Bir 20 Temmuz'un Ardından: "Kim İnsan Sayılır?"

   İşte bir 20 Temmuz'un daha ardından "düşman"a karşı "kahraman biz" yeniden uygun adımlarla hayatımıza sokulurken, "Onlar" düştü aklıma…

Feminist Atölye (FEMA)

Doğuş Derya

                Feminist düşünürlerinden Judith Butler "Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü" adlı kitabında yasın nasıl ayrımcı bir şekilde tahsis edildiğini anlatmış, iktidar eliyle oluşturulan yas hiyerarşisini problem ederek sormuştu: "Kim insan sayılır? Kimin yaşamı yaşam sayılır? Bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?"…

Bu sorulardan hareketle Butler, devletlerin "makbul yurttaş" sınırlarına giren kişilerin yaşamlarının, savaş güçlerinin harekete geçilirilmesini meşrulaştıran "koruma" söyleminde kurucu olarak nasıl kullanıldığını görünür kılıyordu. Koruma söylemi içinde nesneleştirilen "makbul yurttaşlar" aslında iktidar gücünü elinde bulunduranların kendi çıkar ilişkilerini inşa ettikleri söylemsel zeminden başka bir şey değildi. Adına konuşulan ve korunduğu söylenen yaşamlar, aslında korunmaması gereken ve yası tutulması gayri meşru olan yaşamları tanımlamanın, bu yaşamları "düşman öteki" olarak işaretleyip dışlamanın mekanizmaları olarak işlemekteydi.

                İşte bir 20 Temmuz'un daha ardından "düşman"a karşı "kahraman biz" yeniden uygun adımlarla hayatımıza sokulurken, "Onlar" düştü aklıma…

                Kimdi peki "Onlar"?

Onlar "Diğerleridir". "Onlar" ile ilgili yas tutulamaz… "Onlar" yerinden edilmek suretiyle görünmez kılınanlardır… "Onlar" hikâyeleri, gözyaşları, çığlıkları, hatta isimleri ile kamusal alandan silinmesi gerekenlerdir… "Onlar" kendimizi "kahraman biz" olarak tanımlayabilmemiz için insan olduklarını unutup, atacağımız nutukların içinde eritmek zorunda olduğumuz yaşam öyküleridir. Butler'ın deyişi ile "kırılgan hayatlardır" onlar.

                Siyasal alanın belirlenebilmesi, kimin insan sayılıp kimin belleklerden süpürüleceğinin sınırlarının çizilmesi için icat edilmiş bir "kurucu dış"tır onlar. Ancak "Düşman Öteki" temsili içinde dondurduğumuzda rahat edebildiğimiz, bizi insanlıktan çıkaran şiddetin tahrip gücünü dışarıya atıp, kendimizi insan gibi hissetmeye devam edebilmemiz için gerekli olan bir nesneleştirmenin aracıdır onlar.

                 "Biz"  hepimiz olarak, "Onların" da, üzülünce ağladığını, sevinince güldüğünü, savaştan dolayı acı çektiğini, kayıp verince yas tuttuğunu, çocukları olduğu zaman onları sarmaladığını, öksüz kaldığı zaman ıssız hissettiğini, kayıp olan yakını gelir umuduyla yıllarca çalan her kapıya bir telaşla koştuğunu, tecavüze uğradığı için senelerce kâbuslarından sıçrayarak uyandığını, evinden kovulduğu için göçmen olduğunu UNUTMAK ZORUNDAYIZ!

                Unutmazsak biz, "BİZ" olamayız çünkü!

Unutmazsak, yerleştiğimiz ganimet evlerin içinde bir zamanlar hayat olduğu gelir aklımıza, hayalet gibi sarar bizi o evlerde yarım bırakılmış türküler…

Unutmak zorundayız, çünkü "kanla aldık" hamaseti içinde akan kanın bir zamanlar ekmek bölüştüğümüz komşumuza ait olduğu düşer ansızın hatırımıza.

 Hem unutmazsak, gönlümüz nasıl razı gelecek bir ülkenin gözyaşları üzerine kurulmuş törenleri bayram diye kutlamaya?

