Cenneti Dişlemek yahut Dayatılan Özgürlük

Özgürlüğün sınırsızlığı mevzusunu tam olarak nerede bir sapkınlığa evirdin? Herkesin bir arada durabildiği ‘cenneti düşlemek’ ile ‘cenneti dişlemek’ arasında ağzının suyunu akıtan, dişlerini gıcırdatan o dürtü neydi?

 

Emel Kaya
emel_kaya@hotmail.com

 

            İstediğin her şeyi yapabilmek özgürlüktür, evet. Özgürlük, bir muhatap tanımaz, evet. Birisinin özgürlüğünün, diğerinin hakkını gasp edip etmediği de özgürlüğün doğrudan ilgi alanında değildir, evet. Bu son mevzu, özgürlüğün sınırları, âdâb-ı muaşeret yahut bir arada yaşama estetiği (saygı, hoşgörü vs.) gibi alanları ilgilendirir zaten. Öyle sanıyorum hiçkimse, içten gelen dürtülerine hâkim olamayıp harekete geçtiği o vecd anında bir başkasını düşünecek durumda değildir. Belki birkaç saniye sonra, o ilk coşku ve çılgınlık bulutunun baştan çıkarıcılığı, bir hava dalgasıyla ‘özgür ruh’un kafasından birkaç milimetre ileriye ötelenince bir başkasının ses dalgaları kulaklara ulaşabilir ve kendi sınırlarını fısıldayabilir. Lakin bunun durdurucu, sınırlayıcı bir fısıltı olduğu zannedilmesin. ‘Özgür ruh’ durdurulamayabilir. Dolayısıyla, dünyayı dolaşmak isteğiyle uçağa adımını attığın o an, mesai saatinde yasak olduğu halde tüttürdüğün sigara, trafikte ters şeritten sürdüğün araba, sessiz bir kalabalıkta birden bire yüksek sesle söylediğin şarkı, pek çok yokluğu göze alarak ailenin yanından ayrılıp yerleştiğin eşyasız ev, ters giyip dışarı çıktığın pantalon, senin desteklediğin siyasi görüşü desteklemeyenlere yağdırdığın ‘vatan haini’ yağmurları, onca boş ve hoş masa dururken sakin bir köşede kitabını okumakta olan birisinin yanı başındaki nâhoş masaya oturup arkadaşınla başladığın bağıra çağıra sohbet, kapının önünden geçerken ‘cayırdattığın’ araba tekerlekleri, mutfak rafındaki bardakları dahi irkilten delikli egzos fantezin vb. her şey, ilginç bir biçimde senin özgürlüğündür, evet.

            Özgürlüğün dayatmaya dönüşmesi an meselesidir şu durumda. “Lütfen ofiste sigara içme!” diye seni uyardığımda, “Çok rahatsız oluyorsan dışarı çık!” cevabını verebilirsin. Bak, bu cevap da senin özgürlüğün. Yahut “Kitap okuyorum, lütfen biraz alçak sesle konuşur musunuz?” ricama karşılık, “Git kitabını evde oku. Burası kütüphane mi?” diyerek hem özgürlük alanını belirleyebilir hem de bana haddimi bildirebilirsin. Oldukça başarılı. Memlekette olup bitenlere hepimizden çok daha hâkimsin ve muhakkak hepimizden daha iyi akıl yürütebiliyorsundur; o nedenle memleket üzerine söyleyeceğin her söz, bize, ‘kurtarılmayı bekleyenler’e bir vahiy gibi inmekte. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, -eğer bilmeyenler var ise de şu an itibariyle öğrensinler- yeryüzünün en ‘özgür ruh’usun sen ve hiç şüphesiz, kendi yaşam pratiğini bize tebliğ etmek üzere gönderildin. Amin!

            Senin sonsuz cüretkârlığın karşısında epeyce ürkerek de olsa, tam olarak neresini yanlış anlamış olabilirsin, diye –elbette- gereksiz bir düşünceye dalıyorum. Özgürlük tarafından kemirilen bir vandala nasıl ve ne zaman dönüşmüş olabilirsin? Ötekini de içeren bir ‘özgürlük’ algısını neden terk etmiş, bu terk edişte kendini hangi şartlar altında haklılık mertebesine yükseltmiş olabilirsin? Özgürlüğün sınırsızlığı mevzusunu tam olarak nerede bir sapkınlığa evirdin? Herkesin bir arada durabildiği ‘cenneti düşlemek’ ile ‘cenneti dişlemek’ arasında ağzının suyunu akıtan, dişlerini gıcırdatan o dürtü neydi?

