Melek Kaptanoglu
Queen’s University Belfast
Doktora adayı
Mkaptanoglu01@qub.ac.uk
Bizden önceki kuşaklar Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşamayı bir açık hava hapishanesinde yaşamaya benzetiyor. Bu tarifi hala duyuyorum bazen. Meselenin sadece tanınmayan bir kimlik belgesine ya da coğrafi olarak Kıbrıs’ın kuzeyi ile Türkiye arasında bir koridora sıkışıp kalmaktan ibaret olmadığı ortada. Asıl mevzu, bir şeyleri değiştirmeye muktedir olmadığına inanmakla ilgili. Bunu kabullenmekle, kanıksamakla ilgili, mahkumiyetin özü oradan geliyor.
Bir nevi körelme, sıkıştırılma hali.
Elbette 2003’ten beri bu tarif biraz daha esnedi. Zira geçiş noktalarının açılması, hayatlarımızda sosyal, kültürel, ekonomik ve coğrafi açıdan pek çok şeyi değiştirdi.
Fakat Kıbrıs’ın kuzeyindeki insanı içine çeken, bozuk ideolojiden kaçmak mümkün değil. Žižek’in dediği gibi, ideoloji, ‘içinden çıkmayı düşündüğünüzde bile, içinden doğru düşündüğünüz bir yapı’.
Buradan çıkmayı becermiş dünyanın başka bir yerine gitmiş olun mesela. Diyelim ki okumak için. Bir şeylerin daha ‘normal’ olduğu -en azından Kıbrıs’taki anormalliklerin var olmadığı- bir hayat deneyimlemiş olun.
Zırt pırt elektrikler kesilmiyor olsun mesela ! ! !
Her gün geçtiğiniz, ülkenin başkenti olan şehrin anayollarında 20-30 yıllık çukurlar olmasın örneğin…Bir mevzuda hakkınızı aradığınızda hakkınız teslim edilsin, şikâyetiniz dikkate alınsın, gereken yapılsın ve bu bir ‘lütuf’ sayılmasın.
Dünyanın başka bir ülkesinde ‘normal’e daha yakın bir hayat deneyimlemiş ve sonra Kıbrıs’a geri dönmüş olun mesela.
Tatil olsun, aile ziyareti ya da kesin dönüş, fark etmez.
Biliyorum bunu yapan çok dostum var.
‘Ben çiçek dolması yemeden yaşayamam’ demiş olun söz gelimi. ‘Akşam serininde biracığımı Zahra’da içip güneşi Lefkoşa’da batırmak istiyorum’ deyip, tası tarağı toplayıp geri gelmiş olun bu memlekete.
Fark etmez.
Memleket hasreti yani, şairin dediğinden, ağır basmış olsun kısacası…Dağları devirmiş olun gittiğiniz uzak diyarlarda…
Aşmış olun, buranın absürtlüklerini. Siz dağları devirdiniz de… ya buralar?
Bu distopik evrende, kendinizi, 10-15 saat elektriklerin kesilmesinin olağan olduğu bir coğrafyada bulabilirsiniz!
Şu elektrik kesilmesi mevzusu ne zaman belirse aklıma çok eskiden izlediğim bir film gelir. Gençlik filmi diye izlemiştim bir zamanlar şimdiyse bana Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşadığımız tuhaflıkları düşündürüyor...
(Metnin devamı spoiler içeriyor)
The City of Ember (Sihirli Şehir)
Jeanne DuPrau’nun kitabından (2003) sinemaya uyarlanmış 2008 yapımı Amerikan filmi. Senaryosunu Caroline Thompson yazmış, yönetmeniyse Gil Kenan.
Ember şehri, 200 yıl önce dünyanın sonu geldiğinde ‘kurucular’ tarafından insanlığı kurtarmak için kurulmuş.
Görüyorsunuz ya, ‘kurtarmak’ hep işleyen bir mit
Bir yeraltı şehri. Amaç geçici bir sığınak oluşturmak ve insanlığın devam etmesini sağlamak. Şehir yer altına inşa edildiğinden güneş ışığı nedir bilmiyorlar. Gece yok, gündüz yok. ‘Işıklar yanınca’, ‘ışıklar sönünce’ var sadece. Besinleri seralarda yetişiyor, her şey konserve. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir yer. Milli günlerde kuruculara şükranlar sunuluyor, şarkılar söyleniyor.
