“Geçmişle gelecek arasında”: Kötülüğün Sıradanlığı

“Geçmişle gelecek arasında”: Kötülüğün Sıradanlığı

 

Pervin Yiğit
pervinyigit@gmail.com

Ünlü siyaset bilimci Hannah Arendt seküler bir ailede büyümesine ve kendini hiçbir zaman bir Yahudi olarak tanımlamamasına rağmen, “size Yahudisiniz diye saldırırlarsa, siz de mecburen kendinizi bir Yahudi olarak savunursunuz” diyerek 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki soykırım tartışmalarına dahil olmuştur. Arendt, bir Nazi subayı olan Adolf Eichmann’ın yargılandığı davaları izlemiş ve ardından da ortaya attığı kötülüğün sıradanlığı (banality of evil) kavramıyla Yahudilerin tepkisini ve tüm dünyanın ilgisini çekmiştir.

Adolf Eichmann soykırım sırasında Avrupa’nın her yerinden toplama kamplarına getirilen Yahudilerin nakledilmesiyle görevliydi; Nazilerin deyimiyle nihai hedefe, bizim deyimimizle soykırıma Yahudileri gönderen bir subaydı. Savaş bittikten sonra Arjantin’e kaçmış ve 1960’da yakalanarak Kudüs’e yargılanmak için getirilinceye kadar sahte bir kimlikle orada yaşamıştı. Soykırım başlamadan önce Almanya’dan Amerika’ya kaçan Arendt ise 1961-2 yıllarında Kudüs’e giderek bu davaları takip etmiş ve Eichmann’ın idamı ile sonuçlanan mahkeme sürecinden sonra ise “1963’te Kötülüğün Sıradanlığı- Adolf Eichmann Kudüs’te” adlı kitabını yayımlamıştır.

Arendt’e göre Eichmann, “egemen söylemi sorgulamadan iliklerine kadar çekmiş ve egemen söylemin dikte ettiği iyi vatandaş olma kalıbıyla hareket eden sıkıcı” bir bürokrattı (1). Ona göre, ne Eichmann ne de soykırıma dahil olan diğer subaylar birer canavardı, “sadece ne yaptıklarını hiç fark etmemişlerdi”. Tabii ki Arendt, Eichmann’ı bu kadar önemsizleştirmesi sebebiyle eleştirildi. Bir adım daha ileri giderek Yahudi soykırımının gerçekleşmesinde Yahudilerin de suçlu olduklarını söyleyen Arendt, savaşın travmasını hala çok derinden yaşayan Yahudilerin ağır eleştirilerine hatta tehditlerine maruz kaldı. Halbuki Arendt, suçluları masum göstermeye ya da Yahudilerin bunu hak ettiğini göstermeye çalışmıyordu, amacı dünyada bu kadar kötülük varken, buna sebep olan sistemin de rolünü hesaba katmaktı.

Dava sürecinde soğukkanlılığı ile dünyayı hayrete düşüren Eichmann, hiçbir suçlamayı kabul etmeyerek kendisinin “Nazi hukuk sistemine” göre yanlış bir şey yapmadığını söyledi. Ayrıca nihai çözüme kimsenin karşı çıkmadığını da ekledi. Hayatı boyunca Kant’ın ahlak kurallarına ve görev tanımına uygun yaşadığına ve tek yaptığının göreve itaat etmek olduğuna vurgu yaptı. Zaten savaş bitiminde Nürnberg mahkemelerinde yargılanan Nazilerin savunduğu da, Kant’ın görev ahlakı ilkesiyle emirlere itaat ettikleriydi. Hitler’in manipüle ederek amaçlarına göre ilkelerini kullandığı Immanuel Kant, en basit tabirle, bir eylemi görev olduğu için yapmanın ahlaklı olduğunu savunuyordu. Tabii ki bu Nazilerin savaş süresince vicdanlarını rahatlatmak, savaş sonrasında ise kendilerini suçsuz göstermek için tek dayanak noktasıydı. Şahsen tek bir Yahudi’yi öldürmeyen, hatta ölen Yahudilerle hiç karşılaşmayan, sadece görevlerinin gereğini yerine getiren Naziler nasıl bir ahlaksızlık yapmıştı? Savaş süresince kendilerine terfi sağlayan eylemler, savaş bittikten sonra onları nasıl ölüme götürebilirdi? Güce boyun eğmek ne zamandan beri suç olmuştu? Görevlerini iyi yapmak uğruna 6 milyon Yahudi’yi katleden bu insanların amacı terfi almak, daha iyi maaş almak, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak ya da sadece iyi vatandaş olmaktı.

