Edebiyatta Süresiz Bir Mekân: Anne

Doğuran, büyüten, terbiye eden anne, toplumun kara kutusu.

 

Emel KAYA
emel_kaya@hotmail.com

 

İnsanı doğuran ve terbiye eden… Onu ıslah etmek ve düzeltmek için tasarrufta bulunan, tedvir eden, yöneten: Anne. Bir çeşit tanrı? Tanrıya atfedilmiş tüm olumlu özellikleri atfederiz anneye de: Şefkatli, bağışlayıcı, koruyup kollayan, öğreten, eğiten, şekillendiren, doyuran vs. Tanrı gibi kutsal. Kavramsal paralelliği de aşarak mesela Arapçada hem Tanrı hem anne için, “terbiye eden” anlamındaki  “rab” sözcüğünün kullanılması tesadüf olmasa gerek. Anne, doğduğumuz andan itibaren karşılaştığımız, yeryüzünde bulunuşumuzun anlamını üzerinde ömür boyu sınayacağımız ilk varlık; gördüğümüz, şahitlik ettiğimiz ilk varoluş biçimi. “Anne” oluştan önceki halini bilmediğimiz, artık insan ve kadın olmaktan öte, insana ve kadına ait zaaflardan azade, tanrı katından bir varlık, bir melek. O nedenle büyüdükçe, zaaflarını gördükçe yeryüzündeki ilk büyük hayal kırıklığımız, ilk çatışma noktamız, ilk kabulleniş ve ilk inkâr, ilk aşk ve ilk kopuş. Edebiyatın en önemli malzemelerinden işte: Anne! İnsan bilincinin tam merkezinde durup duran böylesi derin ve ontik bir çatışma alanını elbette ıskalamaz edebiyat.

Bir edebiyat eseri, anneyi ve anne ile çocuk arasındaki bu ontik alanı ne kadar derin kavrayıp işleyebilmişse o kadar sarsıcı olmuştur. Ivrin D. Yalom, Annem ve Hayatın Anlamı öyküsünde bu çatışma alanını aydınlatmaya çalışır. Yazar, büyüdükçe insanca zaaflarına tanık olduğu annesine karşı içinde bir utanç ve öfke biriktirir. Ancak, “Annemle savaştım, ona meydan okudum, yüzüne haykırdım, ondan kaçtım ve son olarak ergenlik dönemimin ortalarında onunla konuşmayı tamamen kestim” dediği annesini ölümünden on yıl sonra düşlerinde bir lunaparkta görür, bindiği bir oyuncaktan annesine el sallayarak “Nasıldım anne? Nasıldım?” diye sorarak hâlâ annesinden “onaylanma/şefkat” beklediğini irkilerek fark eder. “Zihnimdeki yarıklara, onu oradan koparıp alamayacağım şekilde yerleşmiş olmasından nefret ediyorum” dediği ölü annesi, yazarın öfke ile şefkat arasında kendi varoluşundaki en çetin çatışma alanıdır ve anlatı, gücünü buradan alır.

Ataerkil toplumlarda anneye, babaya göre daha pasif bir rol biçilir. Baba dış dünyaya dönüktür; otoriter, güçlü, irade sahibi ve etkindir. Anne ise kadın olması nedeniyle eve dönüktür; görece daha güçsüz, iradesiz, edilgin bir alanda konumlandırılır. Annenin toplumda kadınlığı üzerinden yaşadığı sorunlar/çatışmalar da edebiyatın konusu olagelmiştir. Maksim Gorki’nin Ana romanının anne kahramanı Pelageya Nilovna, kocasının dayak ve hakaretlerine kaderci bir tutumla katlanır; çünkü toplumdaki diğer kadınlar da böyledir. Eşi hayattayken Nilovna dış dünyada olup bitenlere kayıtsız, kendi kaderine razı, edilgin bir kadın profili çizer. Ancak eşi öldükten, yani otorite anneye geçtikten sonra dış dünyaya dikkat kesilir, kendi iradesiyle hareket etmeye başlar, oğlunun siyasi mücadelesine destek verir ve etkin olarak katılır. Böylece roman, vermek istediği mesajlardan birine ulaşır: Gerçek toplumsal değişim, kadınların/annelerin etkin rol oynadığı bir mücadele ile mümkün olabilecektir.  

