“GEZEGENSEL MADEN – GEÇ KAPİTALİZMDE KAZIP ÇIKARMA BÖLGELERİ” Üzerine

20. yüzyılın yarattığı en temel değişim, iki dünya savaşı, sömürgeciliğin sona ermesi, bilişim devrimi, devlet sosyalizminin yükselişi ve düşüşü gibi siyasi-tarihsel olaylarla karşılaştırıldığında bile, hiç tereddütsüz köylü ve kırsal yaşamın tasfiyesidir

Levent Büyükbozkırlı
leventbuyukbozkirli@gmail.com

İşçilerin bilgisine bağlı bir teknoloji mevcut olsaydı, kapitalist üretim tarzı mümkün olmazdı.

 Sohn-Rethel, Fikri Emek ve El Emeği

Martin Arboleda Şili’de Diego Portales Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi. Başlıca çalışma alanları küresel siyasal ekonomi, eleştirel sosyal teori ve kalkınma. 2020 yılında yayınlanan "Gezegensel Maden – Geç Kapitalizmde Kazıp Çıkarma Bölgeleri" (Planetary Mine- Territories of Extraction under Late Capitalism) kitabında yazar, Güney Amerika ülkelerinde minerallerin kazılıp çıkarılması, hızı ve verimliliği git gide artan bir lojistik koridor olarak kullanılan Pasifik Okyanusu’yla bu minerallerin Çin’e getirilmesi, proleterleştirilen köylülerin emeği kullanılarak endüstriyel ürünlere çevrilmesi süreci üzerinden kapitalizmin günümüzde ulaştığı dehşet verici boyutları irdeliyor. Kuramsal ve eleştirel yönden oldukça zengin olan bu kitapta savunulan fikirleri desteklemek için başka yazarların görüşleri bolca referans veriliyor. Türkiye’de kalkınma kisvesi altında ekolojik yıkımların tabiri yerindeyse "şaha kalktığı" bu dönemde ekstraktivizm üzerinden kapitalizmi eleştiren bu tür eserlerden beslenmenin önemli olduğunu düşünerek, yazarın öne çıkan görüşlerini özetlemeye çalıştım.

TEKNOLOJİK GELİŞMELERİN OLANAK SAĞLADIĞI DEVASA YIKIMLAR

Kitabın savunduğu başlıca fikirlerden birisi; sermayenin metabolik sürecini önemli oranda artırmasının, büyük ölçekli endüstrinin dördüncü makina çağı sayesinde üretim teknolojisinde gerçekleştirdiği sıçramanın sonucu olduğu. Schwab’a göre dördüncü makina çağının ayırt edici özelliği, mobil elektronik cihazlar, dijital üretim, yapay zekâ, nano teknoloji, biyoteknoloji, nesnelerin interneti, robotik, malzeme bilimi gibi son dönem teknolojik yeniliklerden kaynaklanmıyor. Mevcut endüstriyel devrimin daha öncekilerden farklı olarak özgüllüğü, bu tür teknolojilerin fiziksel, dijital ve biyolojik alanlarda sistematik bir şekilde birleştirilmesi ve etkileşiminden geliyor. Bunun madencilik sektörüne yansıması robotik, biyoteknoloji, yapay zekâ ve coğrafi bilgi sistemlerindeki yeniliklerin, minerallerin çıkarılması ve işlenmesindeki muazzam etkileriyle kendini gösteriyor. Sonuç olarak bu ileri teknolojilerle donatılan günümüzün mega madenleri, eski teknolojilerle çalışanlardan kat be kat daha fazla toprağı kazarak atığa çeviriyorlar. Yazar burada verdiği örnekle büyük bir açık ocak madeninin, aynı zaman diliminde herhangi bir Latin Amerika mega-kentinin ürettiğinden kırk kat daha fazla katı atık ürettiğini belirtiyor. Neil Smith’e göre kapitalizmin özgün bir yanı, tarih boyunca ilk olarak insanların doğayı dünya ölçeğinde üretmesi. Madencilik sektöründeki robotizasyonla birlikte jeo-uzamsal bilgi sistemlerinin (GIS), yapay zekânın ve jeolojik modelleme araçlarının mineral sondajlarında kullanımı, şirketlerin maliyetlerini kısmalarına ve düşük tenörlü cevherleri kazançlı şekilde çıkarmalarına imkan sağladı: bunun sonucu olarak, eski teknolojilerle ekonomik olmadıkları için çıkarılmayan maden yatakları şimdi yeniden açılıyor ve bu durum su varlıkları, canlı türlerinin yaşam alanları ve yerel toplulukların geçim olanakları üzerinde muazzam bir baskı yaratıyor.

