Güvenin Ölümü

Güvenin Ölümü

 Virginia Woolf

Çeviren: Salamis                         

salamiscacta@gmail.com

Gündüz uçan güvelere tam olarak güve denemez; onlar içimizde, alt kanatları sarı renkli olup sıkça perde gölgelerinde uyuyan türlerinin yaşattığı, o karanlık sonbahar akşamı ile ağaç sarmaşığı filizlenirken duyduğumuza benzer o duyu okşayan hissi uyandırmazlar. Bu melez yaratıklar, ne kelebekler kadar neşeli, ne de kendi cinsleri kadar kasvetlidirler. Ancak bahsini edeceğim örneği, incecik, saman rengi kanatları ve ayni renkte saçaklı püskülleriyle, hayattan memnun görünmekteydi. Keyifli bir sabahtı, eylül ortası, ılık, yumuşak, fakat yaz aylarına göre daha keskin esintiliydi. Saban pencere karşısındaki tarlayı sürmeye çoktan başlamıştı. Saban demirinin dokunduğu yerdeki toprak dümdüz ve nemden ötürü parıl parıldı. Tarlalardan içeri doğru öyle bir zindelik akmaktaydı ki gözlerimi bütünüyle kitapta tutmak güçtü. Ekin kargaları da yıllık festivallerinden birini kutlamaktaydı; binlerce kara düğümün ulandığı geniş bir ağ gibi görünene dek ağaç tepelerinden göğe yükselip kısa bir süre sonra yavaşça alçaldıktan sonra, her bir dalın ucunda bir düğüm kalmışçasına geri konuveriyorlardı. Ardından, bir anda, sanki göğe saçılıp sakince ağaç tepelerine konmak muazzam heyecan verici bir deneyimmişçesine, olabildiğince gürültülü ve yaygaracı bir şekilde yine havaya savruluyordu ağ ve bu kez daha geniş bir daire çiziliyordu.

Ekin kargalarını, rençperleri, atları ve hatta görünüşe göre cılız, sırtı yalın tarlaları esinlendiren ayni enerji, güveyi de bir taraftan öteki tarafa vurarak pencere camında yarattığı kendi alanına yöneltmişti. İzlemeden durmak mümkün değildi. Onun için duyduğu garip acıma duygusunun farkında olan biri, gerçekten vardı. O sabah, duyulabilecek hazların çeşitliliği o kadar geniş ve fazlaydı ki, hayatta sadece bir güvenin rolüne ve de güvenin o hayattaki bir gününe sahip olmak, gözüme zor bir yazgı gibi göründü. Güvenin bu yetersiz olasılıklarını kutlarken aldığı keyifse oldukça dokunaklıydı. Büyük bir gayretle kendi bölümünün bir köşesine uçuyor ve bir saniye bekledikten sonra ötekine geçiyordu. Ona, üçüncüye ve ardından dördüncüye uçmak dışında ne kalmıştı? Tarlaların büyüklüğüne, gökyüzünün genişliğine, ta uzaktaki evlerin dumanlarına ve denizdeki buharlı geminin ara sıra çıkardığı romantik sese rağmen, yapabileceği bu kadardı. Elinden ne gelirse yapıyordu. Onu izlemek, dünyanın çok ince ancak saf bir liften oluşan devasa enerjisi, sanki onun o minnacık çelimsiz bedenine sıkıştırılmaya çalışılmış hissini veriyordu. Camı şıkça çaprazladıkça, onun için hayati bir ışık ipliğinin görünür hale geldiğini hayal ediyordum. Çok küçüktü veya hayatın kendisinden başka bir şey değildi.

Fakat o sırf çok küçük ve çok basit diye, bir çeşit enerji, yuvarlana yuvarlana pencereden girip benim ve diğer insanların beyinlerindeki o daracık ve detaylı koridordan geçiyordu ve işte bu yüzden onda hem muhteşem hem de acınası bir şey vardı. Birisi sanki bize yaşamın gerçek doğasını gösterebilmek için, saf hayatın minicik bir damlasını alıp olabildiğince hafif tüylerle süsleyerek, zikzaklar çizerek dans etmesi için kurmuştu. Hal böyleyken garipliğinin üstesinden gelebilmek zordu. Onun böyle asaletle ve ihtiyatlı bir şekilde hareket ederek, tepelenmiş, süslenmiş, kabarmış, yükler sırtlanmış hallerini gören, hayatı unuturdu. Hayata başka bir formda gelmiş olsaydı sahip olabileceği yaşamların tahayyülü, onun basit hareketlerini izlerken yine bir çeşit acıma duygusu birikiyordu insanda.

