BİZ… ve ‘ÖTEKİ’

Tarih yüreklere de geçer… Bütün yaşananlar, acılar, sözler ve anlamlar dile çöker… Çöker… Düğümlenmiş, ağırlaşmış balık ölüleri gibi…

Neriman CAHİT

Dokunulmamış, eskitilmemiş zamanlar arıyorum, kolluyorum durmadan… Ama gündelik hayat hep baskın çıkıyor…

Daracık zamanlarda harcıyoruz, tüketiyoruz kendimizi…

Oysa hayatın sınırsızlığı, sonsuz ve çeşitli olanakları, zenginliği yanında, biz… Bize verilmiş ömür içinde hep sınırlıyoruz her şeyi…

Kendimizi… Ve ötekini…

EVET… ÖTEKİNİ ANLAMAK…

Çoktandır “öteki” kavramı yoğunlaşıp duruyor ve iki cümleye dönüyor içimde: “Kendini ötekinde anlamak…” ve “kendini ötekinin diliyle ifade etmek…”

Ama biliyorum… Evet biliyorum, çok zordur “öteki” kavramını aşmak… Çok çaba isteyen bir iştir… Genel olarak sol ideolojiden yana olanlar, muhalifler bile, kimi zaman “ötekini aşağılayan” deyimleri bilinçsizce kullanıyor. Egemen ideolojinin dayattığı, ayrıca da günlük konuşma dili içinde kök salmış deyimler kaçıveriyor ağzımızdan: “Bunu gâvur bile yapmaz… gâvurun dölü, gâvur piçi, mal bulmuş mağrubi…” v.b. daha niceleri…

Kadınlara, çocuklara, yaşlılara, üçüncü cins mensuplarına hakaretler içeren sözleri rahatlıkla her ortamda duymak olası…

Onlar nasılsa “öteki” yani, bizden değil!!!

Bizim egemenlere bakacak olursak “öteki” Rumlardır (Tabii tersi de Türkler!!!)

Ama sanırım sorun salt siyasal gelişmelerle ilgili değildir… Çünkü henüz Habille – Kabil arasında başlayan kavganın özünde de “Biz – öteki” çatışması vardır…

İnsanlık tarihi biraz da “biz” tarihi ise, biraz da “Öteki” tarihidir. Ama en çok da BİZLE – ÖTEKİNİN tarihidir. Bağımsız, özgün ve özgür birey olamamanın acı ve sıkıntısını “biz” kimliğinin arkasına saklanarak çıkarmaya çalışırken… “Biz” de “ötekine” kıyasla tanımlayınca işte size “biz-öteki” çatışması…

NAÇAR  KALMIŞSIZ…

Bu yüzden ben hep “öteki” kavramına duyarlılıkla yaklaşmak gereğini düşünüyorum… Çünkü “ötekinin tanınmaması”, dilsizleştirilmesi, reddedilmesi ve nesneleştirilmesi üzerine kurulan her ilişkinin bir tahakküm ilişkisi olduğuna… ve kaçınılmaz biçimde zulüm içerdiğine inanıyorum…

Toplumdaki kin ve nefreti körüklediği için bazı söylemleri (ör; Gâvur, maçlarda bile “nasıl geçirdik ama” vb) tehlikeli… linç psikolojisini beslediği için… Tüm suçların bedelini ötekine ödetmek kendi günahlarından arınma…

O kişileri / toplumları rencide ettiği için… Hatta demokrasiyi, insan haklarına inanan herkesi rencide ettiği için tehlikeli… Devleti kutsallaştırıp şiddeti meşrulaştırdığı için… Kıyımları, faili meçhulleri, yoksulluğu, unutulmuşluğu içinde onları yaşayanların gerçeğiyle yüzleşmediği için tehlikeli buluyorum…

Herhalde hepimiz barış istiyoruz… Ama…

Ama… yalnızca kendi koşullarında barış istemek… aslında… barış istemek değildir…

Kalıcı bir barış, adil bir barıştır her şeyden önce…

Herkes için Barış… Eşit koşullarda Barış… Eşit koşullarda Adalet… İşte olması, istenmesi ve gerçekleştirilmesi gereken de budur… Ama biz ne yapıyoruz? (Daha doğrusu egemenler bize neler yapmışlar / yapıyorlar…) Parçalara bölünmüşüz… Naçar kalmışız!!!

Rumlar bir yana… Yakınlarımız bile nicedir uzak bize!!

OYSA ARAMIZDA AKAN BİR NEHİR VAR…

Denizin dibinde… ama çok dibinde, ışığın dahi sızamadığı yerde renksiz balıklar yaşar..

