Gönül Bekiroğlu... Yassıada Duruşmalarını izleyen bir Kıbrıslı Türk

Baba mesleğini seçmiş, karşısına birçok engel çıksa da ümitsizliğe kapılmamış, zor zamanlarda tahsilini tamamlayıp, yarım asırı aşkın bir süre, tam 55 yıl diş doktorluğu yapmış Gönül Bekiroğlu…

Hayatının hemen her döneminde tarihi bir olaya tanıklık etmiş. Bazen şans, bazen şanssızlık sonucu ilkleri yaşamış olsa da, başarıları tesadüfen olmamış, karşısına çıkan engelleri basamak yapmış adeta hedefine giden yolda.
Kıbrıs’ın son Mevlevi şeyhinin torunu… Şeyh olabilecekken Türkiye’ye tahsile gitmeyi tercih eden, İstanbul’da diş doktoru olan, Türk vatandaşlığı alarak orada uzun yıllar doktorluk yapan Atatürk’ü görmüş, aydın bir babanın kızı… Baba mesleğini seçmiş, karşısına birçok engel çıksa da ümitsizliğe kapılmamış, zor zamanlarda tahsilini tamamlayıp, yarım asırı aşkın bir süre, tam 55 yıl diş doktorluğu yapmış Gönül Bekiroğlu…
Farklı devirlerde gördüğü, yaşadığı olayları, kendi ifadesiyle şimdikilerin hayatı kadar düz gitmeyen okul hayatını, 55 yıllık meslek hayatını, zorluklarını ve ailesini TAK’a anlattı. Lefkoşa’daki evinin tarih kokan salonunda buluştuğumuz Gönül Bekiroğlu, belki Mevlevi geleneğinden gelen sakin, olgun, kendinden emin ama mütevazi duruşu, aydın bir aileden alınan kültür ve 55 yıllık meslek hayatından sonra görevini tamamlamanın verdiği huzurla karşımızda… Üç çocuk sahibi. Onca yaşanmışlıklara rağmen yaş alıp yaşlanmayanlardan…

“ŞİMDİKİLERİN HAYATI KADAR DÜZ GİTMEDİ”

1941 doğumlu, İngiliz dönemi… Aile geçmişi kadar okul yılları da renkli. Pek çok devirler, olaylar girmiş tahsil hayatının içine, kendi deyişiyle “şimdikilerin hayatı kadar düz gitmemiş”…
İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth taç giydiği o tarihi gün ilkokulda kutlamalara katılmış, lise son sınıfta İngilizlere karşı düzenlenen mitinge… Türkiye’deki üniversitelere Kıbrıslı öğrencilerin sınavsız girdiği dönemde, Türk vatandaşlığı nedeniyle sınavla girebilmiş üniversiteye, hemen ardından ihtilal olmuş, okullar kapanmış herkes evine memleketine dönerken Türk vatandaşlarına yurt dışı yasağı nedeniyle Kıbrıs’a gelememiş… Hep şanssızlıklar art arda geldi derken, ihtilalin ardından Yassıada’da Mendereslerin yargılandığı duruşmaya tanıklık etmiş üniversite yıllarında…

OKUL YILLARI

İlkokulu Ayasofya’da okumuş, sonra Viktorya Kız Lisesi’ne başlamış ancak mezun olana kadar 2 kez ismi değişmiş okulun. Viktorya Kız Lisesi’nin adı, bir müddet sonra Türkiye’deki siyasi duruma göre Adnan Menderes Kız Lisesi olmuş, Erkek Lisesi de Celal Bayar Lisesi. Sonra da Lefkoşa Türk Kız Lisesi adını almış.

KRALİÇE ELIZABETH’İN TAÇ GİYDİĞİ GÜN VE HALA SAKLANAN MADALYON

İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth’in taç giydiği gün Ayasofya İlkokulu’nda da kutlamalar yapılmış. 1953 haziran ayı... Öğrencilere, güne özel yaptırılan, üzerinde kraliçe arması ve tarih yazılı birer kupa, o zaman pek bilmedikleri kasalar dolusu kola ve değişik yemişler dağıtılmış. Okudukları marşta “Yaşa Kralımız” şeklindeki sözler “Yaşa Kraliçemiz” diye değiştirilmiş o günden sonra. Bir de gümüş madalyon vermişler ama sadece okulun başarılı öğrencilerine. Kutu içinde, üzerinde “ER” yazılı, Elizabeth Royal, madalyonun üzerinde de kraliçenin kabartmalı portresi … Özenle saklıyor onu da hala…
“Aile geçmişim renkli, tahsil hayatımız da renkli çünkü pek çok devirler, hadiseler girdi bunun içine. Herhalde şimdikilerin hayatı kadar düz gitmedi” diyor.

