“Çok” korku var

“Çok” korku var

 

Aliye Özsoylu
a_freedom1988@hotmail.com

Korku; birini ve bir şeyi kaybetmeye hazırlıksız yakalandığında boğazını sıkan, “olmadığını ve görmediğini” düşündüğün bir karabasan gibidir. Yakınından geçen ve yakınlarından birine dokunan ölüm gibidir. İnsanın korkuyla savaşı doğarken değil yaşarken ve ölmeye yaklaşırken başlar. “İnsan korkusuz doğar ve korku zorla öğretilir” der Yeşil Yol filmindeki masum zenci dev. Masum olduğu kanıtlanamayan, sırf rengi siyah olduğu için “suçlu” olması uygun görülen ve sonunda da ölüme yakıştırılan bir adam; korkuyu bu cümleyle tarif eder. Etkileyiciydi ve korkuları olan her insan etkilenirdi. Hiçbir insan yaşadığı sürece hep masum kalamaz. Bunun en büyük sebebi, edindiği korkularıdır. İnsan korktuğu şey uğruna küçük günahlar işleyebilir. Tarif etmeye çalıştığım şey; bir asansörde kapalı kalma fobisi ya da bir böceğe duyulan tiksintiden dolayı oluşan korku değil. Kaybetme korkusu; insan kimyasını en kolay bozabilen çıplak gerçektir. Birini ya da bir şeyi kaybetme anına gelene kadar; o biri ya da bir şey hiç yok olmayacakmış gibi masalsı yaşanır. Sınırsız bir rahatlık hissedilir; o kadar ki başkasının kaybı, senin kaybedebilme ihtimaline çok uzak olduğunu düşündürür. Hiç olmadığı için; daha hiç kaybetmediği için, hiç olmayacakmış gibi yaşamaya devam edilir. Bu zamanlarda, her şeye karşı korkusuz davranabilme özgürlüğü vardır. Ne zaman ki, kaybetmek; yürüyerek geçmeyip tam yanında durmaya karar verir, işte o zaman insan, korkuyu öğrenmeye başlar. İnsan; korkuyla bir anda ve zorla karşılaşır. Aslında korku; bizi hep uzaktan takip eden bir dedektif ve zamanı geldiğinde de “öcü” edasıyla karşımıza çıkan karanlık bir şekildir.
Korkuyla tanışma gününde insan; acı çekmenin en kusursuz halinin nasıl göründüğüne tanıklık eder. Korkunun birçok hali vardır ve her hali farklı bir etki yaratır. Birine âşık olursun; onu kaybedersin ve canın yanar, sonra ikincisinden korkmaya başlarsın, korktuğun için hiçbir zaman ilki kadar sevemezsin çünkü insan bir kere âşık olur; bunun ikincisi âşık olduğunu sanmaktır. Korkunun aşk hali böyledir. Hayatın boyunca körü körüne bağlı olduğun, sebebini bilmeden çok sevdiğin, yakınından birini bir daha hiç göremeyeceğini bilmek korkunun ölüm halidir. Daha önce kaybettiğini bildiğin halde ve ikincisinde de kaybedeceğine emin olduğun halde korkuya kafa tutmaya çalışırsın. Çünkü ölüm evresinin yarattığı korku hissi, kaybedeceğini bildiğin her “yakın” için var olur. Sebebi ise; insanın hiçbir zaman daha fazla nefes için kaybetmeyi göze alamamasıdır. Başarıyı elde etmek için; en alt seviyeden en üst seviyeye çıkmak için canla başla çalışıp bir anlık baş dönmesiyle tekrar en alt seviyeye düşmek korkunun ayağa kalkmaya çabalama halidir. Tekrar zirve noktasına çıkmaya çalışırken daha küçük adımlar atılır çünkü büyük adımlar daha öncesinde kaybettirmiştir. Kendi bildiğin doğruyu yaptığında, bu kalabalığa yanlış geliyorsa; sorgusuz sualsiz seni dışlar, çoğunluktan azınlığa iter, deli muamelesi görürsün ve kendini kaybetmekten korkarsın. Bu korkunun kendinden korkma halidir ve bir nevi susturma politikasıdır. Daha birçok korku halinden bahsedilebilir çünkü farklı tabiatlar var olduğu sürece, farklı karakterler yaşamaya devam ettiği sürece “korku” da çeşitlilik gösterir. Farklı korkuların yarattığı tek ortak nokta; ilkinde kaybedilenleri ikincisinde temkinli bir şekilde kazanmaya çalışma düşüncesidir. Her yenilgiden sonra kaybetmekten usanmayan bir pehlivan gibi kazanmanın bacağına sarılma isteği, insanoğlunda her zaman var olacak olan uslanmaz bir dürtüdür. Yeniden denemeye değer bir yol seçeneği varsa gerçek anlamda kaybedip dibe vurana kadar arsızlık yapar. İnsanoğlu; hiçbir zaman kaybetmeyi kabullenemediği gibi kazanmanın da değerini bilmez. Bu yüzden hep kaybettiği yere geri döner; kaybettiği kişiyi yanına alır ve sanki hiç daha önce kaybetmemiş yüzsüz bir şizofren gibi yolun sonuna koşmaya çalışır. Kazandığı şeyleri ve kaybettiklerinin yerine kazandığı kişileri unutarak, her zaman cepte sanarak, bencilce davranarak kayıp olanların peşine takılır.
