Brexit mi? Regretxit mi? Böl-Yönetexit mi?

Brexit mi? Regretxit mi? Böl-Yönetexit mi?

Berna Numan

23 Haziran Perşembe gece 10’a kadar devam eden ve Birleşik Krallık seçmeninin %72.2’sinin oy kullandığı referandumda %51.9 oranında Avrupa Birliği’nden çıkma yönünde bir çoğunluğa ulaşıldı. 2015 genel seçimleri ile Liberal Demokrat parti koalisyon dönemini geride bırakıp tek parti iktidarı olmayı başaran Muhafazakar Parti lideri David Cameron bu sonuç neticesinde görevinden istifa ettiğini ve Ekim ayına kadar partisinin yeni bir başkan ve dolayısı ile bir Başbakan belirleyeceğini açıkladı. Çok geçmeden muhalefet partisi lideri Jeremy Corbyn de parlamenter İşçi Partisi’nden, yani partinin milletvekillerinden oluşan kanadından güvensizlik oyu aldı. Küresel piyasalarda 8 trilyon sterline varan kayıplar yaşanması sadece üç iş gününde gerçekleşti. Sterlindeki değer kaybının uzmanlar tarafından daha ileri seviyelere kadar gelebileceği söyleniyor. Bunlar Perşembe akşamından itibaren olanlar. Başka nelerin olabileceği, Avrupa Birliği’ni nasıl etkileyeceği, hatta Kıbrıs’a etkisinin olup olmayacağı ile ilgili tahminler ve değerlendirmeler yapmak önemli. Ancak, bundan daha önemlisi  sebep sonuç ilişkileri kurarak, hangi etkenlerin hala devrede olduğunu saptamaktır.


Neden Birleşik Krallık AB’den ‘Çıkalım’ dedi?
Bu İngilizlerin mutlaka bir bildikleri vardır diyen gazeteci, araştırmacı ve öğrenciler varsa bu ne anlama gelir biliyor musunuz? Sadece ve sadece metinde ne yazıyorsa onları okudukları anlamına gelir. Metin, söylem ve gerçek. Ayrılmaz üçlü. Hepimiz yaşadığımız hakim söylem içerisinde mümkün olan cümleleri kurarız. Söylemin hakimi değişir, söylem değişir kurulan cümleler değişir. Hepimizin repliği ve repertuvarı aşağı yukarı metnimize göre bellidir. Bazımız komplo teorisi konuşamaz, bazımız ise komplo teorisinden başkasını konuşamaz. Sabah gazetesi okuyup TRT seyrediyorsanız ve çevrenizdeki herkes de bunu yapmaktaysa sizin metninizde RTE ile ilgili çeşitli güzellemeler içeren replikler olabilir.

Britanya halkları da bu bağlamda on yıllardır savaşan söylemler ve önemli metin yazarları aracılığı ile farklı Avrupa’lar biliyor ve yaşıyorlar. Bizim Avrupa’mız ile onların Avrupa’sı, Avrupa Birliği (AB) aynı değil. Bir tarafta, AB, kıta Avrupası ve Avrupa arasında fark gözetmeyen, söyleminde de Londra’dan Paris’e uçarken Avrupa’ya gidiyorum diyen bir kitle, diğer tarafta ise siyasi ve kişisel hassasiyetlerinden dolayı çeşitli ulus-ötesi sosyal ağlar kurmuş ve bir Avrupalı üst kimliği oluşturmuş bir kitle var.