Zaten Aristo ve Platon’dan beri ahlaklı olmak, iyi vatandaş olmak ve devlet için çalışmak değil miydi? Böylesi bir suç karşısında bile kendini masum gören bakış açısı Arendt’e göre insanın kendi aklını, vicdanını bir yana bırakarak kötülüğü destekleyen iktidara uymak ve dolaylı yoldan kötü olmaktı aslında.

Arendt’in ortaya attığı ‘kötülüğün sıradanlığı’, kötülüklerin çoğunun iyilik ve kötülük üzerine kafa yormamış insanların işi olduğunu belirten bir tanımdır. Fikirsizliği benimseyen insan bir eyleme kendisi karar vermeyerek egemenin emrine itaat eder ve çoğunluğa uyar. Kendi özgürlüğünü ve düşünme yetisini bir yana bırakarak sıradan olan bu insan aslında ahlaksız olmayı seçer. Düşünen kişi vicdanlı olurken kötü olan insan düşünme yetisini kullanamayandır. Arendt’e göre soykırıma dahil olan Naziler de bu insanlara birer örnektir. Aslında vicdansız canavarlar değillerdir; sadece iyilik ve kötülük üzerine hiç düşünmemiş oldukça sıradan insanlardır. Bu insanların eylemlerinin arkasındaki egemen söylem, onların kişisel vicdanlarını yok eden, onları iktidar adına suç işlemeye yönelten, bu suçun doğruluğuna ikna eden bir araçtan başka bir şey değildir. Yargı yoksunu olan böylesi insanların oluşturduğu bir kitleden kötülük ortaya çıkar ve bunun karşısında hiçbir şey yapmayarak sessizce duranlar da bu kötülüğü güçlendirir.

“Terörün devamlı ve istikrarlı bir yapıya kavuşması için çokluğun, hatta çoğunluğun taraftarlığını kazanmış olması gerekir” (2)

Aslında ahlaksız olarak tanımlanacak bir eylemi, bazen sistem kendi parçalarını (vatandaşları) o eylemi yapmaya ittiği için ve söz konusu eylemin doğru olduğuna bir şekilde bireyleri ikna ettiği için (manipüle edilen çoğunlukla beraber) o eylem artık doğru olarak kabul ediliyor. Bunun sonucu olarak birey insan da öldürüyor, öldürmeye yardımcı da oluyor, en iyi ihtimalle sessiz kalıp öldürmeyi onaylıyor.

Ahlak felsefesindeki en temel düşünce, insanın ahlaklı olabilmesi için öncelikle özgür olması gerektiğidir. Özgür olmak için de düşünebilme yetisi gerekir. Düşünebilmek bize ne sağlar? Öncelikle çoğunluğun, iktidarın gücüne itaat etmemeyi sağlar. İnsan düşününce bir eylemsizlik halini benimsemez, birey olmaktan vazgeçmez, aksine kendi değeri olan biricik bir varlık olmayı, devletin birbirinin aynısı olan yapboz parçalarından biri olmaya yeğler. Kısacası, insan düşününce sorgular, farklılaşır, insanlaşır ve ahlaklı olur.

Kötülüğe ilişkin tartışmalar felsefe tarihinde her zaman popüler olmuştur. İlkçağda iyi olmanın ne demek olduğu, nasıl iyi olunacağı tartışılırken, tek tanrılı dinlerle beraber bu tartışmalar yerini Tanrı odaklı ve günah kavramıyla açıklanabilen olgulara bırakmıştır. Aydınlanma ile beraber iyilik ve kötülük insan doğasının bir suçu ya da güzelliği olarak karşımıza çıkar. Sonrasında ise modern toplum insanları iyiliğe doğru yönlendirmek için bir araç olur çünkü öngörülen modern uygarlığa geçince kötülüğün biteceğidir. 20. Yüzyılda ortaya çıkan Varoluşçuluk akımı ile beraber insan doğası kavramını bırakmamız ve olaylarla ilgili sorumluluğu tamamen üzerimize almamızla, kötülük tartışmaları farklı ve insan merkezli bir boyut kazanır. Tam da bu yıllarda Arendt, kötülüğün insan doğasının iyi veya kötü olmasından değil, insanın basitliğinden kaynaklandığını söyler; basit, sıradan, eylemsiz insan düşünemediğinden ahlaklı olamaz.