Korkulardan ayrı bir de endişelerimiz vardır. Düşünme alanımızı genişletmeye zorlayan endişelerimiz… Çünkü korkularımız kabul edilemez sanıldığı için başka kimselerin yanına yaklaştırmayız, onlarla baş başa kalırız ama endişeler bizden başkalarını düşünmemizi de sağlar. Onları herkesle paylaşırız ve gerekirse de karşımızdakini, yanımızdakini ya da etrafımızdakini endişelerimizden ötürü uyarırız. Endişelenmek; daha paylaşımcı olduğu için yakınımızdakilerle -ya da kim bilir insanlıkla- üstesinden geliriz. Ama korkularımızla kendi kendimize yüzleşip, yalnız başımıza çalışıp yine tek başımıza mücadele etmek zorunda bırakılırız. Birçok şey gibi korku da bir doğa kanunudur ve doğa kanunu olan her şey kaçınılmazdır. Bu yüzden her insan yaşarken en az bir kere korkusuna yenik düşer ve kaybeder, en önemlisi de ölürken nefes alamama korkusuyla kendine yenilir. Anne-baba, çocuk için nasıl endişeleniyorsa bir çocuk da anne-baba adına endişelenir. Tek fark; çocuğun endişesini belli etmemesidir ama anne ya da baba sahip olduğu şeyin hayatını                  şekillendirebilecek kadar korkar ve bunu çok korumacı bir şekilde dışa vurur. Çocuğun onlara dair endişesi büyüdükçe ve onları kaybetmeye yaklaştıkça korkuya dönüşür ve işte o zaman belli etmeye başlar. “Büyümek istemiyorum. Annem, babam yaşlanır.” cümlesi; endişeli bir çocuğun korkuyla tanıştığının kanıtıdır. İnsan; yaşamını sürdürdüğü, geçimini sağladığı toprak parçası için de endişelenir, o coğrafyada gökyüzünden başka hiçbir şeyin “oralı” kalmadığını fark ettiği zaman korkmaya başlar. Maddi endişeler de vardır. Paraya sahip olunur, sonra daha çok paraya sahip olunur ve azın değeri bilinmediği için “çok” da bitmiş olur. İşte o zaman aç kalma korkusu başlar. Birçok endişe korkuya dönüşebilir. Yani korku; endişenin geç kalmış halidir. Endişelenilen şey için tam vaktinde müdahale edilmiyor ve korkmaya izin veriliyorsa; o zaman da insanlar kendi adlarına endişelenmelidirler. Çünkü herkes aynı değildir; başkası adına endişelenen biri için “başkası” endişelenmeyebilir.
Korku; sınıf farklılıklarına göre de şekillenebilir. En tepedeki en aşağıdaki için endişelenir ama ondan korkmaz. Zaten endişe de diğer tepedekilere “göstermelik” olsun diyedir. Korkmaz çünkü insanoğlu kendinden güçsüz olanı ilk önce anlamaya çabalamadan ezmek ister. Para susturucu bir araç olduğu için birazcık olsun korkusu bile oluşursa bunu kullanır. En aşağıdaki en tepedekinden korkar ama onun için endişelenmez. Korkar çünkü “güç” kavramına göre her istediğini yaptırabilir; bunun için bir karakter belgesi gerekmez. Endişelenmez çünkü buna gerek yoktur. Yine “güç” kavramına göre her zorluğun üstesinden gelebilir düşüncesi vardır ya da “kendini beğenmişliği” desek daha doğru olur. Orta sınıf; her ikisi için de sadece endişelenir. Tepedekiler için endişelenir çünkü “boşluğu” bir türlü dolduramamalarından yakınır. Bir şeyden çok varken bir şeyden hiç yoktur dengesizliğine içerler. Alt sınıf için endişelenir çünkü aradaki farkı kapatmak neredeyse imkânsızdır. Şanssız doğdukları için birçoğu da şanssız yaşamaya devam etmek zorunda kalırlar. Orta sınıf için ise ne endişelenen var ne de korkan. Sebebi çok açık; aşağıya inmek için de yukarıya çıkmak için de hep basamak kullanılır. Hiç yok olmayacakmış gibi algılanır. Ama yok olursa da endişe de korku da aynı anda hissedilmeye başlar. Bazı ülkelerin bazı tepelerinde, bu zamanda öyle bir endişe hâkim. Ortada birileri olmadığı için direkt aşağısıyla muhatap olmak zorunda kalıyorlar. Aşağısı endişeli olduğu için ses çıkarmaya, elleriyle dokunmaya başlıyor. Tepedekiler de sesten ürküyor bir de o ellerin koltuğu altından çekip onu “aşağıya” düşürmesinden korkuyor. Denge için acilen bir basamak oluşsun istiyorlar. Derlerdi de inanmazdım ama korkunun bir de “miskin” hali vardır.

Dergiler Haberleri