“ATILAN GAZ BOMBALARINDAN BİRİ BENİM ARKAMDA PATLADI”

Barikatlarla, gaz bombalarıyla lise yıllarında tanışmış, 27-28 Ocak 1958 olaylarında, İngiliz idaresine karşı yapılan “Ya taksim ya ölüm” mitinglerinden birinde gaz bombası hemen arkasında patlamış.
Şöyle anlatıyor o günleri:
“Lise sonlarına doğru EOKA, tabii çarpışmalar başladı. Bir gün bakarsınız derste otururken bir tarafta Tahtakale’de Türkler öldürüldü, hemen okul tatil olur eve gideriz ve daha sonra bütün talebeler karşı çıkmak için, işte ‘Ya taksim ya ölüm’ diye bütün okul dışarıya çıkarız, öğretmenler de başımızda, bayraklarla ve birinde hatırlıyorum, zannederim son sınıftım, okuldan çıktık döndük dışarıdan ve Girne Kapısı’ndan içeriye doğru gidiyoruz, arkamızda da erkek lisesi, işte bayraklarla bu hadiselere karşı çıkıyoruz. “
Tam polisin önüne geldiklerinde orada, telden barikatla karşılaşmışlar ”yani gayet ciddi barikat, biz onları devirip geçemeyiz ve İngiliz askerleri gaz maskeli” diyor ve o gün yaşadıkları sesine yansıyor adeta:
“Ve Gaz bombası attılar ama çok fazla, göz gözü görmüyor. Ben Lefkoşalı ve bölgeden; Arabahmet Mahalleli olduğum halde, yanda, polisin arkasında olan sokağı bulamıyorum. Anlayın ne kadar gaz bombası atmışlar ki, bembeyaz, öksürüyoruz ve herkes kaçıyor, kaçacak yer yok çünkü kız lisesi önde, ben de uzun boylu olduğum için en önde bayrak filan taşıyorum ve arkada da erkek lisesi yani bir yere düşseniz muhakkak ezilirsiniz. O kadar kötü bir durumdu.
Oradan polisin arka sokağına döndük, benim evim de zaten Arabahmet’te, arkadan Kooperatifi filan geçince eve geldim baktım ki babam, beyaz gömleğiyle, o da bu sesleri duyuyor kapıda ne var diye merakla bakıyor. Ben geldim ve düşünün o kadar çok üstümüze sindi ki annemle babam benim üzerimdeki gazdan öksürmeye, gözleri yaşarmaya başladı.
Ve bu atılan gaz bombalarından biri benim arkamda patladı. Okul ceketimin arkası simsiyah yandı. Bu tabii unutulacak bir hadise değil. “
Lise yıllarında, İngiliz dönemi olmasına rağmen 19 Mayıs’ı kutladıklarını, “O zamanlarda 19 Mayıs’ı Spor Bayramı olarak kutluyorduk. Hisarda Çetinkaya Burcu’nun altında, Ledra Palace Otelin ordaki hisar altında daima kutlamalar olurdu, o zamanın mühim hadiselerinden; kız lisesi, erkek lisesi orada güzel kutlamalar yapılırdı” diye anlatıyor.

1959’DA TAHSİL İÇİN İSTANBUL’A… KIBRISLILARIN SINAVSIZ ÜNİVERSİTEYE ALINDIĞI DÖNEM AMA O SINAVLA GİRİYOR...

