesinde çalışıyordum. Bu süreç beni Hacettepe Üniversitesi’ne, hatta İstanbul’da kurulmakta olan bir nükleer tıp merkezine kadar götürdü. Tam yeni bir mesleki yol çizmeye hazırlanırken, sanat beni tekrar çağırdı.
Lise yıllarında oynadığım “Ağustos Böceklerini Unutma” oyununun devamı niteliğindeki “Annem Niçin Miyavladı” oyununun turnesi için Hilmi Özen beni aradı. Kadroya katılmamı istedi. Bu çağrı, sanatın yoluma dönük her zaman var olan etkisini bir kez daha hatırlattı. Teklifi kabul ettim ve tiyatro için yeniden adaya döndüm. Sanatın çağrısı, tıpkı Aleminyo köyünde açtığımız ilk sergi gibi, hep oradaydı; ne yaparsam yapayım, yolum dönüp dolaşıp oraya çıkıyordu. Her deneyim, bilgisayar programcılığı da, nükleer tıp çalışmaları da, tiyatroya geri dönmemi zenginleştiren bir hazırlıktı.

Turne deyince benim adıma hep Alikko Caher gelir. Sizin de yollarınız kesişmişti…Nasıl olmuştu o süreç?

Yıllar sonra, Aliko ile Caher’in oyununu İngiltere’de sahneleme fırsatı doğduğunda, Kemal Tunç ve Yücel Köseoğlu dönemlerinden miras kalan sahne deneyimi bambaşka bir anlam kazandı. O oyunda, İngiltere’den gelen Osman Balıkçıoğlu ve Güzide abla yerine ben, Fatmalı rolünü üstlendim. Oyun, büyük alkışlarla sahnelenirken, sahnede Kemal Abi ve Yücel Abi ile birlikte olmak benim için tarifsiz bir gururdu.
Organizasyon süreci de ayrı bir deneyimdi. Türkiye’den Neco ve Burçin Orhon’un geleceği, Johny Logan’ın salon orkestrası ve bilet satışları… Her şey ciddi bir planlama ve koordinasyon gerektiriyordu. Bu süreç bana tiyatronun sadece sahnede değil, sahne arkasında da disiplin, işbirliği ve liderlik isteyen bir sanat olduğunu öğretti. Oyunu sahnelemek, izleyiciyle buluşturmak ve her detayı organize etmek, bir anlamda sanat ve yönetim becerilerimin birleştiği bir deneyimdi.

Çalışmalarınıza başlamamızın zamanı geldi. Resimlerle Şiir Kitabı’yla başlayalım.

Türk Lisesi’nden sınıf arkadaşlarım Semra ile Sevcan, ikiz kardeşler, çok iyi resim yapardı; ben de şiir yazardım. Onlara teknik resimde yardımcı oldum ve bir mimar abimizin ofisindeki makineleri ve malzemeleri kullanarak bir kitap çıkardık. Stenles steel ile çizim yapıp, renkli kağıtlara baskı aldık ve zımbalayarak kitabı tamamladık.

“Fare Kovalayan Kedi” çalışman hala daha duruyor mu?

Belki de bir gazeteci yanlış anlamış olabilir. Aslında demek istediğim şuydu: “Her çocuk gibi duvara resimler yapardım; kartpostaldaki fareyi kovalayan kediyi duvarda çizdiğimi hatırlarım.” Yani çocuksu bir dürtü, o zamanın ironik göndermesi… Bir kartpostalda duran fareyi kovalayan kediyi duvara yansıttım ama niyetim yalnızca “fare kovalayan bir resim yapmak” değildi; çocukça bir merak ve yaratıcı dürtüyle, duvarda kendi dünyamı kuruyordum.

“Benim eğitim anlayışımda çocuğun görme yetisini kazanması çok önemlidir ve bu dokunma yoluyla teknik bilgiyi çocuğa aktarmak üzerine olmalıdır.”

“Fırına Ekmek Salan Kadınlar” Resminiz ilk ödülünüz müydü?

Resim hocamız Emel Hanım o resme çok müdahale ettiği için, o resmi asla kendime ait olarak kabul etmedim; ancak okulda ödül almıştı. Benim eğitim anlayışımda çocuğun görme yetisini kazanması çok önemlidir. Bu eğitim, dokunma yoluyla teknik bilgiyi çocuğa aktarmak üzerine olmalıdır.