“Lambanın ışığı yeterli değil, daha parlak bir ışık var”
En önemli hayat kaynağı şehrin elektriğini sağlayan Jeneratör. Dedim ya, yer altı şehri, doğal ışık yok, bütün hayat ampullere ve elektriğe bağlı. Yıllar içinde bir nevi geri sayım yaşanıyor ve şehir çökmeye başlıyor. Öngörülen süre dolduğundan Jeneratör bozulmaya başlıyor ve sürekli elektrik kesintileri yaşanıyor.
Düşünsenize, ne zaman olacağı belli olmayan ama gittikçe daha çok artan, aniden gelen elektrik kesintileri!
Biliyorum evet, 2025’te ve gerçek hayatta böyle şeyler olmaz
Hayat duruyor beklenmeyen zamanlarda… Ember’ın insanları karanlıkta kalıyor.
Şehrin ‘yetkili beyleri’ halkı her şeyin yolunda olduğuna ikna etmeye çalışsa da işçiler arızalar ve bozuklukları yamamaktan bezmiş durumda.
Miadını doldurmuş, geri sayım bitmiş, çöküntü hat safhaya ulaşmış.
Fakat şehrin politikacıları, yıllar içinde şehrin esas misyonun, geçici bir sığınak olmak olduğunu unutmuş. Bu çarpık düzene ait sırları kendi menfaatlerini korumak için halktan saklamaya başlamışlar. Zira onlar, halktan çaldıkları para ve kaynaklarla kendi özel odalarında konfor alanları yaratıp sefa sürmekle meşgulmüşler.
Politikacı beyler rüşvet ve yolsuzluklardan semiredursunlar, Ember geri dönülmez biçimde yıkılmaya, yok olmaya doğru gidiyormuş.
Artık zaman doldu!
İşte benim aklıma takılan yer burası. İmkânsız gibi görünen o fikir.
Ember’dan çıkış….
Sürekli elektrik kesintileri olan, bozuk düzeni olan bir yer…
Tanıdık geldi mi?
200 yıl olmuş burada yaşıyorlar, nesiller geçmiş. Alışılmış burada yaşanmaya. Kafeste doğan kuş gökyüzünü bilmese de ruhunda bir yerlerde maviyi sezer ya, öyle bir şey…
Ama çarpıklık düzenin bir parçası sayılmış, kabul görmüş bir kere.
‘Napan?
Napayım?
E napacan zaten’ da demişler midir acaba Ember’dakiler ?
Ember’dan çıkmayı hayal etmek kimsenin aklına gelmemiş – en azından öyle olması istenmiş. Buna inansa herkes ne kolay olurdu! Bu çarpık düzeni benimsese kanıksasa, ötesini merak etmese. Bunu sağlamak için de başka bir mit yaratmışlar:
Ember’ın dışında sadece karanlık var…
Ama ne insanlar öyle meraksız canlılar ne de şehir daha fazla dayanabilirmiş buna !
Lina Mayfleet (Saoirse Ronan) and Doon Harrow (Harry Treadaway), filmin ana karakterleri, bu değişim arzusuna direnemeyen ve dönüşümü göğüsleyebilecek kadar cesur iki gençmiş. Onları çabalamaya iten ilk şey kendi hayatlarında varmak istedikleri yol, hayat amaçlarıymış. Lina, Haberci olma hevesiyle yanıp tutuşurken belediye başkanının gizli bilgilerine vakıf olurken Doon içinde yaşadığı şehre faydalı olmak için Elektrikçi Çırağı olup Jeneratör’de çalışmanın peşindeymiş.
Kafama takıldı, Ember’ın bir köşesi var; karanlıklar içinde, bilinmeyen bir yer. Yasaklı bölge… “Oraya gitmenin yasak olduğunu burada yaşayan herkes bilir”.
Sahi, yasaklı bölgeler neden yasaklı?