YABANCILAŞTIRAN SERMAYENİN MADEN SAHALARINDAKİ TAHRİBATI

Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'da dile getirdikleri gibi, modern burjuva toplumu "büyüleriyle çağırdığı yeraltı dünyasının güçlerini artık kontrol edemeyen büyücüye" benzemektedir. Postone'a göre de yabancılaşan ve kendi kendini genişletme yolunda ilerleyen sermaye insanları, nesneleri ve kurumları toplumsal egemenliğin kişisel olmayan biçimlerine tabi kılmakta. Sermayenin bu kendini nesneleştiren pratiği madencilik endüstrisinde yazarın tabiriyle; cıva ve siyanürle zehirlenmiş nehirlere, Güney Amerika’nın yüksek rakımlarında patlayıcılar ve kazıp-çıkarma makinalarıyla paramparça olmuş buzullara, borç batağına sürüklenen köylülere, kontrolden çıkmış polis güçlerine, sıkça görülen kanser vakalarıyla dolu maden kasabalarına ve yaygın iş güvencesizliğine dönüşmüştür.

Madencilik teknolojileri şiddet, mülksüzleştirme ve ekolojik yıkımla bir arada ilerlemektedir. Ancak yazara göre bunların esas itici gücü emperyal güçler değil, sermayeyi modern yaşamın yabancılaşmış öznesi olarak öne süren ve yeniden öne çıkaran soyut toplumsal aracılık biçimleridir. Burada Şili'deki bir maden kasabasının planlama görevlisinin bir röportajda söyledikleri manidar; "zehirli nehirlerin, yereldeki işsizliğin, hava kirliliğinin ve kanser vakalarındaki patlamanın madencilik ve enerji projeleriyle açıkça bağlantılı olduğunu, ancak yüklenicilerin, şirketlerin, taşeron işçilerin, iştiraklerin… eş zamanlı faaliyet göstermeleri nedeniyle hesap verebilirliğin zorlaştığını belirtiyor. Bugünkü durumu, yakın geçmişteki devlet-kalkınmacı rejimlerle karşılaştırıyor; bu rejimlerde teknik iş bölümü çok daha yalındı ve madencilik şirketi doğrudan toplumsal yaşamın içine yerleşmişti." Günümüzde ekstraktif projelerin ekolojik ve sosyal yıkımları geçmişe oranla çok daha artmış olsa da sorumluları belirlemek ve hak aramak oldukça zorlaştı.

ULUS DEVLET SÖYLEMİYLE BASTIRILAN SINIF MÜCADELESİ, ÖZGÜRLEŞTİRİLEN PİYASA EKONOMİSİ

Carmody'ye göre küresel ölçekte etkisi gitgide artan BRICS'teki en önemli C, Çin değil kapitalizm olabilir. Carmody, BRICS'teki büyük C'nin küresel olduğunu ve çok çeşitli aktörler ve kurumlar tarafından temsil edilen kendi yasalarına göre işlediğini savunuyor.

Arboleda, ekstraktivizmi yalnızca ulus-devletin uluslararası politik ilişkileri (bağımlılık, eşitsiz değişim, merkez-çevre dinamikleri gibi kuramlar) açısından anlamaya çalışan görüşlerin, küresel kapitalizmin özünü çoklu, tarihsel ve fenomenal görünümleriyle hatalı yorumladıklarını ileri sürüyor. Ayrıca toplumsal ilişkileri belirli politik kategorilere indirgemenin, sınıf deneyiminin kendini ifade etmesini baskılamak ve sınıf ilişkilerini sınıf dışı biçimlere dönüştürmek için sürekli kullanılan bir yöntem olduğunu vurguluyor.