“Yaptığım her işin özünde insan vardır. Hem sanat hem bilim yolculuğum, insan odaklı bir bakış açısıyla şekillendi”

Tabi bilim insanı, sanatçı, eğitmen gibi birçok özelliğiyle hayatta yolculuğunda yol alan bir kişi ile sohbet edince neresinden girsek nereden devam etsek diye iyice düşünüyor insan. Nükleer Tıp eğitimine değinerek diğerlerine de geçelim.

Yaptığım her işin özünde insan vardır. Ben de sağlık alanında, nükleer tıp üzerinde çalıştım; beyaz önlüklülerle uzun bir dönem görev yaptım. Radyasyon kullanıyordum ve bunun doğru kullanıldığında eğitime katkı sağladığını, yanlış kullanıldığında ise zararlı olduğunu gördüm. Ada’da ilk nükleer tıp alanında çalışmalara katılan kişilerden biriyim.
Bu süreç, bana sadece bilimsel disiplin kazandırmadı; aynı zamanda insanın yaşamına dokunmanın, hassasiyet ve sorumluluk gerektirdiğini gösterdi. Ayten Berkalp bir sergi davetiyesinde eğitimimi fark etmiş ve radyofarmasi, gama kamera, radyoimmunassay eğitimimden sonra nükleer tıp kurulma çalışmalarından bahsetmişti. Ben de Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak, Tiyatro’da değil, Yüksek Öğrenim ve Dışilişkilerde görev almıştım. Ali Nesim Bey, Tiyatro’da ihtiyaç olmadığını söyleyerek beni Bakanlığa yönlendirmişti; Kültür Dairesi’nden de benzer yanıt aldım. Ancak bu süreçte, bugün hâlâ kullanılan adres listeleri ve plastik sanatlar envanterini çıkarmaya başladım. Ayten Benli ve Nuri Ünüçok, bu yolculukta yanımda olan çalışma arkadaşlarım oldu. Bölüm oluşana kadar tomografide yardımcı oldum. Dr. Erol Ulutekin, Ali Seylani ve Metin Müzezzinoğlu ile kurduğum dostluklar sayesinde sağlık sektöründe hassasiyet ve önem anlayışım gelişti. İlk tomografideydim, sonra kurulunca bölümümüze geçtim ve kanser hastalıklarının teşhisi yapılan bir bölümde insan sağlığı için çalıştım.
Tüm bu deneyimler, bana sanatın ve bilimin birbirini nasıl beslediğini gösterdi. Sanatta disiplin, kolektif ruh ve özenin önemini öğrenmiştim; nükleer tıpta ise bu kavramlar, insan hayatına dokunmanın sorumluluğu ile birleşti. Böylece hem sanat hem bilim yolculuğum, insan odaklı bir bakış açısıyla şekillendi...

“Öğrendiğim tüm bilgiler, yaşadığım adayı doğru kodlamamı, yorumlamamı ve sahip çıkmamı sağladı”

Neredeyse tüm hayatınıza yayılan eğitmenlikte de insana dokunuyorsunuz.
Ben Etek-Pantolon dikiş kurslarına katıldım ve diplomam var. Terzilik yapmıyorum ama o diploma vizyonumu zenginleştiriyor. Yemek kurslarına katıldım, izcilik kurslarına katıldım ve bu hayat yolculuğumda kendimde geliştirdiğim en sistemli oyundur. İzci lideri olarak gençlere kendi kendine yetme, beceriler geliştirme ve bu becerilerle doğada yaşama, iyimser olma, kardeşlik ve paylaşmayı aşılıyorduk. Konu şekilciliğe dönüşünce ben de ders vermekten vazgeçtim. Ayrıca ülkemizdeki ilk rehberlerdenim. Tuncer Bağışkan hocamızdan dersler aldık ve 20 gün rehberlik yaptım. Bu süreç, coğrafyamızı, kültürümüzü ve tarihi mirası derinlemesine tanımamı sağladı. Annem beni maymun iştahlı olmakla itham ederdi ama aslında öğrendiğim tüm bilgiler, yaşadığım adayı doğru kodlamamı, yorumlamamı ve sahip çıkmamı sağladı.

Tiyatro yolculuğunu biraz daha geniş konuşmayı arzuluyorum.