Liseyi bitirdiğinde yıl 1959, üniversiteye pek gidenin olmadığı yıllar, hele de kızlar, ama “Babam çok aydın fikirli biriydi, tahsile çok kıymet verirdi” diyor. “Tamam” demiş babası “ama tıp çok uzun, diş olabilir”. Diş fakültesi o zaman 4 sene.
O yıllarda Türkiye’deki üniversitelere yabancılar sınavsız alınıyordu, gel gör ki Gönül hanım Türk vatandaşı olduğu için sınava girmek durumunda kalmış. Babası Osmanlı döneminde tahsil için gittiği İstanbul’dan dönmemiş, uzun yıllar orada diş doktorluğu yapmış. Cumhuriyet dönemi ve soyadı kanunuyla Türk vatandaşlığı ve Tanul soyadını alan Saffet bey, hiç Kıbrıs vatandaşlığı almamış, dolayısıyla çocukları da Türk vatandaşı…
Kıbrıs o zaman İngiliz idaresinde olduğu için giden öğrenciler hep İngiliz tabiyetinde. Kendisi bunun farkında değil, ben de Kıbrıslıyım diye düşünüyor. Herkes yazılmış istediği bölüme, “hayır senin Kıbrıs pasaportun yok, Türk tabiyetindesin imtihanla gireceksin” demişler o zamanki adıyla Gönül Tanul’a…
“Herkes girdi, bir tek ben kaldım sınava girecek olan” diyor. “Bir de zorluğu o zaman diş hekimliği şimdiki gibi büyük fakülteler değil, İstanbul Üniversitesi’nde Beyazıt’ta tek katlı bir bina ve 60 kişi alınacak. Türkiye’de diş hekimliği fakültesi olan başka üniversite yok. Tüm Türkiye’de 60 kişinin içine gireceksiniz. Biz okurken Hacettepe daha yeni kuruluyordu “diye sürdürüyor sözlerini.
Çok üzülmüş geri dönecek diye, ama yılmamış, ümitsizliğe kapılmamış, tanıdıklardan, konu komşudan lise 1, 2, 3.sınıf kitaplarını bulmuş ve oturmuş hepsini baştan sona okumuş. Babası, “bir şey değil kızım istersen döneriz” dese de “hayır” demiş, birlikte gittiği ailesi İstanbul’u gezerken o oturmuş o kitapları okumuş, bildiklerini hatırlamış, sınava hazırlanmış. “İmtihana girdim ve çok şükür geçtim, hem de iyi dereceyle“ diyor mütevazi bir edayla ve ekliyor: “Demek ki insan gayret ederse olur”.
Gençlere tavsiyesi şu: “Ümitlerini kaybedip geri dönmemeleri lazım. Elinden geleni yapmalı. Gençlerin, sonuna kadar çalışıp istediklerini kazanmaya çalışmaları lazım. Ümitsizliğe düşmemeleri lazım.”

“ÜNİVERSİTEYE BAŞLADIM İHTİLAL OLDU”

Sınavı geçip kaydını yaptırıyor İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesine, yurda yerleşiyor, dersler başlıyor derken çok gitmeden Türkiye’de ihtilal oluyor. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi... O gün yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Dedim ya her devrede bir hadise oldu bizim zamanımızda. İlk sene gittik üniversiteye başladık, yurtta yer bulduk kalıyoruz her şey yoluna girdi zannettik, Mayıs’ta ihtilal oldu. Bizim de yurt Laleli’de tam caddede, devamlı ambulanslar geçer, askerler geçer, üniversitelilerle polis çarpışıyor. Galiba üniversiteye girmek istiyorlar, üniversite bağımsızdır polis girmez. Biz pencereden bunları görüyoruz. Sonra baktık silahlı talebeler geldi, ‘herkes’ dedi ‘bu nümayişe katılması lazım. Yurdu boşaltın Beyazıt’a gelin’. Fakat biz yukarıdan silah seslerini duyuyoruz. Geçen ambulansları görüyoruz.”
Kıbrıslı iki arkadaşı daha varmış, ilk yılları… yabancı olduklarından, ülkeyi, durumları tanımıyorlar, katılmaya çekinmişler. “Belki daha büyük sınıflarda olaydık o cesareti gösterecektik. Kıbrıs’tan çıktık daha dünyayı bilmiyoruz. Bir da böyle hengamenin içine düşmedik” diye anlatıyor.

