Geçmiş algısı, milli kimliğimiz: Sorunlar ya da çözümler

Geçmiş algısı, milli kimliğimiz: Sorunlar ya da çözümler

Damla Demirözü

Geçmişi nasıl algıladığımız milli kimliğimizi oluşturur. Κüçük bir deney yapalım ve Türkler ve Yunanlılardan şu tarihleri; 1453, 1922 ya da 1974 sırası ile okumalarını isteyelim.  Bu tarihleri İstanbul’un Fethi, İzmir’in Kurtuluşu ve Kıbrıs Barış Harekâtı olarak okuyacak olan taraf hiç kuşkusuz Türklerdir. Aynı tarihi, Konstantinopolis’in Düşüşü, İzmir Felaketi ve Kıbrıs’a yapılan Türk Müdahalesi olarak okuyacak olanlar ise Yunanlılar.

Kimlikler bizim tarihe yüklediğimiz anlam ve tarihin bize ifade ettiği anlam çerçevesinde oluşur. Bizlerin birey olarak tarafsız ve önyargısız olmamız mümkün değildir. İçinde yaşadığımız anlatı kim olduğumuzu, hangi olaylar karşısında nasıl hissetmemiz ve ne düşünmemiz gerektiğini de belirler. 1922’nin Kurtuluş ya da Felaket olarak okunması ve ardından getirdiği değişik çağrışımlar bireysel olarak üzerine uzun uzun düşünmemiz ya da karar almamız neticesinde gerçekleşmez.

Uzun yüzyıllar boyunca aynı coğrafyada yaşayagelmiş Türkler ve Yunanlılar yaşanan ortak geçmişe nerede ise taban tabana zıt anlamlar yüklerler. Ulus devlet öncesi kendilerini ait hissetmek için seçtikleri imparatorluklar bile farklıdır. Türkler Osmanlı’yı sahiplenirken Yunanlılar Bizans’ı sahiplenir.  Her iki tarafın da kendi seçtikleri ‘atalar’ için milli hassasiyetleri vardır. Kimse kendi için seçtiği şanlı geçmişin ne ‘barbar’ ne de ‘kahpe’ olarak adlandırılmasını istemez. Tabii uygulama farklıdır!

Aynı şekilde milletler imkânsızlıklar içinde kurdukları ulus devletlerinin emsalsiz olduğuna inanırlar.  Oysa bütün ulus devletler birbirlerine benzer. Milliyetçilik üzerine yapılan araştırmalar sayesinde  ‘geleneğin icat edildiğini’ ve ‘ulusların yaratılış’ süreçlerinin nasıl birbirine benzediğini biliyoruz. Her ulus devletin en önemli anıtlarından biri ‘vatan uğruna hayatını vermiş yerde yatan isimsiz askerdir. Bu isimsiz kahraman anıtı sayesinde ülkeleri için canlarını verenler bölgelere göre temsil edilmeksizin yüceltilirler.  Anonimlik ve homojenlik temsil edilmiş olur.  Milliyetçiliğin yarattığı homojenlik sayesinde ne Türkler ne de Yunanlılar uzun bir süre yaşadıkları topluluklar ile karışmamış, ‘asıllarını’ korumuşlardır. Bu asıl tarihin derinliklerinden bozulmadan gelir, kimi zaman Antik Yunana ya da Oğuzlara kimi zaman da Antik Yunan öncesi Anadolu’da yaşamış topluluklara kadar gider...    

*

Milletlerin geçmiş algısı, tarihe yükledikleri anlamlar ‘güncel’ siyaseti de belirler.  Türkler ve Yunanlılar birbirlerini hem ‘yayılmacı’ olmak ile suçlar. Hem de kendilerinin asla ‘yayılmacı’ olmadığını düşünür, karşı tarafın bu suçlamasında haksızlık olduğuna yürekten inanırlar. Haklıdırlar da.

Türk anlatısına göre 1071’de girilen Anadolu neredeyse bomboştur. İstanbul’un alınması ile tamamen yıkılan Bizans ardında bir şey bırakmadan tarih oluvermiştir. Okul kitaplarımızda nerede ise on asır süren Bizans İmparatorluğu hakkında bir paragraf ya vardır ya da yok. Hatta pek çokları Bizans’ın sadece İstanbul ile sınırlı olduğunu sanır. Osmanlı’nın kuruluş ya da yükselme yıllarını anlatan sayfalar boyunca karşılaşmadığı Rumlar-Hıristiyanlar ile birden Osmanlı’nın yıkılışı sırasında karşılaşırlar. Kimdir bu Rumlar, nereden çıkmıştırlar, niye 1821’de Osmanlı’ya karşı ayaklanmışlardır pek bilmeyiz. Okuduğumuz satırlar sonucu oluşan hissiyatımız Rum ya da Hristiyan olarak adlandırılan nüfusların ‘kendilerine gösterilen hoşgörü’ ile yetinmeyen nankör kişiler olduğu yönündedir. Tüm dünyanın 1821 Yunan Devrimi olarak adlandırdığı olayı bazılarımız bugün bile “1821 Yunan İsyanı” ya da “1821 Ayaklanması” olarak adlandırmaya devam eder. Oysa bu ayaklanma başarıya ulaşmış; Bağımsızlık hareketi şeklini almış, Yunan ulus devletinin kurulması ile sonuçlanacak Devrim, Yunan Devrimi gerçekleşmiştir.