Birinci kitle özellikle Daily Telegraph gazetesinin uzun yıllar Brüksel muhabirliğini yapmış Boris Johnson’un karikatürize ettiği AB ile ilgili kuşkucu bir algı içerisindedir. Daily Telegraph gazetesi her yönü ile kalitelidir ve yaşlı, müreffeh ve muhafazakar kesime hitap eden bir gazetedir. Yine sağ görüşlü ancak orta sınıf ve işçi sınıfına hitap eden Daily Mail ve Daily Express gazetelerini üslup ve gazetecilik kalitesi açısından ayırabilsek de AB ile ilgili söylemleri söz konusu olduğunda aynı kefeye koyabiliriz. Bu gerçekliği gazetelerin attıkları başlıklardan örnek vererek açıklayabiliriz. Mesela Daily Express gazetesi hiç unutmayacağım şu başlığı atmıştı bundan birkaç yıl önce: ‘AB bakkallara düzine ile yumurta satmayı yasaklıyor’. AB’nin atanmışlardan oluşan bir teknokrasi olduğunu ve artık üye ülkelerin kendi parlamentolarının sadece bir sohbet kulübü, bir ‘talking shop’ olduğu bu bahsettiğim gazetelerin hepsinde şimdi değil yaklaşık 20 yıldır yazılıp çiziliyor.  Bu gidişata milyarlar harcanan AB İletişim politikaları da hiçbir etki yapamıyor. Taban tabana zıt The Guardian, sadece internet versiyonu kalan The Independent ve Daily Mirror gazeteleri okurlarının AB’si çok farklı bir AB’dir. Sol tandanslı seçmende bir AB kuşkuculuğu yok mudur? Kesinlikle vardır. Özellikle 2008 Eurozone krizi sonrası kemer sıkma  politikalarının etkisiyle, neo-liberal sistemin etkisi ile özellikle kendisine ileride bir gelecek göremeyen genç nüfusta, ‘Occupy’ kalkışması ile birlikte, AB’ye karşı bir bilinçlenme olmuş ve bunların bir kısmı da İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in seçilmesinde İşçi Partisi’ne kaydolarak kilit rol oynamışlardır. Referandumda mavi yakalı veya işçi sınıfının AB’de kalınması yönünde ikna edilmesinde yetersiz kalan hatta bazı yorumculara göre referandum kampanyasını gönülsüz yapan İşçi Partisi liderinin çok büyük sorumluluğu olduğu düşünülebilir. Yougov, Ashcroft Polls, ONS kamu oyu araştırmaları ve seçim kayıtlarına baktığımızda İşçi Partisi’nin doğal seçmenine ulaşamadığı, onları ikna edemediği görülüyor. Özellikle eski ağır sanayi bölgelerinde yoğun işsizlik oranları ve sosyal adaletsizlikler içerisinde yaşayan ‘beyaz’ nüfus on yıllardır oy verdiği İşçi Partisi’den aşırı milliyetçi ve ırkçı BNP, yabancı ve AB düşmanı UKIP gibi partilere kayıyor. Burada bir başka dikkat çeken unsur da giderek kötüleşen çalışma koşulları ile ilgili hiçbir adım atılamaması, hatta şu anda işsizlikle kıvranan insanların ‘Zero Hour’ yani sıfır çalışma saati garantisi olan yarı zamanlı iş sözleşmeleri imzalamaya zorlanması konusunda yürütmenin ve yargının bir şey yapmamasıdır. Her ne kadar da İşçi Partisi lideri Jeremy Corby’in referandum  kampanyasında başarısız olduğu kabul edilse de esas korkutucu olan ‘Leave’ yani çıkalım kampanyasına hakim olan söylemlerdir.

UKIP kurucusu Nigel Farage ve Londra eski belediye başkanı Boris Johnson, AB’ye karşı var olan yerleşik  kuşkuculuğun üzerine birçok gerçek dışı iddiaları da katarak, mülteci ve göçmen karşıtı, sorumsuzca yabancı düşmanlığını körükleyen, ırkçılığı pompalayan bir kampanya yürütmüşler ve AB ile ilgili bilgi sahibi olmayan seçmeni manipüle etmişlerdir. Bu günlerde ‘Leave’ yani AB’den çıkalım kampanyası yürütmüş Johnson, Gove, Hannan, Grayling gibi siyasiler verdikleri sözlerin tam olarak doğru olmadığını itiraf ediyorlar. Bunlardan en önemlisi AB’den çıkılması durumunda haftada 300 milyon sterlinin sağlık sistemine (NHS’e) aktarılacağı şeklinde verdikleri yanlış taahhüttür.  Burada sadece referandum kampanyası değil David Cameron’un 2015 genel seçimlerini kazanmak için kullandığı popülist söylemleri de değerlendirmek gerekir.  David Cameron 2015 seçimini UKIP’in yükselişini durdurmak için, UKIP söylemlerini alıp kendi söylemi yapmış ve böylece bir Brexit referandumu sözü vererek seçimleri kazanmıştı. Cameron’un popülist söylemleri arasında İngiltere’ye olan AB kökenli göçü azaltmak hatta engellemek de vardı. İşte burada sonun başlangıcı ile ilgili ilk semptomları görmeye başladık. Özellikle her gün 3 milyon satarak en yüksek tiraja sahip olan The Sun gazetesinin okurunu AB’den çıkma yönünde telkin etmesi en bariz gösterge oldu tahminlerimiz için. Hali hazırda ‘Rebate’ yani ortak tarım politikasından çok yararlanmadığı için AB bütçesine yaptığı katkının bir kısmını geri alan Birleşik Krallık Başbakanı şimdi de 4 temel özgürlükten biri olan serbest dolaşım konusunda imtiyaz istemeye AB’ye gidecekti ve başarılı olacaktı. Aldığı tavizler yeterli olamayınca Cameron’un popülist söylemleri de, Muhafazakar Parti de ve hatta Birleşik Krallık da yaya kaldı. Bu da yetmemiş gibi referandumda her bölgesinde AB’de kalma yönünde oy kullanılan İskoçya’nın bağımsızlık istemleri meşrulaştı.