“İHTİLAL OLUNCA ÜNİVERSİTE TATİL OLDU HERKES GİTTİ BEN KALDIM”

İhtilal olup Adnan Menderes hükümeti düşünce, üniversite tatil oluyor, tüm yurtlar boşaltılıyor, Anadolu’dan, başka şehirlerden gelenler yerlerine, Kıbrıslı öğrenciler Kıbrıs’a dönüyor ama Türk vatandaşlarına yurt dışı yasağı nedeniyle o kalıyor; ülkesine, ailesinin yanına dönemiyor.
“5 katlı yurtta tek başıma kaldım. Korkuyorum. Gerçekten çok zor günlerdi” diye anlatırken sanki yeniden o günleri yaşıyor.
Allahtan bir akrabası yetişiyor yardımına, İstanbullu bir avukat olan hanımıyla onu yanına alıyor, ne asker, ne vali çalmadıkları kapı kalmıyor, derken Ankara’daki ilgili askeri en üst düzey yetkiliye postadan telefon açılıyor, durum anlatılıyor ve özel izin çıkartılarak Kıbrıs’a dönebiliyor.
Kıbrıs’ta bir ay kaldıktan sonra, Türkiye’de tutuklamalar vs oluyor, ortalık yatışıp üniversitelerin yeniden açılmasıyla İstanbul’a dönüyor.
Ve sonraları da, Türk vatandaşlarının yurt dışı yasağı nedeniyle, Türkiye’den her çıkacağında babası Kıbrıs’tan davetiye yolluyor, onu davet ediyor, Kıbrıs’a geldiğinde geçimini sağlayacağına dair güvence veriyor, o da Türkiye’de, babasının yolladığı parayla, 200 dolar alıp ancak o şekilde Kıbrıs’a gelebiliyor.
“İlk gittiğim sene böyle, burası İngiliz müstemlekesi olduğu için… 1960’dan sonra gene tabi Kıbrıs tabiyeti değilim. Türkiye ister ama bunu, ben buraya geldiğimde girebilirim. Türk tabiyetinde olduğum halde İngiliz devrindeki pasaportumda ‘Kıbrıs’ta oturabilir’ diye kraliçenin mühürü vardı ve her pasaport değiştiğimizde o sayfa kesilir eklenirdi. Ama Türkiye’den çıkarken Türk tabiyetinde olduğum için 200 dolar alırdım ve babam da davetiye gönderirdi. Bunlar bir tek benim başıma geldi” diye anlatıyor.

YASSIADA DURUŞMALARINI İZLEYEN BİR KIBRISLI TÜRK…

Adnan Menderes ve hükümet yetkililerinin tutuklanmasının ardından Yassıada Mahkemesi başlıyor. O günlerde duruşmaları izlemek için fakültesindeki öğrencilere de kontenjan veriliyor ve öğrenci temsilcileri 2 kontenjandan birini Gönül hanıma veriyor.
Askeri bir botla, sabah karanlığında sıkı kontrolden geçirilerek Yassıada’ya gidip gün boyu Mahkemeyi izleyenler arasında tek Kıbrıslı Türk olan Gönül hanım, o tarihi günü şöyle anlatıyor:
“Sabah 7’de Karaköy’de hazır olduk. Üstümüz, çantamız arandı, diş yaparken kullandığımız, çantamdan çıkarmayı unuttuğum spatulayı bile aldılar ve askeri bir botla Yassıada’ya gittik. Zannederim Kıbrıs’ta başka biri yok çünkü nerden nere bir talebe orda bulunacak.

