“İyiliğin bile ölçüsünü öğreniyorsun bir yerden sonra.”
Kısa ama tok bir cümle.
Sanki bir ömrün, bin tecrübenin, sessiz bir fark edişin özeti gibi.
İnsanı bir anda durduruyor, içine baktırıyor.
Acaba bu söz modern dünyanın bir yorgunluk itirafı mı, yoksa insan olmanın kaçınılmaz gerçeği mi?
Yoksa biz mi fazla iyi olmaya çalışırken kendi sınırlarımızı kaybettik?
Belki de yaşadıkça, verip tükendikçe, “iyiliğin bile bir dozu var” demeyi öğreniyoruz.
Çünkü anlıyoruz ki, sınırsız iyilik, bir süre sonra kendine ihanete dönüşebiliyor.
İyilik…
Dilden düşen bir tomurcuk, dokunduğu her yerde çiçek açtıran bir sıcaklık…
Ama çiçek bile fazla suyla solar. Her şeyin fazlası gibi, iyilik de dozunda güzeldir.
Peki neden ölçüsü olsun ki, diye sorabiliriz. Cevap basit:
Çünkü bazen “iyilik” dediğimiz şey, karşımızdakini güçlendirmek yerine zayıflatıyor.
Birine yardım ederken onu bağımlı hale getirmek, aslında gizli bir bencilliktir. Biz iyi hissetmek isteriz, oysa karşımızdaki büyüyemez.
Mevlânâ ne güzel söyler:
“İyilik yap, denize at; balık bilmezse Hâlık bilir.”
Ama iyiliğin hakiki anlamı, yaptığımız şeyin ölçüsünü bilmekte saklıdır.
Her iyilik, yerinde ve zamanında olmalı. Aksi halde niyetin saflığı, davranışın ağırlığı altında ezilir.
Bize “iyiliğin makbulü gizli olandır” denmişti. Evet, ama her zaman değil.
Bazen beklemeyi bilmek, bir çağrıyı duymayı beklemek gerekir. Çünkü yardım, istenmeden verildiğinde çoğu kez kibirli bir müdahaleye dönüşür.
İyiliğin özü, karşısındakinin alanına saygı göstermektir.
Kimi zaman geri çekilmek, iyiliğin en zarif halidir.
Nietzsche der ki:
“İyilik, çoğu zaman en tehlikeli güçtür; çünkü insan, başkasını iyileştirmeye çalışırken kendini unutur.”
Bu sözde bir yorgun bilgelik vardır.
Biz başkaları için koşarken, kendi içimizdeki eksilmeyi fark etmeyiz.
Sürekli birilerine destek olmanın bedeli bazen sessiz bir tükeniştir. Çünkü kendini unutan bir iyiliğin sürdürülebilirliği yoktur.
Bir çocuğun yürümeyi öğrenmesi gibi düşünelim:
Önce elinden tutarız, sonra yavaşça bırakırız. Düşer, ağlar, kalkar. İşte öğrenme budur.
Biz hep elinden tutarsak, o hiç yürümeyi öğrenemez.
Tıpkı hayatta da öyle; her düşüş, aslında bir kalkışın provasıdır.
İyilik, o kalkışı izleyebilecek kadar sabırlı olmaktır.
Seneca, “Başkalarına yardım etmek iyidir ama kendini unutmak akılsızlıktır.” der.
Ne kadar yerinde…
Çünkü gerçek iyilik, hem karşındakini hem de kendini koruyabilmektir.
Birine ışık tutarken, kendi ateşini söndürmemektir.
Günümüzde iyiliğin ölçüsünü kaybettik belki de. Sosyal medyada sergilenen iyilik gösterileri, paylaşım uğruna yapılan yardımlar, “iyiliğin” ruhunu zedeledi.
İyilik, sessizdi; şimdi gürültülü hale geldi. Oysa en güzel iyilik, şahit istemeyenidir.
Çünkü gerçek iyilik, vicdana yazılır ekrana değil.
İyilik ölçüsüz olduğunda, insanın ruhunda bir yorgunluk bırakır.
“Her şeyin iyisini yaptım ama yine de kıymeti bilinmedi.” diyen insanların ortak yarası budur.
Çünkü ölçüsüz iyilik, sınır tanımayan bir beklentidir aslında. Karşılık beklemeyiz deriz ama içten içe bir teşekkür ararız.
Oysa bilmeliyiz ki iyiliğin gerçek ödülü, insanın kendi huzurudur.
Sonuçta, iyiliğin ölçüsünü öğrenmek, olgunlaşmanın bir parçasıdır.
Ne az, ne fazla tam kararında.
Tıpkı su gibi, tıpkı ışık gibi…
Birini boğmadan, yakmadan, sadece yaşatacak kadar.
Ve belki de iyiliğin en saf hâli, şudur:
Elinden geleni yapmak, ama elinden gelenin de bir sınırı olduğunu bilmek ve de kendimizi o aynadaki surette unutmadan yol alabilmek…
Satırların yarenliğinde yeniden bululmak dileğimle…
Sağlıkla ve hoşça kalın.