Bonefeld'in öne sürdüğü gibi, "devlet piyasa özgürlüğünün politik biçimidir." Ekonominin kendi başına bir varlığı yoktur, bu yüzden polis, ordu ve hapse atma rejimleri aracılığıyla varlığını gerçekleştirmek ve yürürlüğe koymak için güçlü bir kurumsal temele ihtiyaç duyar. Bu nedenle de piyasa özgürlüğü politik devlete ihtiyaç duyar ve otorite olarak devlete dayanır. Parenti'ye göre de devlet sosyoekolojik mülkiyeti dönüştürme sürecinden ayrılamaz: devlet sermaye birikimi sürecini mümkün kılan ve destekleyen haklar ve yetkiler yaratır. Parenti, mülkiyet çerçeveleri, tapular ve haklar çıkararak devletin mülkiyeti toplumsal bir biçim olarak oluşturduğunu ve bunun da toprağı özel mülkiyete açık hale getirdiğini vurguluyor.

Kitapta ‘ulusal ekonomi’ kavramı da sorunsallaştırılıyor: ortak çıkarların hayali topluluğu olarak bu kavram da aslında sınıf mücadelesini belirsizleştirmeye hizmet ediyor. Rosa Luxemburg’un 20.yy’ın başlarında Sosyalist Enternasyonal’deki sözleriyle; “Neden ulusların özgür iradesinden bahsediyoruz? Kapitalizmde ulus yoktur! Bunun yerine, karşıt çıkarlara ve haklara sahip sınıflar vardır. Egemen sınıf ve aydınlanmış proletarya asla farklılaşmamış bir ulusal bütün oluşturamaz.” Yazar burada, dünya pazarı küresel ölçekte genişledikçe, geç liberal devletin giderek daha militarist, müdahaleci ve baskıcı olduğunu da ekliyor. Ayrıca çok sayıda çalışmanın, Latin Amerika'daki post-neoliberal hükümetlerin, devletlerarası sistemin hiyerarşik ilişkilerini aşma çabalarına rağmen, hammadde ihracatına daha da bağımlı hale geldiklerini ve dünya pazarının döngüsel zorunluluklarına daha agresif bir şekilde tabi olduklarını gösterdiğini vurguluyor.

Arboleda emperyalizmi de küresel değer ilişkilerinin kendilerini gösterdiği fenomenal biçimlerden biri olarak tanımlıyor. Bununla kastedilen, kapitalist emparyalizmin ulus-devletin politik ilişkileri tarafından özerk bir şekilde belirlenmediği, sistem çapında sermayenin organik bileşimini artırmaya yönelik güdü tarafından belirlendiği. "Geç kapitalizm içerik olarak küresel, biçim olarak ulusaldır" deniyor.

GÜNEY AMERİKA-ÇİN EKSENİ: EKSTRAKTİVİZMİN ENDÜSTRİYEL BOYUTU

Arboleda ekstraktivizmi, madenciliğin ve endüstriyel tarımın dünya üzerinde en yoğun yapıldığı Güney Amerika ile küresel fabrika haline gelen Çin’in endüstrisi ekseninde, bütüncül bir bakışla yorumluyor: Çin’de mülksüzleştirmelerle yerinden edilen köylüler geçtiğimiz on yıllar içinde çok geniş bir proleter nüfus oluşturdular. Çin proletaryasının toplumsal yeniden üretimi için maddi koşulların güvence altına alınması Latin Amerika köylülerinin kitlesel yerinden edilmesine bağlıydı. Dolayısıyla, Asya'daki yeni proleterleşmiş nüfusları beslemek için ucuz gıda üretmek, endüstriyel tarıma yer açmak için Amazon ve Chaco bölgelerinin ormansızlaştırılmasından, Arjantin Pampasında genetiği değiştirilmiş soya fasulyesi üretimi için glifosatın aşırı kullanımıyla hızla yaygınlaşan kanser vakalarından, Şili'deki endüstriyel su ürünleri yetiştiriciliğine özgü deniz ekosistemlerindeki ve gıda zincirlerindeki antibiyotiklerin ve hastalıkların yaygın zararlarından ayrı tutulamaz.