Bir müddet sonra, dans etmekten yorulmuş olacak ki güneşli pencere kenarına konuşlandı ve bu garip şovu sona erdiğinde ben, onu unutuverdim. Daha sonra, yukarı doğru bakıyorken yakaladı bakışlarımı. Dansına devam etmeye çalışıyordu, ancak bu kez çok sert ve garip bir şekilde deniyor gibiydi. Kanat çırparak pencere camının ucuna ancak ulaşabildi, geri dönmeye çalıştığındaysa çuvalladı. Başka şeylerle meşgulken bu başarısız denemeleri dalgınlıkla izledim, uçuşunu devam ettirmesini, kısa bir süreliğine durmuş ve bozulma sebebi bilinmeyen bir makinenin yeniden çalışmasını beklercesine, bilinçsizce bekledim. Belki de yedinci denemesinden sonra pencere pervazının tahtasından kayıverdi ve kanatlarını çırpa çırpa pencere eşiğine sırt üstü düştü. Tutumundaki çaresizliğe uyandım. Bir anda, zor durumda olduğunu, kendini artık kaldıramadığını, ayaklarının başıboşuna çırpındığını fark ettim. Ancak ona yardım etmek üzere kalemi uzattığımda, başarısızlığının ve üstündeki bu garipliğin, ölümün yaklaştığı anlamına geldiğinin bilincine vardım. Kalemimi indirdim.

Bacakları bir kez daha çırpındı. Savaştığı düşmanı benmiş gibi baktım. Kapıdan dışarıya baktım. Orada ne olmuştu ki? Tahminimce öğle ortasıydı ve tarladaki işler durmuştu. Daha önceki hareketliliğin yerini sakinlik ve dinginlik almıştı. Kuşlar yemek bulmak için su kenarına taşınmışlardı. Atlar, hareketsizdi. Ancak oradaki güç hep aynıydı, kayıtsız, gayrişahsi, hususi olarak bir şeyle ilgilenmeden, öylece dışarıda birikmiş duruyordu. Her nasılsa, kalkıp saman renkli güveciğe karşı durmuştu. Herhangi bir şey yapmak nafileydi. Bütün şehri, hatta sadece bütün şehri değil büyük kitleler halinde insanları batırabilecek, yaklaşmakta olan o kötü sona karşı duran ufacık bacakların olağanüstü gayretlerini, sadece izleyebilirdi insan. Bildiğim kadarıyla, hiçbir şey ölüm karşısında duramazdı. Kaldı ki bir süre yorgunca bir duraksamadan sonra bacakları tekrardan pırpır etti. Bu son başkaldırı olağanüstüydü. Ve öyle hummalıydı ki kendini düzeltmeyi başarabildi. İnsanın tüm ilgisi, tabii ki, hayattan yanaydı. Üstelik onu tanıyan ve kendisiyle ilgilenecek kimsesi olmayan minik, değersiz bir güvenin, o derece büyüklükteki bir güce karşı, kimsenin değerini bilmediği veya elinde tutmak için çabalamadığı bir şey için gösterdiği cesim gayret, garip bir şekilde birinin ilgisini çekmişti. Her nasılsa, biri, yine, hayatı, hayattan saf bir damlayı görmüştü. Boşuna olacağını bile bile, kalemi tekrardan kaldırdım. Öyle yaptığım anda, ölümün apaçık göstergeleri kendini belli etti. Bedeni rahatlamış ve anında kaskatı bir hal almıştı. Mücadele sona ermişti. Artık bu değersiz yaratık, ölümü biliyordu. Ölü güveye baktığım anda, anti-kahramanın adi ve güçlü zaferi içimi haşyetle doldurdu. Hayat dakikalar önce ne kadar garipti, artık garip olan ölümdü. Kendisini doğrultabilmiş güve şikâyetsiz ve saygı dolu bir tavırla uzanmış sanki “evet,” diyordu, “ölüm benden daha güçlü”.

 

 

 

Dergiler Haberleri