Burada Birleşik Krallık ve özellikle İngiltere halklarına özel bazı etkenlerden söz etmiş olunsa bile esas önemli etken tüm gelişmiş ülkeleri etkileyen ve yükselmekte olan popülizm ve umursamazlık trendleridir. İleri endüstriyel demokrasilerde 1960’lardan beridir yaşanan bir katılım krizi var. Hem seçimlerde oy kullanma oranları düşüyor, hem de gelir seviyesi daha düşük sosyo-ekonomik grupların katılımı geriliyor. Yani kısaca zenginler seçimlerde fakirlere oranla daha yüksek oranlarda oy kullanıyorlar. Brexit referandumdaki katılım oranlarına bakarsak farklı kesimlerin katılımının sonuca etkisi olduğunu görebiliriz. Sosyo-ekonomik farklılıkların yanında yaşın da önemli bir etken olduğunu görmekteyiz. 65 yaş üstü seçmenlerin sandığa gitme oranı %70-80’lerde iken 35 yaş altı seçmenlerin bazı bölgelerde sadece %38 oranında sandığa gittiği görünüyor (ONS 2016). Yani genç kesim umursamaz, apatik. Bir başka bakış açısı ile değerlendirmemiz gerekirse gençlerin ana akım siyasi partiler tarafından mobilize edilemediğini de düşünebiliriz. Mobilize olmuş olanların da aşırı sağcı partilere kaydıkları veya ilerici veya radikal sivil toplum örgütlerinde yer aldığını görüyoruz.


Popülizmin artmasındaki en temel sebeplerden birisi toplumların bireyselleşmesidir. Artık bulunduğumuz sosyal gruba veya yaptığımız işe bakarak siyasi partiler oylarımızı onlara vereceğimizden emin olamıyorlar. Böyle olunca da kamu oyu araştırmalarına yılana sarılır gibi sarılıyorlar. Toplumu iyiye, güzele yönlendirmek yerine, ilkeli siyaset yerine nabza göre şerbet vererek günü kurtarmaya çalışıyor artık siyaset. Bu durumda alternatif olmak isteyen, ya da kontrolü halka geri vereceği söylemleri olan partiler siyaset arenasına çıkıyor. İsimleri de benziyor, Avusturya’da ve Hollanda’da Özgürlükler partisi, Almanya’da Almanya için Alternatif vs. Bu partilerin oy oranlarının yükselmesi ile de siyasette ve kamusal alanda rasyonalite yerini popülizme, bilimsel ve soyut tartışma yerini sloganlara bırakıyor. Ana akım partiler de oy kaybetmeme adına çaresizce çırpınıyor.

Peki bu gidişe bir dur demek mümkün mü? Özellikle katılım konusunda en büyük krizleri yaşayan Amerika Birleşik Devletleri’nde 2008 seçimlerinde genç ve dar gelirli seçmenlerin mobilize edilmesi için kampanyalar düzenlendi ve bu seçmenlerin katılımı ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) siyasetine yeni bir soluk geldi. Şimdiki seçim sürecinde ise pragmatik küçük değişiklikler  yapılıyor. Birleşik Krallık ve ABD’de seçimler iş gününde yapılıyor. Seçimlerin hafta sonuna alınması, Oregon eyaletinde denenip çalıştığı anlaşılan otomatik seçmen kaydı gibi yöntemlerle dar gelirli seçmenlerin oy kullanımı arttırılmaya çalışılacak. Bunlar ileriki aylarda kendisini gösterecek olan atılımlar. Peki ya Brexit? Brexit’in sebepleri belli ise sonuçları ne olacak?

Brexit nelere sebep olacak?
AB Komisyon Başkanının hafta içinde bahsettiği gibi Lizbon Antlaşmasının 50. Maddesinin hemen yürürlüğe konulmasından çok uzun süre kaçınılamayacağı açıktır. Ayrıca, Nice Antlaşması için İrlanda’da yapılan ikinci referandum gibi bir opsiyon bu günlerde uzak görünüyor.  Yine net bir şekilde AB yetkililerinin ifade ettiği AB konseyi toplantılarında Birleşik Krallığın geçiş süresinde olsa bile artık oy kullanamayacak olması. Bununla birlikte, Birleşik Krallık İç İşleri Bakanı Theresa May’in Eylül ayından itibaren Muhafazakar Parti başkanlığını parti içi seçimle devralması yani Başbakan olması ve ardından genel seçime gidilmesi olası. Peki genel anlamda İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’dan oluşan Birleşik Krallık Büyük Britanya’dan Küçük İngiltere’ye dönecek mi? Burada çok önemli bir dönüm noktası olacağı kesin. Sorunlar çözülmeyince AB’nin sorunların kaynağı olmadığı anlaşılacak ancak popülizm ve ayrılıkçı söylemlerin devam etmesi durumunda yeni günah keçileri bulunacak. Demokrasinin beşiği olan Birleşik Krallık rasyonaliteden uzaklaşılırsa daha ırkçı söylemler eyleme dönüşebilecek. Hali hazırda referandum sonrası nefret suçlarında %57’lik bir artış olması endişe verici bir gösterge. Burada çözüm bölgesel ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin ortadan kaldırılmasından geçiyor. 
Aramızda metni farklı olup da komplo teorileri konuşabilenlerin döneceği noktalardan birine gelelim şimdi. ‘İngilizler bunu bilerek yaptı. AB ile müzakerelerde güçlerini arttırmaya çalışıyorlar ya da AB’yi bölmeye çalışıyorlar’. Ben ne kendi metnimde, ne söylemlerde, ne de siyaset bilimi alan yazınında bunu göremiyorum.

Dergiler Haberleri