Arboleda’ya göre 21.yüzyıl Güney Amerika'sında hammadde sınırlarının genişlemesini yönlendiren şey, "küresel hakimiyet" için siyasi bir arayış ya da düzenleyici stratejiler değil, Doğu Asya'nın devasa endüstriyel metabolizmasının talep ettiği minerallere, gıda maddelerine ve diğer hammaddelere duyulan doymak bilmez açlıktır. Carmody ve Taylor, Çin'in yurtdışındaki hammaddelere erişimi güvence altına alma stratejisini "flexigemony" tabiriyle tanımlıyor; yatay, işbirlikçi, müdahaleci olmayan uluslararası ilişkilere dayalı bir çeşit esnek hegemonya. Khanna da Çin'in küresel varlığının askeri güçlerinden çok tedarik zincirleriyle tanımlandığını ileri sürüyor. Khanna, bağlantı altyapısının halkların ve siyasi organların günlük pratiğindeki dönüştürücü rolünü vurgulayarak, artı değer üretiminin ulus-devletin siyasi aracılıklarından daha yüksek bir ontolojik düzeyde işlediğini savunuyor.

Ancak tüm bunlar, Çin’in maden sahalarında işçi emeğine değer verdiği, ekolojik dengeleri gözettiği, yerel halkların yaşamlarına saygı gösterdiği anlamına gelmiyor. Kitapta verilen Pakistan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti örnekleri çarpıcı: Pakistan'ın Belucistan eyaletindeki altın, gaz, uranyum ve petrol yataklarını işletmek için Pakistan ordusu ve Çin'e ait devlet maden şirketleri tarafından yerel topluluklara sert şekilde baskı uygulandı. Belucistan Kurtuluş Ordusu, boru hatlarını sabote ederek, kalabalık otobüsleri havaya uçurarak ve Gwadar limanı yakınlarında çok sayıda Çinli mühendisi öldürerek misilleme yaptı. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ndeki kobalt ve tantal madenleri de çoğunluğu Asya'da bulunan, köle emeğinin, çocuk askerlerin, toplu tecavüzlerin ve soykırımın artan varlığı nedeniyle uluslararası tartışmaların merkezinde yer alıyor. Bu mineraller, çoğunluğu Güney Doğu Asya’da bulunan dev elektronik endüstrisini besliyor.

MÜLKSÜZLEŞTİREREK VE DOĞAYI METALAŞTIRARAK SERMAYE BİRİKİMİNİN ARACI OLARAK EKSTRAKTİVİZM

Arboleda, ekstraktivizme yönelik çağdaş okumaların sıklıkla "mülksüzleştirme yoluyla birikim", "yerinden etmeler" ve "ilkel birikim" kavramlarını öne çıkardığını, zira bu kavramların hammadde sektörü işleyişinin merkezine zorla el koymayı, gasp etmeyi yerleştirdiğini dile getiriyor. Yazara göre bu okumalardaki ortak nokta, liberal toplumun kendisini şiddete karşıt olarak görmesi, ancak başkalarının, özellikle de devletin ve toprak sahiplerinin gerçekleştirdiği şiddet eylemlerinden fırsatçı bir şekilde faydalanmasıdır. Diğer bir deyişle; sermayenin kökeni şiddet ve hırsızlık eylemlerinde değildir, şiddet ve hırsızlık eylemleriyle yaratılan yeni özgürlük biçimlerinin, ortaya çıkan olanakların fırsatçı bir şekilde sömürülmesindedir. Kapitalizmin şiddetten nasıl yararlandığına, Pinochet darbesi sonrasında Şili’de ‘Chicago Boys’ adıyla anılan ABD’deki Chicago Üniversitesi’nde eğitim gören iktisatçıların devreye aldıkları sermaye yanlısı teknokrasi örnek olarak gösteriliyor: neoliberal iktisatçılar Şili’de, ekonomik özgürlük ilkelerine dayanan yasal ve düzenleyici reformları ancak askeri rejimin “özgürlüğün düşmanları” olarak algılananlara karşı başlattığı soykırımcı şiddetin sonucu olarak uygulayabildiler.

Yönetim, yukarıda tanımlanan gasp etme sürecinde hayati rol oynar. Çünkü sermaye, doğanın dünyayı oluşturma kapasitelerini, yani emekçileri, doğal kaynakları, toprakları ancak devlet daha önce ekonomi dışı gücünü kullanarak dünyanın bazı kısımlarını ele geçirmişse kullanabilir. Bu anlamda, toprakların her şeyden önce bir politik teknoloji biçimi olarak görülmesi gerekir; yani devletin yasa koyucu şiddetiyle halkın yaşam alanlarını da kapsayan topraklar ölçülen, sınırları çizilen, soyutlanan ve denetlenen mekânsal bir kategoriye dönüştürülmelidir.