Türk tarih yazıcılığında Yunan Devrimi’nin niçin çıktığını anlamak için çaba gösteren araştırma çok azdır. Geleneksel yaklaşım “hoşgörünün” kıymetini bilmeyen Rumların Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sürecini” başlattığı şeklinde özetlenebilir. Bu yaklaşımın doğal bir sonucu olarak bizler 19. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkan ve bizim de içinde bulunduğumuz coğrafyayı etkileyen aydınlanma hareketleri, romantizm akımları ve milliyetçilik ideolojisini hakkında bilgi edinmeyiz. Kafamızda ulus devletlerin oraya çıkışları ile tarih olan imparatorluklar bilgisi yerine ‘bizim İmparatorluğumuzun’ dağılmasına sebep olan ‘hain öteki’ bilgisi vardır. 

Aynı şekilde Yunan tarih yazıcılığı da milliyetçiliğin 19. yüzyıla ait bir kavram olduğunu ‘unutur’. Yunanlıların ezelden beri var olduğuna ve ilelebet yaşayacağına inanır. Bütün milletler gibi! Daha da önemlisi Yunan ulusunun süreç içinde oluştuğuna değil hep var olduğunu kabul eder.  Bu anlatıya göre Bizans Yunanlıdır.  Varlığı ile Yunan ulusunun dünü ve bugünü arasındaki sürekliliği sağlar.

Aynı ‘Yunan’ yorumuna göre Osmanlı bir imparatorluk değil Türklerin/Müslümanların efendi, Hıristiyanların köle olarak yaşadıkları bir esaret sürecidir. Bu anlayış çerçevesinde tarihin projektörü yalnız ‘Yunan ulusunun çektiği acılara’ ve bu acılara son verildiği 1821 Yunan Devrimine odaklanır. Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan çeşitli etnik unsurların, kimilerine göre dört yüzyıl kimilerine göre altı yüzyıl süren uzun bir süreç içinde çeşitlilik gösteren konumlarını ve ilişkilerini görmez. Kendilerine ait hissetmedikleri bu İmparatorluğu bugünün değer yargılarına göre yargılar ve mahkûm eder. Kendisi için  ‘ezilen Reaya’ ve öteki için ‘ezen Efendi’ stereotipinin zamandan, coğrafyadan, sosyal ya da ekonomik etkenlerden bağımsız olarak her daim gerçeği temsil ettiğine inanır. Daha da kötüsü şu soruya cevap vermenin ağır yükünü taşır: nasıl olmuş da uygarlığı temsil eden Antik Yunanın torunları olan Yunanlılar Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllar boyunca devam eden hâkimiyeti altında yaşamışlardır?  Osmanlı İmparatorluğunu Yunan cephesinde aydınlatmak üzere seçilen sayfalar bu sorunun cevabı için gerekli hissiyatı oluşturmuştur: kaba gücü sayesinde!  

Yunanistan’daki resmi ve geleneksel çizgi Osmanlı’ya ya da Türklere yukarıda çizdiğim çerçeve içerisinde yaklaşır.  Bu konuda var olan kalıpları tekrar tekrar üretir.

Sonuç olarak Türkler ve Yunanlılar herhangi bir sorunla karşılaştıklarında bu soruna farklı şablonlar içinde yaklaşmaktadır. Söz konusu tartışmalı bir toprak olduğunda herkes tarihe, daha doğrusu kendi tarihine giderek bu toprağın ilk kime ait olduğuna bakmakta, buna bağlı ‘haklı gerekçeler’ üretmektedir. Osmanlı’dan önce Bizans, Bizans’tan önce başka medeniyetler vardır. Türkler aynı toprağı Osmanlı’ya, Yunanlılar aynı toprağı Bizans’a ait gördükleri için burada hak iddia edebilirler. Osmanlı ya da Bizans yetersiz kaldığında, Antik Yunan ve Antik Yunan öncesi medeniyetler ile kurulan akrabalık bağı da etkili olabilir. Peki, bir yerin yalnız Türk yalnız Yunan değil ama biraz Türk biraz Yunan ya da başka bir şey olması, 1922’nin hem Kurtuluş hem Felaket olarak algılanması o kadar imkânsız mıdır?  Bir toprağın üzerine yaşayan insanların farklılıklarını koruyarak eşit bir şekilde yaşamaları çok mu zordur? Yoksa bu toprak illa Türk ya da Yunan olmak zorunda mıdır?

 

Dergiler Haberleri