Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (7) “Sulandırılmış Taksim”

Bölünmenin Dayanılmaz Cazibesi (7) “Sulandırılmış Taksim”

 


Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

2004 yılından sonra Kıbrıs Türk toplumunun siyasi özne olma kapasitesinde giderek düşüş yaşaması ve Türkiye’nin doğrudan veya dolaylı kuşatması ile karşı karşıya kalması, Kıbrıslı Türkler arasında var oluş endişesini güçlendirdiği gibi, “haysiyet kaybına” da yol açtı. 1974-Düzeninin sürdürülebilir olmadığı, sürdürüldüğü ölçüde de siyasi cemaat olarak Kıbrıslı Türklerin daha da zayıfladığı bir kez daha görüldü. AKP hükümetinin dayatmacı politikaları, “beslemeler” sözleriyle Kıbrıslı Türklerin haysiyetinin ayaklar altına alınması, toplumun çıkış yolunu yeniden federal çözümde aramasına yol açtı. Mustafa Akıncı’nın 2015 yılında iktidara gelmesi ve görüşmeci koltuğuna oturması, tamamen çözüm iradesine indirgenemese de, hiç kimse Akıncı’ya “evimizi temizlesin” diye oy vermedi. Kendisinden öncelikle beklenen Kıbrıs Sorununun çözümüdür.

Gelgelelim toplumun “özne olma” konusunda yaşadığı “yapısal” sorunlar, sadece 1974-Düzeni ile sınırlı değildir. Kıbrıs Modernitesi içinde ortaya çıkan bir durumdur ve Kıbrıs Sorununun çözümünü zorlaştırmaktadır. “Ne kadar ayrı olursak o kadar iyidir” şiarı ister Solda olsun ister Sağda, oldukça yaygın bir anlayıştır. Sağ ayrı devlet fikrine bağlı kalırken, Sol, federal devleti iki toplum arasında bir “paylaşım alanı” olarak görüyor ve toplumların kaynaşmasına şüpheyle bakıyor. Kuşkusuz bu durum, özgüven sorunundan kaynaklanıyor ve oldukça eskilere dayanıyor. Kıbrıs Türk toplumu Kıbrıs Modernitesi içinde eşitsiz gelişim sonucu geri kalmış ve bu da ayrılıkçı eğilimlerin sosyo-ekonomik temellerini atmıştı. 20. yüzyılın başından itibaren hayatın bütün alanlarında Kıbrıs Rum toplumunun gerisine düşen Kıbrıslı Türkler, kendilerini Kıbrıslı Rumlarla karşılaştırıyor ve ciddi bir özgüven bunalımı yaşıyorlardı. Nitekim Pan-Türkçü Kıbrıslı Türklerden Nevzat Karagil Türkiye Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na sunduğu 14 Haziran 1945 tarihli raporda, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlar karşısında varlık gösteremediğini belirtiyor ve Türkiye’den acil yardım istiyordu: “Şimdi Kıbrıs'ta yaşayan Rum cemaatinin büyük çoğunluğu yüksek tahsil yapmıştır ve çok yazık ki, Kültür yönünden Türk cemaatinden daha ileri durumdadırlar. Kıbrıslı Rumların Avrupa’da okumuş ihtisas yapmış düzinelerce doktoru, hukukçusu, iktisatçısı ve mühendisi vardır. Bankaları, fabrikaları, yüzlerce tamirhaneleri, birçok kütüphaneleri, basımevleri, yüksek tirajlı gazeteleri, zengin şirket ve kooperatifleri vardır. (...) Üzülerek belirtmeliyim ki Türk Cemaati, Rumlardan çok geride kalmıştır. Türklerin parmakla sayılacak kadar az münnevveri yetersiz beş-on doktoru, üç-beş hukukçusu, sermayesiz bir bankası, çok az kalifiye işçisi vardır.”

1947 yılında Hürsöz gazetesinde çıkan bir yazıda ise Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumların gücü karşısında “köleleştiğinden” söz ediliyordu: “Bugün Kıbrıs Türkü, Rum iktisadiyatı ve Rum sanat ve tekniği karşısında bir köle vaziyetindedir.” (i) Yayın hayatına 1 Ocak 1945 tarihinde giren haftalık Yankı gazetesi ise 39. sayısında “Efendi iken uşak ve bir hiç olduk” diye yazıyordu ve bir sonraki sayısında da tek çıkar yolun “bu memlekette adam olmaktır” (adam sözcüğünün altı orijinalde çizilmiştir NK) diyordu. Gerçekten de 1950’lerin sonuna geldiğimizde Kıbrıslı Türklerin sanayi üretiminde ve ticaretteki payı son derece düşüktü, hatta yok denecek kadar azdı. 1958 yılında 5 kişiden fazla işçi çalıştıran 1.165 sanayi kuruluşunun sadece 7 tanesi Kıbrıslı Türklere aitti. (ii) 1960 yılında Kıbrıs’ta göreve başlayan Amerika büyükelçisi Limasol’da iş çevrelerine vereceği bir resepsiyona davet etmek için Kıbrıslı Türk işadamı bulmakta epeyce zorlanmıştı.