            Çünkü, mesela benim sağ kolumda ve sol bacağımda izleri kaldı dişlerinin. Sen o cenneti kendi özgürlüğün için ısırdığın vakit, ben uçağa adımımı atmak üzereydim; kendi şeridimde yol alıyordum; ofiste işlerimi yetiştirmeye çabalıyordum; bir kafede dalıp gittiğim kitabın seksen sekizinci sayfasını çevirmek için parmağımı kâğıdın sert dokusuna değdirmiştim; parmak ucumda yükselerek rafa uzanmış, elimin bileğini hafifçe ileriye atarak cam bardağı kavramaya çalışıyordum; haber bültenlerinde anlatılanlardan huylanmış, alyuvarlarıma zerk edilen ideolojilerin nöronlar üzerindeki etkisini deneyimliyordum… Kanımın inceldiği bir yer vardı. Kendi özgürlüğümün bedelini ödemeye niyet ettiğim… başka hakikatler talep ettiğim… işte tam o anda ve oradan ısırdınız beni… sen ve özgürlüğün.

            Cioran, “özgürlük, özü şeytanî olan etik bir ilkedir” derken, her şeyin bize bağlı olduğunun ayırdına varmanın dehşetiyle sarsılmamız gerektiğini işaret ediyordu herhalde. Zincirlere, yasalara alışkın olan bizler, bir sonsuz girişim ve keyfiliğin cazibesi karşısında ne yapacağızdır? İstediğim her şeye girişebileceğim bir gücün sarhoşluğu içinde ötekini yok saymaktan yahut kendi mahvoluşumdan nasıl kaçınabilirim? Özgürlüğümü sınırsız biçimde kullanarak pekâlâ bir caniye dönüşebilirim. Nitekim senin dönüşmene ramak kalmış, bak, işte dişlerin!

Bir şeyi gasp ediyorsun sesinle, eyleminle, düşüncenle. Varlığını başkasıyla bir aradalık üzerine değil, başkasının varlığını yok sayma üzerine kuruyorsun. Bizimlesin ama kendini ve yapıp ettiklerini dayatıyorsun ötekine. Peki kimdir bu ‘öteki’? ‘Ben’in dışında olan her şeydir. ‘Öteki’yi ve onu doğuran, semirten zihin alanını teşhir etmeden, özgürlük hakkında söylenecek her söz eksik kalacaktır, şüphesiz. Çünkü insan, zıtlıklar üzerine kurulu bir dünyada ikircikli bir hâlet-i ruhiye içinde yaşayıp gitmektedir. İyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, yalan ile gerçeğin, dost ile düşmanın, ben ile onun vs. bir aradalığı insanın kendiliğinden bir tekinsizlik ve belirsizliğin içine yerleştirilmiş olduğunu işaret eder. Bu zıtlık ve tekinsizlik, ‘ötekilik’ bilincini sürekli diri tutar. ‘Ötekilik’ ise bireyi kimi zaman pasifize, kimi zaman manipüle eden ‘kaygı’ alanını besler.  ‘Öteki’, bir yerde duran, kalan, biten bir şey değil; insan nereye giderse gitsin onunla birlikte gelir; ‘öteki’, yurduna ondan önce yerleşir ve kendi kavram alanını üretir; böylece varoluşu gölgeleyebilme potansiyeli vardır.  

Ötekinin gasbı, kaygının aleni göstergesidir. Sen, beni gasp ederek özgürlüğünü ilan ettiğin vakit, kendi varoluşuna en uzak yerde duruyorsundur. Varoluşun, hem sağlam hem de belirsiz bir dert teşkil etmediği için hiçbir zaman ortasına yerleşemiyorsun özgürlüğün. Muhtemelen her şeyde olduğu gibi, özgürlüğün de en fazla ‘dolaylarında’sın. Hakikat ve ifade arayışın da yok bu yüzden. Özgürlük, senin kendini bulduğun yer değil; kendini bize ifşa ettiğin, varlığını gözümüzün içine içine soktuğun, akşamdan mayalanmış bir hamur gibi genleşip tüm boşlukları, hava deliklerini tıkadığın yer. Varoluş hastalığının bu gerçekten şeytanî inceliğiyle kibir ve züppelik çiçeklerinin açtığı yer.

            Senin özgürlüğün, sonu gelmez bir hırıltı. Olmadığın vakitlerde de kafamızın içinde çınlayıp duruyorsun. Nereye gidersek gidelim bir anda karşımızda seni buluverecekmiş gibi, kitabımızın kapağını açmaktan, bir işe yoğunlaşmaktan, iki çift laf etmekten çekiniyoruz. Dişlerinden nasibini alan her yerimiz zonklayıp duruyor mütemadiyen. Bir şiddet biçimi, senin özgürlüğün. O varsa, benim özgürlüğüm eğri büğrü; gözünün altı mor, dili bir karış dışarıda özgürlüğümün.

Evet, “elleri var özgürlüğün” ama seninkilere benzemiyor hiç. Şu karşıdan gelenin ellerine daha çok benziyor sanki.

           

Dergiler Haberleri