Türk romanındaki anneler de varoluşsal çatışma alanının ve ataerkil yapının farklı açılardan imleyicisi olarak belirirler. Tanzimat’ın hemen tüm romanlarında, dönemin toplumsal yapısına paralel olarak anneler, irade ve otoriteyi temsil edemeyen, pasif bir figür olarak kişileştirilir. Tıpkı Gorki’nin Ana romanındaki gibi, ancak babanın kaybıyla olayın gidişatında etkili olmaya başlarlar. Felatun Bey ve Rakım Efendi, Sergüzeşt, Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat gibi romanlardaki anneler, ev içine dönüktür; dış dünyayı ve onun gerçeklerini tanıyan kadınlar değillerdir ve kocaları varken de, öldükten sonra insiyatifi ele aldıklarında da oğullarının karşılaştığı sorunlara dış dünyaya uygun, gerçekçi çözümler üretemezler. Baba ve koca gibi otorite figürlerin etkisinde bir hayat sürdürme alışkanlığı ve eğitimi, anne karakterlerini yaşamın gerçekleri karşısında beceriksizleştirir. Hatta felaketin etki alanını genişletip kurban(lar) yaratırlar. Annelik rolü ile dış dünyanın gerçeklerinden habersiz kadın bilincinin ortaya koyduğu eylemler, romanlardaki çatışmaların zeminlerinden birini oluşturur.

Halit Ziya Uşaklıgil’in roman ve öykülerinde genellikle üst sınıfa mensup daha baskın, hırslı anne tipleri göze çarpar. Ancak onların da bu otoriter yapıyı ölmüş kocalarından devraldıklarını hatırlatmak gerekiyor. Erkek çocuklarının hayatlarına müdahale eden ve kız çocuklarının benzeyip benzememe konusunda çatışmaya girdiği annelerdir bunlar. En tipik örnek olarak Aşk-ı Memnu’daki Firdevs Hanım’ı anabiliriz.

Hüseyin Rahmi’de geleneğin körlemesine taşıyıcısı olan anne tipiyle karşı karşıya kalırız. Onun anneleri, çoğunlukla kenar mahallelerde yaşayan, cahil, batıl inançların tutsağı, bilinçsiz tiplerdir. Ekonomik bağımlılık, eğitimden yoksunluk, erkeğin çokeşliliği gibi Hüseyin Rahmi’nin bir yazar olarak eleştirdiği eşitsizliklerin bağnaz savunucusu durumundadırlar. Kaderci ve edilgindirler. Toplumun kadına biçtiği içe dönük rolü daha da derinleştirerek nesilden nesle aktarırlar.

Doğuran, yetiştiren, terbiye eden “anne” olduğundan, aile kurumu sorgulanırken okların çevrildiği ilk kişi de annedir. Batılılaşma çabalarının ve Cumhuriyet döneminin modern ailesinin eleştirildiği Reşat Nuri, Yakup Kadri, Peyami Safa gibi yazarların eserlerinde Osmanlı’nın cömert, konuksever, ailesine bağlı, iffetli kadın/anne tipi öne çıkmaya başlar. Bu anne fedakâr ve bağışlayıcıdır; aileyi ve toplumu dağılmaktan kurtarır, bir arada tutar.

Kadının da iş gücüne katılmasıyla birlikte edebiyatta işçi kadın/anne tipine rastlamaya başlarız ki, bunun ilk örneklerini Orhan Kemal verir. Anne, ev içlerinden çıkmıştır; hayat mücadelesinin tam ortasındadır artık. Annenin ev içinden çıkışı ve çalışma hayatına katılması, onun feodal toplum yapısı içinde başka türlü bir varoluş mücadelesini de beraberinde getirecektir. Hayatı boyunca ailesi, kocası, çevresi tarafından baskı gören kadın, bu defa fabrikalarda, tarlalarda sömürülecek, emeğini ucuza satmak zorunda kalacaktır.

Daha mücadeleci ve dirayetli anne tipleri, Yaşar Kemal’in Ortadirek ve Fakir Baykurt’un Irazca’nın Dirliği romanlarında karşımıza çıkar. Meryemce ve Irazca köylü, otoriter, inatçı ve mücadeleci anne tipleridir. Her ikisi de düzenle, zorbalıkla birebir mücadele etmekten yanadır. Artık Türk romanında edilgin annenin yerini doğayla ve feodal düzenle mücadele eden etkin anne almaya başlamıştır.

1970’li 80’li yıllar, kadınların, kadın yazarların çizdiği kadın/anne imgeleriyle karşılaştığımız yıllardır. Bu yıllardan itibaren edebiyat, anneliğe ve kadın sorunlarına içeriden bakışların hâkim olduğu bir döneme girer. Kadın, belli oranda iş gücüne katılmış, ekonomik bağımsızlığına kavuşmaya başlamış, uğradığı haksızlıkların ve haklarının ayırdına varmıştır. Bu süreç, daha eşitlikçi yeni bir aile önermesini de beraberinde getirecek, bir varoluş fenomeni olan annenin, ataerkil yapıda kendine dışa dönük, kalıcı bir hareket alanı açma zorunluluğunu diretecektir. Bu, aynı zamanda kadının hem kadın hem anne olarak kendini sorguladığı ya da okuyucuya sorgulattığı eserlerin yazıldığı bir dönemi de başlatacaktır. Bu bağlamda başat özellikler gösteren iki yazar üzerinde duracağım: Füruzan ve Leyla Erbil.

