Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (39)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (39)

 

Niyazi Kızılyürek
niyazi@uc.cy


1988 yılından beri üzerinde çalıştığımız “Duvarımız” belgeselinin nihayet son hazırlıklarını da tamamladık ve 1992 yılında çekimlere başladık. Belgeseli başından beri iki taraflı gösteren bir “ayna” gibi düşünmüştük. “Mağdur” ve “fail” söylemleriyle örülmüş “iyi biz”“kötü onlar” oyununun dışına çıkacak ve “Ötekinin Hakikatlerini” kucaklayacak bir film yapacaktık. Film, bir Kıbrıslı Türk ile bir Kıbrıslı Rum’un bir araya gelerek tarih içinde bir yolculuğa çıkmaları şeklinde kurgulandı. Bu hayali yolculukta gerçek insanlara uğrayacak, onların deneyim ve acılarını kayıt altına alacaktık. Yani, olaylara insanların deneyimleri üstünden kamera tutacaktık. Bu yolculuğu ikimiz yapacaktık. Ben 1964 göçmeni, Panikos ise 1974 göçmeniydi. Ben adanın güneyinde doğmuş ama kuzeyine göçmek zorunda kalmıştım. Panikos kuzeyde doğmuş fakat güneyde yaşamak zorunda bırakılmıştı. Filmde kendi hikâyelerimizi de konu edecek, zaman zaman da toplumlarımızın deneyimleri üstünden konuşacaktık. Hepsinden önemlisi, toplumlarımızın konuşmadıklarını konuşacak, göstermediklerini gösterecektik. Yani, “aynamız” sansürsüz olacaktı. Senaryoyu hazırlarken daldığımız derin tartışmalarda adeta bellek değiş tokuşu yapmıştık. Birey olarak birbirimizi anlama çabamız, aynı zamanda, toplumlarımızı da anlama çabasıydı. Kıbrıslı Türklerin 1964 travması ile Kıbrıslı Rumların 1974 travması dikkate alınmadan birbirimizi anlamamız zaten mümkün değildi. Bu yüzden, filmde her iki dönemin acı olaylarına da yer verme kararı aldık. Oysa o güne kadar Kıbrıslı Türkler 1964’ü anlatır, 1974’ü görmezden gelirlerdi. Kıbrıslı Rumlar da aynısını yapar, hep 1974’ten söz ederlerdi. Bizim filmimizde anlatılar farklı olacaktı. Ben mümkün olduğu ölçüde Kıbrıs Rum toplumunun 1974’te yaşadıklarının içine girecek, Panikos da Kıbrıslı Rumların hatırlamak istemedikleri 1964’e eleştirel bir yerden bakacaktı. Filme konu edeceğimiz insanları ve hikâyeleri bu kurguya göre düşünmüştük. Örneğin Haralambos amca oğlunu 1974 savaşında kaybetmiş bir kuzey göçmeniydi. Rahipliği kadar halk ozanlığı da vardı. Mülteci olarak yerleştiği bir Türk evinde yaşıyordu. Deniz kenarında evine uzak olmayan bir noktaya oğlunun anısına bir palmiye ağacı dikmişti. Onu ziyaret eden ilk Kıbrıslı Türk ben olmuştum. Büyük bir sükunet ve metanetle konuşuyor, kaybettiği oğlunu, terk etmek zorunda kaldığı evini-barkını anlatıyordu. Hiç kimseye karşı nefret duygusu beslemiyordu. Haralambos amcanın hikayesini dinleyince oğlunun adına diktiği ağaca su verme ihtiyacı hissettim. Filme hemen böyle bir sahne koyuverdik. Belgesel yapmak böyle bir şeydi zaten. Film, kağıt üstünde değil, “o an” yapılır ve “o anın” akışına göre biçimlenirdi. Ve sonra diğer hikâyeler.. Gözlerinin önünde kocası vurulan Harida’nın acısı… Çekim esnasında gözyaşları içinde anlattıklarını biz de gözyaşlarına boğularak dinlemiştik… Öte yanda Dohnili Sultan teyze… EOKA B üyesi faşist Kıbrıslı Rumlar dört oğlunu ve kocasını alıp götürmüşler ve katletmişlerdi. En küçük oğlunu bağışlasınlar diye acı içinde yalvarmışsa da, gözü dönmüş katiller çocuk yaşındaki oğlunu götürmekten çekinmemişlerdi.  