Bu sosyo-ekonomik gerçeklik, jeo-stratejik hesaplar ve kolonyal politikalar sonucu gündeme getirilen Taksim tezinin, Kıbrıs Türk elitleri tarafından büyük bir heyecanla kucaklanmasının en önemli nedenlerinden birini oluşturuyordu. Nitekim 17 Ocak 1957 tarihli Hürsöz gazetesi Taksimin “erdemlerini” şu sözlerle anlatıyordu: “Ada ikiye bölündüğü, Türk cemaati kendi kısmında yerleştiği zaman, ithalat, ihracat, fabrika ve buna benzer diğer iktisadi inkişaflar hep kendi elimizin altından çıkacak ve bundan da cemaatimiz büyük faydalar sağlıyacaktır. O zaman milli sermayenin, milli iktisadiyatın manasını daha iyi anlayacak, çok daha iyi takdir edeceğiz. Temennimiz adanın taksim işinin süratle inkişaf ettirilmesi ve en kısa zamanda bunun tamamlanmasıdır.”

Görüleceği gibi, ayrılıkçı eğilimlerin arkasında sadece milliyetçi ideoloji değil, güçlü bir sosyo-ekonomik saik de vardı. İki toplum arasındaki uçurum Kıbrıslı Türk elitleri ayrılmaya itiyor, ayrılmanın mümkün veya istenilir olmadığı durumlarda da kaba bir “paylaşım” politikası izlemeye savuruyordu.  Nitekim Rauf Denktaş, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin kuruluşunu engelleyemeyeceğini anlayıp, Zürih-Londra antlaşmalarına “evet” demek zorunda kaldığında hiç de mutlu değildi. Kendisine “memnun musunuz” diye soran Yunanlı diplomat Dimitris Bitsios’a “hayır, her şeyi %50-50 paylaşınca mutlu olacağım, ekonomi, sanayi vs…” diyecekti. Gerçekten de Denktaş, 1974 sonrasında Kıbrıs Rum toplumu ile iktidar ve egemenlik paylaşımını yeterli görmeyecek, hayatın bütün alanlarında “tam ve eşit paylaşımı” savunacaktı. Bu eğilimin arkasında da, milliyetçi ideolojinin yanı sıra, toplumun moderinite içinde cılız özne olma gerçekliği yatıyordu. Denktaş, “çözüm olursa Rumlar bizi altı ayda yer bitirir” ve “çarşı dayanmaz” gibi laflar ediyordu. En beğendiği ve sık sık söylediği fıkralardan biri dünya görüşünü gayet iyi yansıtıyordu: “bir Türk ile bir Rum’u bir varilin içinde cillerseniz varilin içinden iki Rum çıkar.” Denktaş’ın bu sözleri iki toplumun kaynaşması ve entegrasyonuna karşı nasıl baktığını bütün açıklığıyla gözler önüne seriyor.

Gelgelelim geçtiğimiz yıllarda, özellikle de Solun görüşmeci olarak müzakere masasına oturmaya başladığı 2004 sonrasında, Kıbrıs Sorununun çözümünü kaynaşma değil paylaşım temelinde gören sadece Denktaş’ın olmadığı anlaşılmıştır. “Ne kadar ayrı olursak o kadar iyidir” anlayışı Sola da sirayet etmiştir. Nitekim artık “paylaşım” derken sadece iktidar ve egemenlik paylaşımından söz etmiyoruz — bu zaten federal devletin doğasında var — “toprak paylaşımından” da söz ediyoruz ve “korunmak” için özel önlemler talep ediyoruz. Modern dünyanın ruhuna aykırı olan bu “koruyucu” önlem arayışlarının arkasında, “özne olmamak” ve özgüven bunalımı var. “Kıbrıslı Rumlar bizi yer” korkusu, işi öyle bir noktaya sürüklüyor ki, çözüm halinde bile ülkenin bir yarısında Kıbrıslı Rumlara tanınmak istenen haklar temel yurttaşlık haklarının çok gerisinde kalıyor. Açıkçası, Denktaş “Has Ayrılık” isterken, Kıbrıs Türk solundan gelen müzakereci liderler “Sulandırılmış Taksim” tezini benimsemiş görünüyorlar. Federasyon birleştirici bir model olarak görülmediği gibi, Federal Kıbrıs da bütün yurttaşların yurdu olarak algılanmıyor. Bu da çözüm arayışlarını zora sokuyor...

------------------------------------------------------

(i) Aktaran Ahmet An, Kıbrıs Türk toplumunun Geri Kalmışlığı (1862-1962), Şadi Kültür Sanat Yayınları, Lefkoşa, 2006, s. 121.
(ii)  An, Geri Kıbrıs Türk Toplumunun Geri Kalmışlığı (1862-1962), s. 230.

Dergiler Haberleri