Işık yoktur ama hayat yine de sürer… Denizin o kocaman ve karmaşık hayatı o dipten başlar: O küçük balıkları tutup yukarı çıkarana kadar ölürler belki… Ama orada hayatı başlatan bir “dip hayat” vardır…

İki kişinin / iki toplumun arasında akan “ilişki” adlı nehirde de böyle bir dip vardır. Orada, suyun dışından bakan üçüncü kişilerin göremeyeceği… İki kişinin de tutup tutup yukarı çıkarıp birbirine veya başkalarına gösteremeyeceği balıklar birikir…

Derinliklerde, ışığın sızmayacağı kadar dipte, kolay adlandırılamayacak balıklar, anlamlar, iletiler ve sözcükler yüzer…

Toplumların / toplulukların birbiriyle ilişkileri de iki insanın ilişkisine benziyorsa eğer… (insan ilişkisi değil mi sonuçta?) kırgınlıklar, intikamlar, yaralar, nefretler, buluşmalar, hatırlamalar, kesişmeler, coşkular, yeminler, hüzünler, unutmalar…

Biriktikçe biriken bir dip… Dolaştıkça düğümlenen… Düğümlendikçe ağırlaşır suskunluklar!!!

Ve işte o yüzden ödenen onca diyet…

Bizim – birbirimizle ve bizim Rum komşularımızla akan nehrimizin dilinde su yüzüne çıkarırken vurgun yiyeceğimiz balıklar… Ağır yükler… ve, düğümlenip kalmış duygular akar…

EN ÇOK DA İNSAN YÜREKLERİNDE YAZILIDIR…

Ne yazık ki bizde sosyolojik araştırmalar yok… O yüzden sıkışıp kalmış onca şey bilinmiyor ve dolayısıyla da su yüzüne çık(a)mıyor…

Bir şeyler birikti durdu aramızda durmadan… Birikti durdu!!!

Ve biliyor musunuz… Topraklar, haritalar ve kitaplar kadar… Belki de, daha da çok… İnsan yüreklerinde yazılıdır tarih…

Öyle ise eğer… Biz hiç dahil olmasak da… Suç payımız bulunmasa da… Sanki bizim de payımız varmış gibidir (bir de ödüyoruz çünkü) onca acıda, haksızlıkta kıyımda ve göçte…

Çoğumuz sorumlusu olmadığımız acılardan dolayı (gereksiz de olsa… Farkında olmasak da) bir ezilme içindeyiz…

Ve bizler…

Sisyphos gibi hem toplumsal hem de toplumlararası barış yükünü sürekli yükseklere (selamete) ulaştırmaya çalışırken… Doğal olarak yüz yüze geldiğimiz “ötekilerin” (onlar da kendilerine göre “ötekini” buldukları için), sizin suç payınız olmamasına karşın, tüm çektiklerinin acısını sizden çıkarır gibidirler… Ve sen, ne kadar adil olmaya, insan olmaya, empatiye özen göstersen de… Seni dışarıda tutar gibidirler… Çünkü son kertede… sen(de) “Ötekisin” yani…

 Çünkü dedik ya… Tarih yüreklere de geçer… Bütün yaşananlar, acılar, sözler ve anlamlar dile çöker… Çöker… Düğümlenmiş, ağırlaşmış balık ölüleri gibi… Anlatılmayacak bir katman oluşturur… Sırlar, öfkeler, acılar, diyetler, intikamlar ve edilmiş yeminler ve verilmiş sözler…

Olur ya… başlarsan söze… ağlamaktan hiçbir şey anlatamayacağın için susarsın ya… Tıkanır kalırsın ya…

Toplumların da ortak bir yürekleri olabilir… Kim bilir… belki onların da bir birlerine sarılıp ağlayası… Uzun uzun ağlayası gelir…

Peki ama ‘Barış’ nereye düşer…

İçimize sinecek olan… Dipteki o katmanları dağıtacak… O kadar derinde yüzen adsız balıkları adlandıracak kolan “BARIŞ” nereye düşer…

O kadar… O kadar çok şey var ki söylenecek… Ve yapılacak…

Ama mutlaka yüreklerden başlamalı barışa…

Yoksa ne “verilse” ve de ne “alınsa”… Dönüp gelecektir balıklar… Kendilerini adlandırmaya (tanımlamaya), her iki tarafta da…

Söylenmemiş şeyler (öyle değil midir iki insan arasında da) birikip birikip de çıkar ortaya… Balıklar çürür çünkü dipte.. Ve sonucunda sular bulanır yeniden. (yazdıklarım, biraz lüks geliyor kulağa – size – değil mi? Hatta politik olarak da saçma…

Gelsin… Gelebilir…

Ama yürekler… derininde yazılı olanları er ya da geç diyecektir… (Aslında özellikle de bizde, demeye başladılar bir süredir…) Şimdi lüks görünen / saçma görünen o yerlere de gelinecektir… O diplere de inilecektir…

Çünkü barış, aslında yüreklerle ilgilidir…

Barış mecburen o kadar derindedir… (Benim korkum çok geç kalınmış olmasındadır…)

 

Dergiler Haberleri