“Bize” yapılanlar konusunda yüksek sesle konuşan,“bizim” başkalarına yaptıklarımız konusunda ise sessiz kalan bir ülkeydi Kıbrıs. Her yerde olduğu gibi, Kıbrıs’ta da milliyetçilik hegemonyasını bu seçici hatırlama ve unutma üzerine bina etmişti. Bu yüzden “Ötekinin Hakikatlerini” anlayıp dillendirmeye çalışırken ait olduğumuz etnik grupların başkalarına karşı yaptığı haksızlıkları sergilemekten geri durmayacaktık. Fakat bunun için konuşan, itiraf etmekten çekinmeyen insanlara ihtiyacımız vardı. Marios işte böyle biriydi. Henüz daha ortaokul talebesiyken elinde silah nöbet tutuyordu. Bir nöbet akşamı arkadaşlarıyla birlikte, yoldan geçen bir Kıbrıslı Türk’e ateş etmeye karar vermişler ve bu kararı gerçekleştirmişler. Açılan ateş sonucu yaralanarak yola yığılan ve sürünerek bir ağacın arkasına saklanan yaralı adamın feryatları sabaha kadar sürmüş. Marios, kendisini uzun yıllar her gece bir kabus olarak ziyaret eden bu olayı anlatırken hâlâ suçluluk duygusu içinde derin sarsıntılar geçiriyordu. Yine bölgede hem Kıbrıslı Türkler hem de Rumlar tarafından sevilen Cengiz’in, 1964 yılında aşırı milliyetçi bir Kıbrıslı Rum tarafından öldürülüşüne dair, olaya tanıklık eden ama kameraya konuşmak istemeyen, balıkçı amcanın anlattıkları bir başka dramatik hikâye idi.
Filme Kıbrıslı Türkleri müdahil etmek çok zordu. Panikos’a kuzeye geçmek için izin verilmemişti. Dolayısıyla kuzeyde yapılacak çekimleri ben ve Thomas yönetecektik. Fakat sürekli polis takibi işimizi zorlaştırıyordu. Nereye gitsek görevli kişiler bizimle geliyordu. İnsanlarla rahat bir ortamda konuşamıyorduk. Örneğinbir manastırı basarak rahipleri katleden Kıbrıslı Türklerle konuşabilmeyi çok istiyorduk, fakat bu mümkün değildi. Kıbrıslı Rumlarla arası iyi olan Fatma teyzeyidövenler ise kamera karşısına geçip konuşmayı zül sayıyorlardı. Çekim için kuzeyden güneye getirmek istediğimiz Kıbrıslı Türklere izin verilmiyordu. Bu yüzden Neşe Yaşın’ınyer aldığı sahneleri büyük zorluklarla çekebilmiştik. Neşe’yi kaçak olarak sınırdan alıyor, yine kaçak yollardan sınıra bırakıyorduk. Evine sağ salim varıp varmadığınıise Londra üstünden kurduğumuz telefon bağlantılarıyla öğrenebiliyorduk.
Filmde en çarpıcı hikâye Hasan ile Harulla’nınkiydi. Baf’ın kuzeyinde yüksekçe bir yayla üzerine kurulmuş küçük Androliko köyünde yaşıyorlardı. 1975 yılında Kıbrıslı Türkler bu köyden göç ederek kuzeye yerleşmişlerdi. Elektriksiz, yolsuz  ve her türlü dünya nimetinden uzak olan köy zamana teslim olmuş, harap bir mekana dönüşmüştü. Terkedilmişlik evlerin çehrelerine yansımıştı. Dökülen sıvaları, çöken duvarlarıyla yıkılmaya yüz tutmuş evlerin hüzünlü gözleri andıran pencereleri, insanda garip bir ürperti uyandırıyordu. Keçilerin boşlukta çınlayan çan sesleri doğanın ürpertici sessizliğine karışıyordu. Başka ne bir ses ne bir seda vardı. Cılız badem ağaçlarıyla kuşatılmış köyden bakılınca, gökyüzüyle denizin mavisi birbirine karışıyor ve sonra da o mavi sanki sonsuza kadar genişliyordu... Akşamları ise siyah bir perde inerdi köye ve mavi yerini koyu bir karanlığa bırakırdı. İşte o Androlikou’dan ayrılıp gidenlerle birlikte gitmeyen bir aile kalmıştı geriye. İki insan ve keçileri. Yalnızlık ve yoksunluk içinde hayatını sürdüren bu iki insan, gidenlerin gelmesini bekledi. Fakat gidenlerin hiçbiri gelmedi ve hep kapkara bir yalnızlık düştü onların paylarına.