EN ÖNDE CELAL BAYAR, ARKASINDA ADNAN MENDERES…

Gittik, tabii hep asker orada hiç sivil yok. Büyük bir salon, gelenlerin oturacağı yerler ayrılmış; bir kısımda, dinlemek için izinle gidenler, bir tarafta tutukluların aileleri ve bir taraf da gazeteciler, ve karşıda da hep hakimler . Orta kısım hep sandalyeler dizili. Sonra sanıklar getirildi dediler, en önde Celal Bayar, arkasında Adnan Menderes ve onun arkasında işte tutuklu bakan ve tabii onların protokoldeki yerlerine göre, polis müdürü filan, epeyi kişi geldi. Biz sadece öndekilerini biliyoruz tabi gazetelerden.
Celal Bayar hiç unutmayacağım, elinde pardüsüsü de vardı, herhalde sandalyeler sertti, onu böyle katlayıp koydu ve üzerine oturdu. Onun yanında Adnan Menderes ve diğerleri. Sırayla sorguya çekiliyorlar. Hakim sorduğunda ayağa kalkıp cevap veriyorlar. Celal Bayar, çok böyle ciddi- belki askerlikten geldiği için- cevabını veriyor. Sonra Adnan Menderes, ayağa kalkıyor, o kadar kibar, ne sorarlarsa ‘evet efendim’ ‘hayır efendim’… Yani ben o zamanki talebe aklımla bunun farkına vardım. Adnan Menderes çok kibar, belli beyefendi. Celal Bayar çok ciddi. Tabii artık soruları filan hatırlamıyorum. Bir öğlen arası verdiler, öğleden sonra yine devam etti, akşamüzeri yine o askeri bot bizi getirdi. Bu tabi benim için çok mühim bir anıdır.”

BABASIYLA ÇALIŞMAYA BAŞLADI, ALTIN DİŞİN İNCELİKLERİNİ ÖĞRENDİ

4 yılda mezun oldu, 1963’te adaya döndü, babasının kliniğinde diş doktorluğuna başladı. Babasıyla çalışmasının çok faydasını gördüğünü, tecrübelerinden, tavsiyelerinden yararlandığını, özellikle altın diş yapıldığı o günleri şöyle anlatıyor:
“O zaman altın diş yapılıyordu. Porselen falan yoktu. Altın diş ağıza göre, her dişe göre kalıplara çekip sizin yaptığınız birşeydi. Evde yani laboratuvarınızda düz altını çekip bir nevi kuyumculuk yaparsınız. Bu kalıplar da bir babamda vardı bir de Adnan bey diye babamın zamanından, babamdan sonra gelen bir diş doktorunda. Bunun, babamla çalışmada bana çok büyük yardımı oldu. Altın o kadar zor bir iştir ki, tabii şimdikiler hiç okumadılar, öyle altın işi yok ve dua etsinler ki porselen ve dökümlerdir hep teknisyen yapar, doktor sadece ölçüyü alıp yollar. Altın işi çok hassas, çok zor, altınla oynayamazsınız, şimdi çok kolaydır… Eski diş hekimlerini anlasınlar ne kadar zordu”
Annesi Dilber Hanım ev hanımı... Devrin modern, ilk araba kullanan kadınlarından...

1963 ARALIK OLAYLARI… ABLA HAMİLE, İLAÇ YOK , İMKANSIZLIKLAR… AİLE TÜRKİYE’YE GİDİYOR

Yine tam her şey yoluna girdi derken bu kez 1963 yılının Aralık ayında olaylar patlak veriyor. Evleri, Arabahmet’te Selen Otoparkı’nın karşısında; Lokmacı Barikatı’na Yediler’e yakın. Silah seslerini duyuyorlar, Rumlar yaklaşmış, çarpışmalar başlamış, mahalle boşalıyor. Onlar da evlerini boşaltıp bir süreliğine bir doktorun kliniğine gidiyorlar. Bu arada ablası Rana hanım hamile, ilaç yok, imkansızlıklar… Hamileliği de problemli olduğundan annesi Dilber Hanım, babası Saffet Bey ve ablasıyla birlikte çıkıp Türkiye’ye gidiyorlar, Ankara’ya yerleşiyorlar. Eniştesi Ramadan Bey de doktor, o kalıyor. Orada ev tutuldu doğum için hazırlıklar yapılıyor.

SOSYAL SİGORTALARA BAĞLI HASTANEDE İŞ BULUYOR, AİLEYE BAKIYOR

Bir yandan da, yeni mezun, hevesli ama işsiz, iş arıyor. Sağa sola münhal bakıyor. Sosyal Sigortalar’a gidiyor. Kıbrıs’tan geldiğini, ablasının yeni doğum yaptığını, çalışıp ailesine bakması gerektiğini anlatıyor. Bu arada Kıbrıs’ta çarpışmalar devam ediyor ve Türkiye’dekiler de bunu biliyor. Oradaki öğrencilerin birer birer Kıbrıs’a gelip Erenköy’e çıktığı günler, tam Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili hassas olduğu zamanlar ve onu işe alıyorlar. Ankara’da Sosyal Sigortalar’a tayin oluyor ve Ulus’ta bir hastanede 6 aydan fazla bir süre diş doktorluğu yapıyor.
“Bu bana çok iyi bir tecrübe oldu. Düşünün talebeyken kaç tane diş çekersiniz, kaç diş kırılacak, halbuki burası hasta dolu” diye anlatıyor.