Boyd, Prudham ve Schurman’a göre de doğanın sermayeye tabi kılınması, sermayenin geri dönüş sürelerini hızlandırma amacıyla biyolojik üretkenliğin sistematik olarak artırılması veya yoğunlaştırılması anlamına gelir. Bu yazarlar, doğanın yalnızca sahiplenilmediğini, daha çok, daha hızlı ve daha iyi çalışması için yeniden yapıldığını savunuyorlar.

GENİŞLETİLMİŞ EKSTRAKTİVİZM: DOĞANIN VE EMEĞİN FİNANSALLAŞTIRILMASI, KENTLERİN İNŞASI, KÖYLÜLÜĞÜN TASFİYESİ….

Günümüzde bazı yazarlar, hammadde üretimi dinamiklerinin finans, gayrimenkul, lojistik ve platform ekonomisi gibi diğer sosyoekonomik faaliyet alanlarına hızla genişlediği fikrine dayanan "genişletilmiş ekstraktivizm" anlayışını savunuyorlar. Ekstraktivizm süreçlerinin, özellikle 2008 mali krizinden bu yana, çağdaş kapitalizmde kira, ilkel birikim ve ekonomi dışı gücün rolünü açıklamak için önemli analitik içgörüler sağladığını savunuyorlar.

2008 krizinin ardından, daha önceki tarımsal yeniden yapılandırmalarla işinden edilen ve kentlerin gecekondu mahallelerinin parçası haline gelen fazla nüfus, yeni borçlanma araçlarını seferber eden finans şirketleri tarafından sistematik olarak hedef alınmakta. İş gücünü boyunduruk altına alma ve fazla nüfustan kâr elde etme yöntemi olarak mikro-kredi, finans yoluyla sermayenin disiplininin emekçilerin yaşamına yayılmasına olanak sağlıyor.

Neil Smith de doğanın sermayeye tabi kılınmasına finans sektörü üzerinden yorumda buluyor; ekolojik emtialar, risk yönetimi bankacılığı ve çevresel türevlerde yeni pazarların ortaya çıkmasıyla Smith, doğanın nasıl "ticareti yapılabilir sermaye parçalarına" parsellendiğini belirtir. Tıpkı emeğin gerçek anlamda içerilmesinin işçiyi özgüllüğünden yoksun bırakması gibi, doğanın finansal piyasalarda sermayeleştirilmesi yoluyla gerçek anlamda içerilmesi de doğayı özgüllüğünden soyutlar.

Gray Brechin, modern şehirlerin teknolojik, felsefi ve ekonomik açıdan, arka planda kalan mineral bölgelerinin "tersine çevrilmiş madenleri" olduğunu ileri sürüyor: yerin bağırsaklarından çıkarılan mineral zenginlikler kentlerin inşa edilmiş çevrelerine yerleştirilir. Bu bağlamda ekstraktivizmin sadece mineral işlenen endüstriyle değil aynı zamanda inşa faaliyetlerinin ve tüketimin yoğunlaştığı mega-kentlerle de bağını kurmak önemli.

Diğer çarpıcı tespit, ekstraktivizm yoluyla sadece morfolojisi değil, kültürel-sosyolojik yapısı da değiştirilen kırsala yönelik: topraktan geçinen kesimlerin metalaştırma döngüsünde sistematik olarak maruz kaldıkları saldırıları tarım üzerine çalışan tarihçi ve sosyologlar "küresel köylüsüzleştirme" olarak tanımlıyorlar. Tarihçi Eric Hobsbawm bu olguyu "köylülüğün alacakaranlığı" olarak adlandırıyor. Hobsbawm'a göre, 20. yüzyılın yarattığı en temel değişim, iki dünya savaşı, sömürgeciliğin sona ermesi, bilişim devrimi, devlet sosyalizminin yükselişi ve düşüşü gibi siyasi-tarihsel olaylarla karşılaştırıldığında bile, hiç tereddütsüz köylü ve kırsal yaşamın tasfiyesidir. Araghi de köylülerin kitlesel mülksüzleştirilmesini ve göçmen artı emek gücünün büyük bir oranını sermayenin kendine mal etmesini ve doğal alanları kendi hesabına sahiplenmesini "gezegensel toprak gaspı" olarak tanımlıyor.