Füruzan’ın, kapitalist sistemin üst sınıf – alt sınıf ayrımının iyice yerleştiği toplumda özellikle anne-kız ilişkilerini ele alan öyküleri, karşımıza hırslı, otoriter, sevgisiz, yasaklayıcı anne tipleri çıkarır. Bir kadın olarak hırslarına, zaaflarına yenik düşen anneler, annelik görevlerini de gereği gibi yerine getiremezler. Piyano Çalabilmek öyküsündeki Müberra karakteri, üst sınıftan biri olmasına rağmen ikinci evliliğini alt sınıftan biriyle yapar. Bulunduğu ortama alışamadığı, bu ortamı kabullenemediği gibi, kızının alt sınıftan insanlara benzer davranışları, onu iyice çileden çıkarır. Eşi ve kızı tarafından sevilmediğini düşünür. Yeniden içinde bulunmayı arzuladığı toplumsal sınıfın davranış biçimlerini kızında göremediği için kızına yabancılaşır; onu sevgi ve ilgiyle kucaklamaz; sevgisiz, uzak, otoriter bir anne modelini benimser. Annesinin üst sınıf takıntısını anlayamayan, annesinden sevgi göremeyen ve dışlanan kız da annesine yabancılaşır; anne ve kız birbirini öteki olarak görür. Bu kopuş, yani kızın, varoluş kaynağına ve annenin, var ettiğine yabancılaşması, öykünün dramatik çatısını örer. Kibar/seçkin/soylu – kaba karşıtlığı üzerine kurulan öyküde piyano çalmak seçkinlik işareti olarak imlenir. Anne için piyano çalabilmek bir varlık göstergesiyken, kızı için piyano korkunçtur.

Füruzan, Sabah Eskimişliğin öyküsünde de benzer temayla, ud metaforu üzerinden anne ile kızın yabancılaşmasını ele alır. Her iki öyküde de anne, öfke doludur; kendini sorgulamaktan acizdir, suçlayıcıdır, Karen Horney’in ifadesiyle “mazlum özne”dir. Mazlum öznenin sevgi gereksinimi o denli yüksektir ki, en küçük bir ilgisizlik, kırılgan yapısını tehdit eder. Kırılganlığını kızgınlık ve öfke şeklinde gösterir. Beklenti ve hırslarını karşılayamadığında anne, kızının özerkliğini anlayamayıp ona gücenir. Öykülerde annenin otoriter ve yasaklayıcı tavrı, çocuk için ilgisizlik ve dışlanmışlığın ifadesi olur. Böylelikle zaaflarına ve hırslarına yenilen kadın, “kutsal anne” imgesini yerle bir eder; kızının kendi varoluşunu gerçekleştirmesine izin vermez.   

Anlatılarının tümünde tabularla kuşatılmış bir dünyadan ve bu dünyadaki kadınlardan bahseden Leyla Erbil’in Hallaç, Gecede, Eski Sevgili gibi kitaplarında kadınlığın geleneksel çizgisini ironik bir söylemle irdelediği öyküler dikkat çeker. Bu öykülerde kadınlık sürecinde ilerleyen kız çocukları ve onlara rol model olması beklenen anneler yer alır. Kadınların ataerkil düzende varoluşlarını “annelik” göreviyle gerçekleştirmeye çalışmaları, anne-kız ilişkisini bir çatışma alanına dönüştürür. Geleneksel kadınlık rolünü benimseyen anneler, erkek çocuklarına daha geniş bir yaşam alanı sunarken, kız çocuklarının yaşam alanı, namus gerekçesiyle daraltılır. Kız çocuklarına uygulanan aile baskısı ve annenin ataerkil düzeni babadan daha katı bir biçimde sürdürme eğilimi ile annenin kızını kendi istediği biçimde yaşamaya zorlayarak kızının varoluşuna nasıl engel olduğu Bilinçli Eğinim II öyküsünde simgesel bir dille anlatılır. Önce baba, sonra koca evinde kendisi de baskı altında olan kadın, bunu çocuklarına miras olarak bırakacak ve kısır döngüyü devam ettirecektir. Ebeveynlerinin elinde yitip giden kız çocukları büyüdüklerinde ya annelerine benzeyecek ya da eril dünyaya isyan edeceklerdir.

Biraz dünya, biraz Türk edebiyatından değinilerle çizilen bu minik “anne” şeması gösteriyor ki, başlangıcından bugüne kadının toplumdaki yeri ve önemi belirginleştikçe, anne de roman ve öykülerde daha belirgin bir biçimde, daha kesin hatlarla ve daha derin varoluşsal çözümlemelerle yer almakta. Doğuran, büyüten, terbiye eden anne, toplumun kara kutusu. Toplumun bilinçaltını ve farklı dönemlerdeki referans noktalarını ortaya çıkarabilmek için kadınlığın ve anneliğin tarihine bakmak, bu tarihin izlerini edebiyat metinlerinde sürmek, en güvenilir ve gerçek bilgiye ulaşmayı sağlayacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

Dergiler Haberleri