‘Tekinsiz’ olur böyle yerler. Mary Douglas’ın (1966) da tartıştığı gibi hem kirlilik hem sınırlar hem de tekinsizlik toplumsal olarak belirlenen, iktidarla birlikte şekillenen yerler. ‘Tekinsiz’ yerlerin taşıdığı bilgi hegemonya sahiplerinin hoşuna gitmez. Burası ile orasını ayıran yerler… Bir yandan muallakta kalan belirsiz, diğer yandan tehlikeli… Arada kalmış yerler, Van Gennep’in anlattığı eşikler, Victor Turner’ın komünitasla derinleştirdiği yerler ara bölgeler mesela…
Antropoloji, çık kafamdan.
Bir gün Doon bilinmeyen bölgelerden gelen yaralı, kocaman bir arıyla karşılaşır. Hayvanın kanadını iyileştirince arıcık Ember’dan yukarıya doğru kanat çırpmaya başlar. Lina ise bilinmeyen bölgelerden gelen bir adamın anlattığı tuhaf bir hikayeyle sarsılır. Nerden gelmiş olabileceğini merak eder. O bilinmezlik… o tuhaflık o absürtlük hali… aslında bir dönüşüm potansiyeli taşır…Muğlak olandan çıkan bilgi iktidar alanlarını sarsacak potansiyeli taşır. Değişim aşina olandan değil, bilinmezden gelir.
Lina ve Doon, şehirden çıkmanın mümkün olup olmadığını merak ederken ebeveynlerinin de kendilerinden önce şehirden çıkmayı denediklerini öğrenirler. Bu aile sırrı uzun süre saklanmıştır. Zira her çıkış hikayesinde olduğu gibi…ne dün başladı ne de yarın bitecek.
Bu kuşaklararası bir mücadele, bir akış…Herkes bir taş koyuyor kendi gücü yettiğince….
Tabi Lina vee Doon’un, şehrin başkanın çevirdiği dolapları öğrendikten sonra yasaklı ve istenmeyen ilan edildiklerini söylememe bile gerek yok sanırım.
Aranıyor! Söyledikleri hiçbir şeye inanmayın ve görürseniz hemen yetkililere haber verin!
Ember’dan çıkış var mıdır sevgili okuyucu?
Şehir dökülmeye başladı…
-bu yapı miadını dolduralı çok oldu…
Bu çarpık sistemin içine doğan nesiller bir yandan bunu olağan kabul ediyorken diğer yandan onu değiştirmeye de en yakın olanlar olabiliyor. Başka bir olasılığı hayal etmeye cüret edebiliyorlar.
Zaman doldu, şehir kendini bitirdi.
Artık kusmaya başladı hakikatlerini.
İçine doğduğumuz eğrilikler, doğruya uymadığını hiç bu kadar açıkça göstermedi.
Belki de Ember’dan bir çıkış vardır?
Belki de elektrik kesintileri olan şehirden çıkmanın, güneşe, yapay olana değil gerçek ışığa ulaşmanın vakti gelmiştir.
… Ember’dan bir çıkış vardır….
Ben çocukken elektrikler kesildiğinde mum ve lux ışığında ısbastıra oynar, bunu bir aile zamanına çevirirdik. İnsan, maharetli yaratık, her şeye uyum sağlayabiliyor. Biz de bu çarpık düzene olağanüstü bir marifetle uyum sağladık yıllardır.
Kıymetli okuyucu, biliyoruz yıllardır, Ember’dan çıkış var.
Yanlış anlamayın, ‘hadi ışığa varalım’ güzellemesi yapmıyorum…
…Ama diyorum, çıkışı hayal etmenin, mitleri yerle bir etmenin, marjinalleştirilen Lina ve Doon’ları aklamanın… en mühimi de … kapı arkalarında semirenleri sırtımızdan semirttirmemenin zamanı gelmedi mi?
‘Çıkış nerde?’ sorusu da uzuun bir tartışma konusu, biliyorum.
Tek bir formülü, yolu yoktur muhakkak. Ama gelecek bir kurtarıcı olmadığı da kesin.
Bana kalırsa Lina ve Doon’un Şehirden çıkacak cesareti bulmalarının sebebi, başka çareleri olmadığını bilmeleriydi.
‘Tek çare başarmak’ dedikleri eşik.
Çünkü sevgili okuyucu, %99’unu ortaya koyarak savaşan insanın kaybedecek çok şeyi vardır…
… ama %100’üyle mücadele eden birinin kazanamayacağı hiçbir şey yoktur.
Melek Kaptanoğlu
Larnaka, Ağustos 2025