Arboleda’ya göre dünya köylülerinin küresel ölçekte mülksüzleştirmesi olmasa, üretim bölgelerinin, özel ekonomik bölgelerin, tarımsal sanayi bölgelerinin ve açık maden ocaklarının benzeri görülmemiş artışına dayanan dördüncü makina çağının yeniden yapılanmaları da mümkün olmazdı. Arboleda, Güney Amerika ülkeleri arasında köylülerin yerinden edilmesine en çarpıcı örneği uzun süredir silahlı çatışmaların devam ettiği Kolombiya’dan veriyor: Kolombiya'da son yıllarda madencilik, enerji ve tarımsal sanayi yatırımlarına yer açmak veya sadece arazi spekülasyonu ve kara para aklama amacıyla tarımsal sanayi elitleri ve paramiliter gruplar tarafından yaklaşık 6 milyon köylünün yerlerinden edildiği tahmin ediliyor.

MÜCADELENİN OLANAKLARI

Kaynak zengini Güney Amerika ülkeleriyle, küresel üretim merkezi haline gelen Çin’in emekçi halkları coğrafi ve kültürel farklılıklara rağmen aslında aynı kaderi yaşıyorlar; her ikisi de emeği parçalamak ve ücretleri düşürmek için ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve milliyetçiliği aktif olarak kullanan toplumsal proleterleşme biçimleriyle karşı karşıya. Pasifik Okyanusu'nun her iki yakasında milyonlarca köylü geçici, ırksallaştırılmış ve göçmen biçimleriyle küreselleşen emeğe dahil edilmek için son on yıllarda ailelerinden ve köylerinden koparıldılar.

Buna karşılık olarak yerel topluluklar ve uluslararası savunuculuk ağları arasında yeni dayanışma biçimleri ortaya çıktı ve yerel topluluklarla büyük kentsel yığınları karşılıklı olarak dönüştürerek birbirine bağladı. Küresel Kuzey'de Mining Watch Canada ve London Mining Network, küresel Güney'de Latin American Observatory for Environmental Conflicts (OLCA) ve Observatory for Mining Conflicts in Latin America (OCMAL) gibi örgütler, ekstraktif projelere karşı çıkan yüzlerce toplulukla güçlü ve yoğun bir şekilde iş birliği ve siyasi dayanışma ağları geliştirdiler.

Şili’deki yerel toplulukların üyeleri, kendi topraklarında projeler yapan büyük madencilik şirketlerinin yıllık toplantılarına katılmak için Toronto'ya seyahat ediyorlar. Toplantılarda topluluk liderleri hissedarların önünde şirketlerin maden sahalarındaki yıkımlarını ve kurumsal yönetimdeki kötü uygulamalarını ifşa ediyorlar.

Hukuki mücadele yönüyle; genellikle hatalı çevresel etki değerlendirmelerini, yasadışı uygulamalarla oluşturulan ekolojik tahribatı, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 169. Sözleşmesine (yerli halkların yaşam alanlarını etkileyecek her türlü konuda karar almadan önce onlara danışılması zorunluluğu) uyulmamasını, yerinden edilmeyi ve geçim kaynaklarının kaybını dile getiriyorlar. Bu mücadeleler meyvelerini veriyor ve ulusal düzeyde dava açmak yatırım projelerine karşı etkili bir mekanizma haline geliyor; 2015 yılında Fraser Enstitüsü'nün madencilik yatırımı için en iyi ülkeler sıralamasında Şili, 2011'den bu yana dört sıra geriye düştü.

Bazı entelektüel işçiler, özellikle becerilerinin, kapasitelerinin ve potansiyellerinin tamamını kâr elde etmenin acil ihtiyaçlarına tabi kılan mevcut bilimsel bilgi modeli üzerinden çağdaş bilimin saçmalığını ve yararsızlığını sorgulamaya başladılar. Dussel'in öne sürdüğü gibi, "bilgi, yaşayan emeğin, tarihsel insanlık bilincinin eleştirel bir şekilde gerçekleştirilmesi olarak kullanılmadığı sürece seçkinci bir bilimdir, akademiktir, fetişleştirilmiştir, kısırdır ve gereksizdir."

