FELSEFEDE ‘ÖTEKİ’ PROBLEMİ

Ötekileştirmenin olmadığı bir dünya mümkün müdür? Öteki etiketini kim veya kimler belirliyor? Neden ötekiler var? Neden ötekiler yaratılıyor ve bir şekilde üretiliyor?

Özlem Onar

 Öteki nedir? Başka bir deyişle kimlere öteki diyoruz? Öteki ile bizim sınırlarımızı nasıl belirleriz? Ötekileştirme sürecinin sosyal ve psikolojik basamakları nelerdir? Ötekileştirmenin olmadığı bir dünya mümkün müdür? Öteki etiketini kim veya kimler belirliyor? Neden ötekiler var? Neden ötekiler yaratılıyor ve bir şekilde üretiliyor? Neden bizden olan birilerini günah keçisi ilan ederek ötekileştiriyoruz? Ötekinin işlevi veya işlevleri neler olabilir? Yaşam savaşında varlığımızı sürdürebilmemiz için ötekileştirmemiz şart mıdır? Sorulardan da anlaşıldığı gibi, öteki problemi oldukça dallı budaklı ve derin bir meseledir. Felsefi bir terim olarak öteki ile sosyal bilimlerde geçen öteki teriminin anlam karşılıkları farklıdır. Felsefede öteki beni oluşturandır, toplumsal olarak ise öteki bizden olmayan, çoğu zaman korkulan ve nefret söylemleri ile anılandır. Bu yazımda öteki kavramının, felsefi açıdan nasıl irdelendiğine kuş bakışı da olsa, dilimin döndüğünce değinmek istiyorum.

‘Zıtlıkların birliği’

Felsefenin ilk filozoflarından ikincisi milattan önce 6. yüzyılda yaşamış olan Anaximandros’tur. (1) Anaximandros’un öteki problemi ile bağlantısı nedir? Ona göre; evrende var olan her belirli şey sonlu ve sınırlıdır, yani karşıtı ile sınırlandırılmıştır, bu evrende her şey aslında zıddıyla beraber vardır. Zıtlıkların birliği düşüncesinden ötürü, ilkçağ felsefe tarihinin en dikkat çekici düşünürüdür. Savaş olmadan barış, gece olmadan gündüz, soğuk olmadan sıcağın olamayacağı gibi başkaları olmadan da ben olamam; benim sınırlarımı çizebilmem için başkalarının var olması gerekir.  

Ötekini konu edinen 20. yüzyılın filozoflarından; Litvanya Yahudileri kökenli Fransız filozof Emmanuel Levinas’a göre “Ben, dünyada başkaları ile ilişki içinde var olur.” Benin (özün) var olabilmesi için başka insanların (ötekinin) varlığına ve tanıklığına ihtiyacı vardır. Burada, Levinas ötekini merkeze koyuyor. İnsan olma sürecinde; insan hakları bakımından, kendi haklarımızı koruma noktasından değil de işe ötekinin haklarını savunmakla başlamalıyız, diyor. Bu da oldukça zorlu bir süreci gerektirir. İnsanın egosunun ötesine geçerek, başkasının özgürlüğü için mücadele etmesi pek de kolay edinilecek bir edinim değildir. Levinas, siyaset ve ethiğin birlikteliği sayesinde, ötekilerinin varlığını kabul edip, farklılıklara tahammül edebilirsek, toplumsal barışa ulaşılabileceğini söylüyor.