Lisede tiyatroya merak salmıştım ama okula alınmamıştım. Rainbow Diskoteği’nde barmenlik yaptığım dönemde arkadaşım Çetin Özen, bana yeni oyuna iki kadın oyuncu aradıklarını söyledi. Mine Şenhuy kızı ben de anneyi oynadık ve binlerce insana Kıbrıs ağzı ile oynadık. İlk olarak “Ağustos Böceklerini Unutma” oyununu sahneledik. Kıbrıs’a döndükten sonra ise “Annem Neden Miyavladı” oyununda yer aldım. Tiyatro hayatımın hep bir parçası oldu. Lise yıllarından başlayarak sahneye çıktım ve birçok oyunda rol aldım. Günümüzde sahnede olmamama rağmen başrolde oynadığım Hayriye Kadın karakteri hâlâ etkisini sürdürüyor; hatırlayanlar benimle karşılaştığında hâlâ gülümsüyor. Çocuk Tiyatrolarının organizasyonlarıyla ilişkimi sürdürüyorum ve kaliteli çocuk oyunlarının izlenmesi için çaba harcamaya devam ediyorum. Tiyatro bana disiplin, kolektif ruh ve izleyiciyle nefes nefese bir bağ kurma deneyimi kattı; bu da sanat anlayışımın derinlerine işledi.

“Sanat yolculuğuma bakınca, rakamlardan çok yaşanmışlıklar, karşılaşmalar ve paylaşımlar hafızamda kalıyor”

Bu uzun sanat üretimleri yolculuğunuzda bir istatistik var mıdır? Sergi, Bienal, sempozyum,tiyatro sayıları gibi. Hem ülkemiz sanatı hem de kendi sanat yaşamınız adına önemli olanları bizlerle paylaşabilir misiniz?

Oya Talat, Canan Öztoprak, Umure Örs ve ben GAÜ’de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Masteri yaparken, hocalarımız yurtdışına gitmek zorunda kaldığı için eğitimimiz yarıda kaldı. Akademik diploma bir kağıt parçası değildir; asıl değer, öğretmenin verdiği bilgi, birikim ve yönlendirmeyle öğrencideki yansımaları gözlemlemektir. Benim kronolojim de böyle şekillendi.

Sanat yolculuğuma bakınca, rakamlardan çok yaşanmışlıklar, karşılaşmalar ve paylaşımlar hafızamda kalıyor. İlk olarak “Çamur ve Ateşin Sanatı” Sergisi ile başladım. Bugüne dek otuz civarı kişisel sergi açtım; özellikle “Sessiz Yürüyüş” sergim hem kişisel dünyamda hem de ülkemiz sanat tarihinde ayrı bir yere sahiptir. Ellinin üzerinde karma sergiye katıldım; kimi zaman Kıbrıs’ta, kimi zaman Akdeniz’in farklı şehirlerinde, Türkiye’de ve Avrupa’da. Bu sergiler, Kıbrıs sanatçılarının uluslararası görünürlüğü açısından çok değerliydi.

“Toplumumuzda bellekte yapılan her şey erken unutuluyor. Örneğin İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali’nin yürütme ekibinde yer aldım ve bu deneyimi “1. KKTC Çocuk ve Gençlik Trienali” olarak ülkemizde hayata geçirdik”

Bienaller de sizin için özel bir deneyim olmuştur sanırım?

Kesinlikle. Özellikle İtalya’daki Bienal’de aldığım Applying Art ödülü, kadın sanatçılar olarak görünürlük kazandığımız ve Kıbrıs sanatının sınırlarını genişlettiğimiz bir döneme işaret ediyor. Sergiler ve ödüller sadece birer istatistik değil; her biri sanat yolculuğumda yaşanmış bir anı, bir deneyim. Sanat üretmenin yanı sıra sempozyumlar düzenlemek de tutkularımdan biri oldu; bugüne kadar otuz civarı sempozyum organize ettim. En önemlisi kuşkusuz Akdeniz Pişmiş Toprak Sempozyumlarıdır. Bu buluşmalar yalnızca seramik sanatçılarını değil, farklı kültürleri de bir araya getirdi ve Kıbrıs’ı “Akdeniz’in buluşma noktası” hâline getirdi.
DAÜ’de ve Mağusa Belediyesi iş birliğiyle yapılan Sanat Buluşmaları ve Atölyeler Bayramı sırasında MAGEM bahçesini adeta bir açık hava müzesine dönüştürdük. DAÜ koleksiyonuna yüzden fazla gravür kazandırırken, resim ve heykel eserleriyle kampüsü zenginleştirdik. Milli Arşiv ve benzeri kurumlarla yapılan sanat buluşmaları sayesinde farkındalık yarattık ve sanatçılara ait eserlerle halkın erişebileceği kalıcı koleksiyonlar oluşturduk.