Bilimsel ve teknolojik gelişmeleri halkların faydası için kullanmak amacıyla madencilik coğrafyalarında bilim insanları ve mühendisler mega-madenciliğe karşı devam eden mücadelelerinde köylüler ve yerli halklarla ittifaklar kuruyorlar: örneğin jeologlar ve jeofizikçiler, yerli topluluklara bölgelerindeki hava ve su kirliliğini ölçmeleri için eğitim ve fiziksel ekipman sağlıyorlar. Genetiği değiştirilmiş soya fasulyesi üretimine karşı mücadeleler, Arjantin, Meksika, Ekvador, Kosta Rika ve Brezilya'daki bilim insanlarını bünyesinde barındıran Red de Científicos Comprometidos (Adanmış Bilim İnsanları Ağı) platformu altında hızla büyüyen, isyancı bilim anlayışını taşıyor. Feeney-McCandless, bu "halk merkezci" bilimsel araştırma modelinin, glifosatın yaygın etkilerini, sebep olduğu yağma ve mülksüzleştirme politik-ekonomik sistemini ve belki daha da önemlisi, buna kayıtsız kalan bilgi biçimlerini ifşa edip kınadığını belirtiyor. Sanatçılar ve yerel topluluklar arasındaki koalisyonlar da ekstraktivizme karşı mücadelelere ivme kazandırıyor.

Sonuç olarak Arboleda bu kitabında ekstraktivizmi, belli bir coğrafyadaki madencilik faaliyetleriyle sınırlı görmeyip, bütüncül bir bakışla "genişletilmiş ekstraktivizm" tanımı etrafında irdeliyor ve bu kavramın kendini ortaya koyduğu her alanda kapitalizme eleştiriler getiriyor: Güney Amerika’da kazılan bölgelerde yerlerinden edilen yerli halklar ile Güney Doğu Asya’da proleterleştirilen köylülerin ortak kaderleri, dijital teknolojiyle donatılan ve Pasifik Okyanusu’nu devasa gemilerle kat ederek "just-in time" işleyen lojistik ağları, doymak bilmez tüketimin merkezi olan mega-kentlerin inşası ve emtialar ile dolup taşması, köylü yaşamının ortadan kaldırılarak kırsalın sermayenin taleplerine tabi kılınması, devletin bir taraftan halk üzerinde baskı kurup piyasaları özgürleştirirken, diğer taraftan kazılacak bölgeleri yaşam alanları olmaktan çıkarıp farklı mekânsal tanımlarla parsellere dönüştürmesi, finans-kapitalin hem doğayı hem emeği gerçek özlerini boşaltarak piyasa gereçleriyle tanımlanan soyut değerlere indirgemesi…

Topraklarının çok büyük bir bölümü Enerji Bakanlığı tarafından madenlere ruhsatlanan, uluslararası madencilik şirketlerini ülkeye çekmek için hükümeti tarafından madencilik mevzuatı önemli oranda gevşetilen ve Çevresel Etki Değerlendirme süreçlerinin içi boşaltılan, Çin’in Avrupa’ya ticari mallarını nakledeceği "Belt & Road" projesinden rol kapmak için uğraşan, doğal gaz ve petrol taşıma hatlarıyla bölgesinde lojistik merkezi olmaya çabalayan bir Türkiye’de sadece çevre aktivistlerinin değil, temel demokratik değerlere inanan herkesin bu kitaptan alacağı fikirler var.

Bu yazıyı, Arboleda’nın, Enrique Viale’nin "Kentsel Ekstraktivizm" kitabından alıntıladığı bir bölümle ve ekstraktivizme karşı mücadeleyi büyütecek dayanışma çağrısıyla tamamlıyorum;

Bu, zamanımızın en önemli zorluklarından biri: Uzak yerlerde madenciliğe direnenler, glifosat ve tarım işletmelerine karşı çıkanlar ve giderek daha pahalı, çitlerle çevrili, baskıcı şehirlerde yaşayanlar olarak bizlerin aramızda olması gereken köprüler eksik. Bu ortak bir mücadele... ancak şehirdeki insanlar ile kırsaldaki insanlar arasındaki bağlar kurulmuş değil; bu bağları inşa etmek de bize kalmış.

*Polen Ekoloji dergisinin 2025 yaz sayısında yayınlanmıştır.

Dergiler Haberleri