Sistem

Levinas’tan önce 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyılda Alman İdealistlerinin ana-tutumu, sisteme varmaktır. Oysa, Levinas farklılıkları aynılaştırma çabalarının asimilasyona ve soykırıma neden olduğu düşüncesini savunacaktır. “Sistem” düşüncesi ise, daima ayrılıkları birleştirmek, karşıtları uzlaştırmak ister. Ficthe öğretisine “beni” çıkış noktası olarak almış, bütün karşıtları bu temel üzerinde ortadan kaldırmayı denemişti. Schelling ayrılıkları, hepsinin içinde erimiş oldukları bir kökte -başlangıçtaki “ayrımlaşmamış”ta- birleştirmek; istemişti. Bu sistem düşüncesi, karşıtları uzlaştırmak denemesi Hegel’de, Alman İdealizminin üçüncü ve son düşünüründe en yüksek olgunluğa erişmiştir. (2) Hegel’in felsefesi, bir sistem olarak, olgunluk ve büyüklüğü yönünden -Spinoza’nın sistemi yanında- bütün felsefe tarihinde biriciktir denilebilir. (3) Hegel’de diyalektik; hem düşünmenin, hem de -yalnız doğanın değil- bütün varlığın gelişme biçimidir. Düşünme de var, varlık da hep karşıtların içinden geçerek, karşıtları uzlaştırarak gelişirler. Ancak varılan her uzlaşmada yeniden çözülmesi gereken yeni bir karşıtlık gizli olduğundan, diyalektik hareket, düşüncenin varlığı bir bütün olarak kavramasına, varlığın da bilincine erişip özgürlüğünü elde etmesine kadar sürüp gider. (4) Jena’da yazdığı ilk ana yapıtı olan “Tinin Fenomenolojisi” inde insan bilincinin gelişmesini göstermeyi denemiştir. Tek insan bilincinin gelişmesi bütün insanlığın gelişmesinde geçmiş olduğu aynı yoldan geçer. (5) İnsan tarihinin gelişmesinin asıl anlamı kültürün gelişmesidir; din, hukuk, sanat, felsefe biçiminde insan kültürünün bu genel gelişmesidir. Kültürü tek tek insanlar yaratmaz, kültürü birbiri ardına gelen kuşaklar yaratır. Kültür başarıları, Hegel’e göre tek insanın değil, devlet kuruluşlarının başarılarıdır. Tek tek devletler kurulurlar, yaşarlar, yıkılıp giderler. Ama insanlığın kültürü sürüp gider. (6) Hegel’e göre insan tek başına var olamaz. Toplum öncesi insan yoktur. İnsanın bilinci, bedeni gibi uzay ve zamanda değil, uzay ve zaman insanın bilincindedirler. İnsan birçok şeyler yaşar, yaşantıları boyuna değişen bir okluk gösterirler; ama bütün bu değişme ve çokluk içinde insan kendini yine hep aynı ben olarak bilir; her “ben” bir kişidir, bir bilinç taşır. Bununla birlikte, tek insan pek çok da öteki insanlarla olan bağıntısı yüzünden ne ise odur. (7)

‘Biz ve ötekilerin savaşı’

Başka bir deyişle insan, insan topluluklarında bilincini derinleştirdikçe kendini bulur. Ben öteki olur, öteki ben olur. İnsanın ötekiyle tamamlanma süreci asla gerçekleşmez. Bu da insan olmanın özelliğidir. Sonuçta ben ve ötekilerin etkileşimi ve birbirini dönüştürmesi evrensel insana bizi yakınlaştırabilir. Evrenselliğe ulaşma yolculuğunda ise biz ile ötekiler sürekli savaş halinde olacağız. Hegel’in de ifade ettiği gibi, pratikte evrensel insana ulaşmak pek mümkün görülmese de insan olma adına yapılan tüm faaliyetler, daha insani bir dünyanın tohumlarıdır.

 


  KAYNAKÇA

1) (Prof. Macit Gökberk, FELSEFE TARİHİ, İstanbul, Remzi Kitabevi Yayınları, 1980, s.22)

2) (Prof. Macit Gökberk, s.435, 436)

3) (Prof. Macit Gökberk, s.436)

4) (Prof. Macit Gökberk, s.437)

5) (Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe- Kant’tan Günümüze Felsefe Akımları, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1987, s.70, 71)

6) (Bedia Akarsu, s.86)

7) (Prof. Macit Gökberk, s.440)

 

 

 

 

Dergiler Haberleri