BRTK Yayıncılık Tarihi Müzesi’nde küratörlük yaparken hayata geçirdiğimiz Sanat Güncesi Koridoru, birçok sanatçının çalışmalarını izlenebilir, görülebilir ve yaşanılır kıldı. Dışişleri Bakanlığı’nda kültür-sanat danışmanlığı yaptığım dönemde disiplinlerarası sanat buluşmalarıyla önemli adımlar attık. Bu çerçevede Milli Eğitim Bakanlığı koleksiyonuna ellinin üzerinde uluslararası sanatçının eserini kazandırdık. Bütün bu çalışmalar, toplum belleğine işlenmiş kalıcı bir sanat arşivinin oluşmasına vesile oldu.

Ayrıca, İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali’nin yürütme ekibinde yer aldım ve bu deneyimi KKTC’ye taşımak için çalıştık. Bu vizyonla 1. KKTC Çocuk ve Gençlik Trienali’ni hayata geçirdik. Üç yılda bir yapılması hedeflenen bu etkinlikle adanın kültürel vizyonunu genişletmeyi amaçladık. Kültür Dairesi, Lefkoşa Türk Belediyesi, Vakıflar İdaresi ve Telsim gibi kurumlarla iş birliği çok kıymetliydi.

Toplumumuzda bellekte yapılan her şey erken unutuluyor. Sanat hareketlerini başlatan kişi veya kurum “ilk” yapmış oluyor ama asıl değer sürdürülebilirlikte yatıyor. Kurumlar bu hareketleri sahiplenip devam ettirdikçe güven oluşuyor ve kalıcı belleğe dönüşüyor.
Benim için en kıymetli olan, sadece kendi üretimim değil; aynı zamanda ülkemizde sanatın paylaşılması, tartışılması ve geleceğe taşınmasına katkı sunmak oldu. Sanat yolculuğumun özeti: iz bırakmak kadar iz sürmek, paylaşmak kadar öğrenmek. Bütün bu çalışmalar, toplum belleğine işlenmiş kalıcı bir sanat arşivinin oluşmasına vesile oldu.

“Çanlar çalıyor ama kimse duymuyor”

Amatörlükle profesyonelliğin, popülizmle özün birbirine karıştığı bir ülke ismi söyler misiniz desem çok uzaklara gitmezsiniz herhalde…

Kıbrıs… Ah, burada amatör ruh ile profesyonel anlayış hiç birleşememiş ki. Sergiler bazen öylesine, sanki bir züccaciye dükkanı gibi sergileniyor. “Küratörlük” kelimesini artık o kadar çok kullanıyoruz ki, ben bile “küratör” demekten çekinir oldum. Çanlar çalıyor ama kimse duymuyor. Sanata “ilk adım” diyerek çocuklara yol göstermeye çalışıyoruz ama popülizm ve teknoloji öylesine karışıyor ki, bilgi ve donanımı olmayan kişiler çocuklarla günü geçiren etkinlikler yapıyor. Pedagoji belgesi olmayan biri, palyaço kıyafetiyle yuvalarda gezip atölye düzenliyor. Türkiye’den gelen bavul tiyatrolarına karşı verdiğim mücadeleyi hâlâ hatırlarım; o günlerde ciddi bir sınır çizmek zorundaydım. Mendil açar gibi atölyeler açılmaya başladı; her taraf içi boş atölyelerle doldu. Ben hâlâ bu hassas duruşumu sürdürüyorum çünkü odağımda insan var. İnsan önceliğim. İnsan ve ona verilen eğitim değerli. Sanatın özü, teknik ve bilgiyle birleştiğinde gerçek anlam kazanıyor..

“Sanat ve zanaat, aceleyle ve bilgi eksikliğiyle yapılacak bir şey değildir”

Şekilcilik ile mana arasındaki tartışmalarımız hep olmadı mı?
Üç kişi geliyor, “kil öğrenelim, hemen yapıp satacağız” diyor. Peki, tekniği, kimyası tamam mı? İçinden gerçekten su içilebilir mi? Bunlara bakan kimse yok. İnsanların çoğu sadece ürünü üretip satmayı düşünüyor; işin özü, malzemenin ruhu, tekniği, doğru kullanımı göz ardı ediliyor. Oysa sanat ve zanaat, aceleyle ve bilgi eksikliğiyle yapılacak bir şey değildir.

Teknolojinin sanatta kullanımı meselesine siz nasıl yaklaşıyorsunuz? Hangi noktalarda ve sıklıkta sanat uygulamalarınızda teknolojiden faydalanıyorsunuz?