ACILARIN SIRADANLIĞI

Rum’un Türk’ü, Türk’ün Kürt’ü, Almanlar’ın Yahudiler’i, Sünniler’in Aleviler’i, Katolikler’in Protestanlar’ı öldürdüğü, soykırımlarla, savaşlarla, acılarla şekillenen bir tarih anlayışı var. Peki tarih kitaplarında bunları okurken kaç çocuk etkilenip eve gidince ailesiyle şaşkınlığını paylaşıyor? Tabii ki bunlar üzerine düşünmeyen çocuklar suçlu değil, suçlu olanlar düşünmemeye devam ederek yetişkin olanlar, hala süren savaşları da aynı tepkisizlik içinde değerlendiren, kötülük karşısında hayrete düşmeyenler.

Ben insan doğasının olduğuna ve kötü olduğuna inanırım. İnsanın bilinciyle ve eğitimle iyiliğe doğru yöneleceğini düşünürüm hep. Neden insanlar kötüdür sorusuna bu şekilde Hobbesçu bir cevap vermeyi tercih ettiğim için de insanın bir emek sarf etmezse kötü olacağı fikrini kabul ederim. Düşünmemeyi seçen insanın kötü olması kuvvetle muhtemeldir. Arendt’in dediği gibi insan kötülük yaparken farkında olmazsa kötülük yapar çünkü kötülüğün var olmak için bir kaynağa ihtiyacı yoktur.

Bir devletin vatandaşı olarak, bir dine, mezhebe inanan olarak, bir etnik kökene sahip kişi olarak öldürmeyi seçiyorum demek, insan olarak öldürmemeyi seçiyorum demekten daha kolay oluyor ve daha az çaba gerektiriyor. Birey olarak karar vermek yerine, bütünün bir parçası olarak, sorumluluğu bütüne yayarak kolayca kötü yol seçiliyor. Daha az düşünme kabiliyeti isteyen bu kölelik, bir itaat etme, bir teslimiyet, bir suça ortak olma hali olarak insanı kötülüğe sürüklüyor. Yargılamamayı seçen insan, kendi olmayı bırakarak kendisi için meşakkatli bir eylem olan düşünmekten kurtulur. Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır diyen Adorno’nun deyimiyle; “birey için, kendini özdeşleştirdiği bir kolektife teslim olmak hayatı daha kolay kılar. Güçsüzlüğünün farkına varmaktan kurtulur; kendi çevreleri içindeyken, bir avuç insan birçok kişi oluverir. İşte bu edimdir teslimiyet- açık ve ne yaptığını bilen bir düşünce değil... Kolektifin kaderini paylaşmak istiyorsa ben’in kendi kendisini feshetmesi gerekir”(3).
Dünya tarihinin görebileceği en büyük şiddetin sonucu olarak ortaya çıkan kötülüğün sıradanlığı kavramı ile insanlık tanışalı 50 yılı geçti. Peki şu an dünyada daha mı az acı var? Denize vuran mülteci bir çocuk bedeni aslında kimsenin tahayyül edebileceği bir şey değilken bu kadar sıradanlaşabiliyorsa, yaptıkları kötülükleri meşrulaştırmak için hala dini, mezhebi, ırkı ve etnik kökeni kullanan gruplar varsa, şu an kötülüğün hala sıradan olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. Kendi coğrafyamıza baktığımızda ise yine şiddetin ve acının maalesef sıradan olduğunu görüyoruz. Bir toplu mezarın bulunması nasıl sıradan olabilir ki demeyin, hayretle dinlediğiniz hikayeler, o acıya uzak insanlara oldukça sıradan ve hatta savaşın olası sonuçları olarak görülebiliyor. Ama insan olmak için özgürce düşünebilmek gerekiyor, siyasetin kölesi olmuş kamu ahlakından bağımsız kendi doğrularımızla affetmeyi, anlamayı, özür dilemeyi, yüzleşmeyi, barış içinde yaşayabilmeyi becermemiz gerekiyor. İnsan olmak için gayret etmek gerekiyor, tahakkümle değil kendi vicdanımızla karar verebilmemiz gerekiyor.

------------------------------------

REFERANSLAR
(1) Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, (Çev: Özge Çelik), Metis Yayınları, İstanbul.
(2) Hannah Arendt, “Totalitarianizmin Kaynakları. Antisemitizm, (Çev. Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul.
(3) Theodor W. Adorno, “Boyun Eğme”, (Çev: Kaya Şahin), Defter, sayı 37, Metis Yayınları, İstanbul.

Dergiler Haberleri