İşin aslı şu ki onlar eskiden de yalnızdı. Gidenler daha gitmeden uzun yıllar önce onları zaten terk etmişlerdi. Birbirlerine aşık olduklarında, yasak elmayı yiyen Adem ve Hava gibi kovulmuşlardı yaşadıkları diyardan. Bundan böyle Akama dağlarında keçilerle geçecekti koca bir ömür...
Hasan, ömrünün çocukluk ile delikanlılık arasında gidip geldiği o kaygan durağında okuldan alınıp Kıbrıslı Rum bir ailenin yanına verilmişti. Gencecik yaşına rağmen, sabah akşam ovalarda, hayvanlarla başbaşaydı. Kaderine boyun eğmişti. Öylesine akıp geçiyordu hayat. Ta ki, ailenin yetişkin kızı Hambou (Harulla) onu aşkla tanıştırana kadar... Büyük bir aşkla bağlandı birbirine kaderin doğaya mahkum ettiği bu iki genç. Ancak, köylerinde “doğal durum” çoktan sona ermiş, oralara da “tarih” nüfuz etmeye başlamıştı. Zaman milliyetçilik zamanıydı. Hasan, o güne kadar sadece hayvanların “soyu” olduğunu düşünüyor, başka bir ayırım yapmayı bilmiyordu. Hangi keçinin hangi soydan geldiğini ezbere bilirdi de, böyle bir şeyi medeniyet görmüş muallimlerin, papazların, kelli felli adamların insanlara uyguladıklarından hiç haberi yoktu. Bu “cehaletin” bedelini ise çok ağır ödeyecekti Harulla ile Hasan. Kıbrıs mekânını Helen ve Türk zamanlarına katmak isteyen öfkeli adamlar, Hasan ile Harulla’nın aşkı karşısında çılgına dönmüşlerdi. Onları ayırmak için her yolu denemişlerdi. Hasan, öfkeli kalabalığa karşı “onu seviyorum, o da beni seviyor, öldürecekseniz öldürün” diye haykırdığında, Harulla “senin öldüğün yerde ben de öleceğim” sözcüklerini mırıldanmıştı kulağına. Dünyada hiç bir devlet yoktur ki, kendi yurttaşlarının evlenme hakkını Kıbrıs Cumhuriyeti devleti kadar ihlâl etmiş olsun. Bir ülke düşünün ki, anayasasında kendi yurttaşlarının birbiriyle evlenmelerini din değiştirme şartına bağlıyor. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türk ve Rum yurttaşları birbiriyle evlenmek istiyorlarsa, taraflardan birinin din değiştirmesi, kendi etnik toplumunu terk etmesi ve evleneceği şahsın etnik toplumuna katılması yasal bir zorunluluktu. Açıkçası, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde temel özgürlüklere dayalı ortak bir yurttaşlık anlayışı yoktu. Yurttaşlar din küresi üstünden belirlenen etnik bir toplumun üyesidiydiler ve hakları da bu çerçeveyle sınırlıydı. Bu aslında Osmanlı İmparatorluğu’nda dini cemaatlerin özerkliğine dayalı millet sistemini modern bir devletin anayasasına temel almak anlamına geliyordu. Bu konuda Ortodoks Kilisesi ile Kıbrıslı Türk milliyetçileri farklı düşünmüyorlardı. Bu yüzden böyle bir maddenin 1960 anayasasına girmesi için işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdi. Tutkulu bir aşk sonucunda evlenmek isteyen Harulla ile Hasan işte anayasanın bu maddesiyle karşı karşıya gelmişlerdi. Hasan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasından daha özgürlükçü düşündüğü için karısının din değiştirmesine karşı çıkıyordu. Kendisi de böyle bir şeyi yapmak istemiyordu. Ne var ki, ilk çocukları doğmak üzere iken, devletin kapısına dayanmak ve çocuklarını kayıt altına almak zorundaydılar. Çaresiz, ikisinden biri din değiştirdi. Harulla, “Meral” adını alarak gerekli evrakı imzaladı. Kırkbeş yıllık evlilik hayatlarında Hasan Harulla’ya bir gün bile “Meral” diye hitap etmedi. Tam aksine, karısının dinine saygı duydu ve her Pazar günü kiliseye gitmesini teşvik etti. 1975 yılında Kıbrıslı Türkler Androliku’yu terk ederken karısının görüşüne başvurdu. Gitmek mi kalmak mı konusunda son sözü Harulla söyledi. Harulla, “bir Hıristiyan olarak oralarda herhalde çok rahat edemem” deyince, Hasan elini eşine uzattı ve “burada kalıyoruz” dedi. Kuşkusuz, bu kararın çok ağır bedelleri olacaktı…

Dergiler Haberleri