Ben, teknolojinin bir anda çöp hâline geldiğini görebilen biriyim. Özellikle BRTK Müzesi’ni oluştururken, teknolojik cihazların nasıl hızla işlevsizleşip çöpe dönüştüğünü gözlemledim. Her şey doğru arşivlenmezse, bir anda kayboluveriyor. İletişim alanında geldiğimiz noktaya baktığında ise durum düşündürücü, hatta ürkütücü. Teknoloji doğru kullanılmazsa çatışma yaratır, iletişimi ortadan kaldırır. Mesela ChatGBT gibi araçlar, doğru kullanıldığında insanlığa fayda sağlayabilir; ama abartılı ve bilinçsiz kullanımını görmek mümkün.
Gözlemlediğim bir diğer sorun da şu: Teknoloji kullanımında sapla saman karışıyor, sanatla zanaat birbirine karışıyor. Kim bu uygulamaları yapan sanatçı? Bazen teknoloji ön plana çıkıyor, bazen de zanaat özünden kopuyor. Önemli olan, her zaman özle, amaçla ve doğru yöntemle ilerlemek.

21. yüzyılda sanatın gelişimini nasıl görüyorsunuz?

Senin de söylediğin gibi, duygu yok olunca gözün ışığı, hislerin geçişi de kayboluyor. İşte o zaman çatışmalar çıkar, öz kaybolur, sadece biçimde kalırsın. Popülizm sanatta da inanılmaz boyutlara ulaştı. “Feyklor” uydurmacılık, sahtecilik yapmak demektir; “poplore” ise popüler karakterleri alıp başka bir şeye uyarlamaktır. 20. yüzyılda “Çarli’nin Melekleri” dizisinde Çarli’nin parfümü çıkmıştı, pembe renkti; sokağa çıktığında herkes Çarli kokuyordu. Ama sen kendin olacaksın. Kendi mesleğin, kendi anlatmak istediğin disiplinin olacak; başka disiplinlerle etkileşim içinde olsa da, kendin olmaktan ödün vermeyeceksin. Ne yazık ki, günümüzde yerel yönetimlerimiz, çalıştıkları kişilerin geçmişine, portfolyosuna bakmadan işbirliklerine giriyor; ortaya çıkan projeler de sıradanlaşıyor.
Ülkemizde zanaatkarlık kayboldu. Bu büyük bir boşluk. Yaptığın malzemenin tekniğine, kimyasına, özüne saygı duymalısın. Satış için ürünü özünden koparmamalısın.


KISA KISA…KISA KISA… KISA KISA…KISA KISA
Aleminyo…. Paylaşmak ve eğitim
Neneniz…. Dinin maneviyatının gücü, ritüel
Fatma(anne)…. Sevgi dolu kucaklamak
Terzilik…. Üretmek
Mehmet Hüseyin(baba)…Yetenek,gerçek usta,espiri anlayışı
Yeşilada Anaokulu…Eğitime ilk adım
“Fare Kovalayan Kedi”….Çizmeye çalışmak, çabanın önemi
“Fırına Ekmek Salan Kadınlar” Resmi… Ödülü görmemezlikten gelmek
Aylın Örek… Resim Teorisi(Renklerin ve formun dili, gözlem ve algıyı derinleştirmek.)
Surlariçi….Nefes almak, geçmişle bugün arasında bir köprü
İzcilik…. Kendimde geliştirdiğim en sistemli oyun
Atom… Radyasyon, Bilgi gereklidir, bilgisizlik öldürür
Resimlerle Şiir Kitabı…. Hedefe varmak
Henry Moore….Yuvarlak formların estetik dili ve duygu aktarımı
Jill Crowly…. Parmaklar
Ezelden Ebede Seramik Sergisi….Seramiğin dünü ve bugününü topluma göstermek
Sessiz Yürüyüş… Haykırmak, adımlar ve çoğalmak ve bütün olmak
Alashia Yeniden Doğuyor Belgeseli… Manası adında gizli
Ada ve Ege… İkitanem, yaşamdaki ödüllerim
Baykuş… Gözler,iletişim
Tiyatro Sahnesi… İbadet, insanı insana anlatmaya çalışmak
Tuval…. Resmetmek,anlatmak
Kil… Konuşabildiğim dil,kendimi anlatmak
Üretmek…Birleştirir
Paylaşmak…Çoğaltır
Kıbrıs…. Adam,evim,insanım
Sevgi…. Hoşgörü
Hayat…. Yaşamak, yol almak

Röportaj Haberleri