DÖNÜŞ MACERALI…

Derken ailenin dönmesi gerek ancak çarpışmalar var, dönemiyorlar. Türkiye’den elçilikle temasa geçiliyor ve ancak bir elçilik mensubunun onları havaalanından alıp kordiplomat araçla Türk tarafına geçirebileceği söyleniyor. Orada yalnız kalmak istemiyor, işinden istifa ediyor, aile toplanıp Kıbrıs’a dönüyor. Havaalanında sıkı kontrolden geçtikten sonra, belirlenen tarih ve saatte, bir araç, onları havaalanından alıp Türk tarafına geçirecek; tam Ledra Palace barikatına geliyorlar, silahlı Rum askerler aracı durdurup araçtan inmelerini istiyor, yoklama yapacaklar.
“Babam hemen kapıyı açıyor. Hiç unutmam o bey ‘sakın’ dedi babama, ‘ayağını dışarı atma çabuk kapıyı kapat. Burası kordiplomat arabasıdır. Burdan sizi alamaz ‘dedi. ‘Valizlerinize bakamaz. Aşağıya indiğiniz an artık Kıbrıs toprağıdır, sizi, kurtaramam’. İyi ki babam çıkmadıydı. Çok münakaşa ettik ve sonunda çaresiz bizi bıraktı, Türk tarafına geçtik. O böyle bir maceraydı.”

ÇOK SIKI, YOKLUKLAR, ZORLUKLAR İÇİNDE BİR DÖNEM…

Sonra yine babasıyla çalışmaya başlasa da çok sıkı, yokluklar zorluklar içinde bir dönem geçiriyorlar. Örneğin, modern protez laboratuvarı Kıbrıs'ın güneyinde olduğundan, diş yapmak için ölçü alınıp Türkiye’ye göndermek gerekiyor. Posta yok, biri bulunup elden gönderilecek, döküm olunca da yine biri bulunacak ki getirsin, üç ayı bulduğu olurmuş bazen. İlaç biter, ilaç yok. Sonraları Kıbrıs’ki BM askerleri yardımcı, aracı olmuş bu gibi tıbbi işler için.
Babasının da diş protez falan yaptırdığı, kendisinin de bozulan aletlerini tamir ettirdiği çok iyi bir Rum teknisyen, barış gücü aracılığıyla çok işlerine yardımcı olmuş. Hatta babası Türkiye’de öldüğünde 1971 yılında, Bayraktarlıktan izin çıkararak havaalanına, camiye kadar gelip cenazesine de katılmış. “Yani çok iyi Rumlar da var” diyor.

ZOR ZAMANLARDA DİŞ HEKİMLİĞİ…

Zor zamanlarda diş hekimliği yapmış; şimdiki gibi, çene cerrahı, diş hastalıkları, çocuk, ortodonti gibi uzmanlık alanlarının olmadığı, hepsini diş hekiminin yaptığı zamanlar...
“Çene cerrahı yoktu, gömülü bir diş geldiğinde yollayacak biri yoktu. Ben diş hekimi Münir Bey vardı o zaman, onun Oral Surgery İngilizce kitapları vardı onları okuyup te çene cerrahları gelene kadar gömülü dişleri de çıkardım. Diş köklerine rejeksiyon da yaptım. Bayağı zor. İhtisaslı biri vardı sadece ortodontide Mirata...”
İleriki yıllarda ihtiasını yapıp gelenler olunca onlara saygıda kusur etmemiş. Her hastayı hangi branşa giriyorsa onun uzmanına gönderdiğini de üstüne basarak ekliyor.
Gençlere tavsiyelerini soruyorum…
“Önce yaptıkları işten kendileri memnun olsun, tam yapabildiğini yaptı diye içleri rahat olsun, bir de karşıdan baktığında kendisi beğeniyorsa tamamdır. Doktorluk bir özveridir, çok zor bir meslektir. Şimdi çok imkanlar var. Bizim zamanımızdan çok daha güzel işler yapıyorlar. Biz yokluk içinde, zor şartlarda çalıştık, tahsilimiz de öyleydi. Modern ünit yoktu, olanları sadece asistanlar kullanırdı, labratuvar motorunu hastanın kucağına veriyorduk, o tutar biz hastanın dişini oyuyorduk. Işık yok, herşey pencere kenarında diziliydi. Biz bu şartlarda diş hekimliğini öğrendik. Onun için şimdiki şartlar çok iyi.”

NEDEN DİŞ HEKİMLİĞİ?

Sormama gerek kalmadan o anlatıyor; “Nerden diş hekimi oldum diye sorarsanız, babam diş hekimiydi ve biz 2 kız olduğumuz, erkek kardeşim olmadığı için ve ben de herhalde okumaya meraklı olduğum için, babam memnun olsun diye, hani onunla birlikte çalışmak için ben de diş hekimliğini seçtim.”
Ama belli ki, küçükten bir yakınlık duymuş bu mesleğe. İlkokuldayken yaz tatillerinde, evin alt katındaki kliniğe iner babasına yardım edermiş. O yaştaki bir çocuğun yapabileceği, hastaların suyunu koymak, deftere adlarını yazmak gibi işler ama bunu görev gibi yaptığını “böyle bir vazife gibi, sabah sabah giyinir taranır aşağıya babamın yanına inerdim” diye anlatıyor.

DR. KAYA BEKİROĞLU İLE 49 YILLIK EVLİLİĞİ...

Anlaşılan mesleğe duyduğu yakınlık o kadar fazlaymış ki kendi doktor olmakla kalmamış, hayatını da bir doktorla birleştirmiş... Ülkenin tanınmış başarılı cerrahlarından Dr. Kaya Bekiroğlu ile 1969 yılında evlenmişler, 1’i kız, 2’si erkek 3 çocukları olmuş, 3’ü de yurt dışında iyi eğitim görmüş mesleklerinde başarılı ama Kıbrıs’a dönmemişler. Gururla anlatıyor çocuklarının akademik, mesleki başarılarını, bir yandan da çekinerek, ‘aman övünmeye girmesin’ kaygısıyla...
Kızları Fazilet, İngiltere’de doktor; Arif, Moddy’s derecelendirme kuruluşunda finans uzmanı, en küçüğü Saffet ise mimar.

KAYA BEY’LE TANIŞMASI…

Üniversite son sınıfta, yaz tatilinde akraba ve dost toplantılarında tanışmış Kaya Bey’le. Yaz tatilinin son günlerinde de nişan olup hemen üniversiteye dönmüş Gönül hanım. Mezun olup döndükten kısa süre sonra bu defa 1963 olayları başlayıp ailesiyle tekrar Türkiye’ye dönmek durumunda kalınca bir kopukluk olmuş aralarında, malum telefon yok iletişim yok o günlerde, herkes bir telaşta…
“Ben Tükiye’ye gittiğimde, o burda kaldı. Ailemle gittim, bırakıp gitmiş gibi oldum. Bir ara ayrıydık, demek ki... Ne o evlendi, ne ben evlendim. Ondan sonra evlendik. Evlendiğim için de memnunum” sözleri dökülüyor ağzından ama hüzünlü… Eşini geçen yıl kaybetmiş, tam bir yıl olmuş. Geride kalan 49 yıllık evlilik…

BABASI SON MEVLEVİ ŞEYHİNİN TEK OĞLU

Gönül hanımın hayatı kadar aile geçmişi de renkli…
Osmanlı zamanı, babası o zamanki adıyla Mustafa Saffet Celalettin, Mevlevi şeyhinin tek oğlu. Baba Şeyh Celalettin oğlunun tahsile gitmesini istemiyor. ‘Benden sonra sen de Şeyh olursun’ diyor ancak oğlu ‘hayır’ diyor. -Teyze oğulları da gidiyormuş hep tahsile Türkiye’ye- o zaman babasına ters düşerek annesiyle beraber İstanbul’a gidiyor. Yıl 1918 veya 1919…
İstanbul’a yerleşiyorlar, diş hekimliğine giriyor babası. “İstanbul’un işgalini, İngiliz askerlerinin sokakta öyle sarhoş yürümelerini, üniversitede olan o isyanlar- ilk tıp talebeleri isyan etti İngilizlere karşı-hep onların içindeydi ve onları bize anlatıyordu” diyor.
“Ne yazık ki biz o günlerin, bu hatıraların kıymetini bilip kaydetmedik” diye hayıflanmadan da edemiyor. Babası erken sayılacak bir yaşta, 71 yaşında aniden kalp krizi geçirerek ölmüş. Buradaki bazı tarih hocalarının da hep babasıyla gidip röportaj yapmak, o günleri yazmak kaydetmek istediklerini ancak böyle erken öleceğini de tahmin etmediklerini anlatıyor. “Çünkü babam canlı bir tarih… Mesela, Halide Edip’in o cuma gün yaptığı miting konuşması var ya, babam ordaydı, bunu bize anlatıyordu.”

BABASININ DİPLOMASI 1924 TARİHLİ, ESKİ TÜRKÇE…

Babası diş hekimi olduktan sonra İstanbul’da kalmış, klinik açmış. Diploması 1924 tarihli ama eski Türkçe yazılmış, çerçeveli, tutuyor evinde, hemen getirip gösteriyor bize Gönül hanım, üzerindeki fotoğraf fesli…
“Demek ki henüz harf devrimi olmamıştı. Ama Cumhuriyet olduğu için ve soyadı kanunu çıktığı için de babam Türk tabiyetine geçti, artık Osmanlılık da bitti, burayı da verdiler İngiliz’e…” diye anlatıyor ve ekliyor: “Hiçbir zaman babam Kıbrıs tabiyeti olmadı. Ben de Türk tabiyetindeydim. Katiyen geçmedi. 1902 doğumlu, 1973’te 71 yaşında Türkiye’de kalp krizinden öldü.”

ATATÜRK’Ü GÖREN, ATATÜRKÇÜ BİR BABA…

Çok milliyetçi olduğunu anlatıyor babasının. Çocukluğunda, 29 Ekim’i görmek için İstanbul’a gider 1 ay kalırlarmış. “Türk askerini merasimleri görürdük çünkü İstiklal Harbinin olduğu devrede İstanbul’daydılar, hep bunları gördüler; Türklerin çektiğini, işgali. Sonra babası ölünce döndü Kıbrıs’a, diş hekimliği yaptı ama hep Türk tabiyetinde. Askerliğini de Türkiye’de üst teğmen olarak, diş hekimi olarak yaptı. Babam Atatürk’ü de gördü Konya’da…” diye sürdürüyor sözlerini.
Ama Mevlevi düşüncenin etkisi de olduğunu düşünüyor, gerek babası gerekse kendisinde. “Aldığım terbiye, babamın nasihatları şimdi baktığımda Mevlevi düşüncesine çok uyuyor” diyor.
Paylaşımcı, insanları eşit gören, saygı gösteren, küçük görmeyen, paraya önem vermeyen, insanlara yardım eden ama bunu göstermeden yapan bir insanmış babası.
“Hiç sinirlenmez, kendini kaybetmez. O sakin tavır bana da geçti. Çok kontrollüyüm çok” diye anlatıyor. “Hiç sinirini, üzüntüsünü, sevincini herkesin yanında belli etmeyeceksin” diye öğütlermiş onu, küçükken. Ve tabir yerindeyse altın değerinde şu sözler dökülüyor Gönül hanımın ağzından:
“Sinirlendiğinizde söylemek istemediğiniz şeyleri söylersiniz, karşıdakini kırarsınız, tekrar kazanmak zordur.”
Ve eşinin rahatsızlığı nedeniyle 2017’de mesleği tamamen bırakıyor Gönül hanım, ardından eşini kaybediyor. Şimdilerde sakin bir hayat sürüyor, fırsat buldukça evlatlarını görmeye gidiyor. En sevdiği hobisi ise kitap okumak.

Haber: Özlem Kaya Yalgın - Fotoğraf: Hüseyin Sayıl

Röportaj Haberleri