Hep beraber unutmak zorundayız! Hepimiz, elimizde bayraklar, sokaklarımızda resmigeçitler, gökyüzünde savaş uçakları ile bastırdığımız şiddeti kusmalı, ruhumuza sinmiş kesif barut kokusunu milli marşlarla savuşturmalıyız mutlaka. Erkekliğini militarist süngüler üzerinde yükselten siyasileri alkışlamalıyız topluca! Bir toplumun acısına ortak olup yas tutanları "vatan-millet" nutukları ile kovmalıyız sonra mesela.

Evet, evet unutmalıyız. Yoksa "insan" dediğimiz kendi suretimize nasıl bakacağız yüzümüzü kaçırdığımız aynada?

 


Bir Kadından Alternatif Namus Tarifleri

Ergür Altan

Yüzüme “abla” deyip, ardımdan cinsel fanteziler kuran erkeklerin namus kriterlerine göre namussuz olabilirim; ama saatlerce gitar çalıp, bir çay parası bile kazanamayan bir sokak müzisyenine sokulup, “oynak bir şeyler çalsana “ demiş ve o çalarken gönlünce dans edip, sonra para kutusunu seyircilere uzatarak, o müzik emekçisinin birkaç gün geçinebileceği kadar para toplamış ve müzisyene gülümseyerek “hoşça kal can” deyip basıp gitmiş bir kadın olarak namuslu olduğumu düşünüyorum bayım! Üzgünüm bayım; ne evlenilecek bir kadınım, ne de eğlenilecek bir kadın! Beraber çay demleyip, beraber dertleşebiliyorsak, beraber dere tepe gezip, beraber bir sokak kedisini sevebiliyorsak, beraberce geçirdiğimiz zaman dilimlerine, bir başımıza, özgürce geçirebileceğimiz zaman dilimleri ekleyebiliyorsak, ben buna bölüşmek diyorum. Ben bölüşülecek bir kadınım bayım ve bu durumun sana uyması yetmez; senin de bölüşülecek bir adam olduğunu duyumsamam gerekir. Bölüşebilen bir kadın olarak namuslu olduğumu düşünüyorum bayım!

Hiçbir evin ve hiçbir erkeğin kadını değilim; namusun bakirelikte, giyim kuşamda ve ağırbaşlılıkta aranması bana saçma sapan geliyor. An gelir, bir kabalıkla karşılaşınca ağzımı bozabilirim; an gelir, şarkılar söyleyerek kendimi yollara vurabilirim ve an gelir, belediye otobüsünde iki bacağını iki yana atmış bir erkek cinsiyetinin çükünden taraf değil de, yüzünden taraf bakıp, kendisine “namussuz” diyebilirim! Namussuzluk sömürüdür bayım; metalaştırma, yaftalama ve hor görmektir. Ağaçlarla insanları, kuşlarla çocukları can belliyorum ben; can sırrına eren bir kadın olarak namuslu olduğumu düşünüyorum bayım!

Alışveriş gibi bir takıntım yok; yemek tarifleri, kozmetik ya da çoğu kadının ilgi duyabileceği trendlerle de işim olmaz. Neşemi, kederimi ve canımın acısını belli etmek, beni kadınların gözünde namussuz yapsa da, o kadınların uzak durduğu hamallarla, kağıt toplayıcısı genceciklerle ve evsiz barksız çocuklarla tost yemenin ve dertleşmenin huzurunu nasıl anlatsam bilmiyorum size; huzurun ne olduğunun farkında bir kadın olarak namuslu olduğumu düşünüyorum bayım!

Ben aşka inanıyorum bayım, sevişmeye değil. Aşık olmadığım hiç kimseyle sevişmedim ve aşk da çok daha engin bir güzellik benim için. Mesela, gökyüzüyle aramda bir şey var; çiçeklerime ve betonların arasından serpilivermiş bir tutam yeşilliğe kanım kaynayıveriyor ve anlıyorum ki aşığım. Aşkı içselleştirmiş bir kadın olarak namuslu olduğumu düşünüyorum bayım!

Bana dayatılmış bütün rolleri reddediyorum. Annelik bir zorunluluk değil benim için; ama annesi olmadan hiçbir çocuğun, bağrıma basabilirim bütün çocukları. Kendimi ve açları doyuracak kadar yemek yapabilirim; ama elimden geldiğince çekiç, tornavida ve pense de kullanabilirim. Hiçbir erkeğe hesabı yıkmışlığım yoktur ve hiç kimseye ihtiyaç duymadan tek başıma bir bara gidip iki bira içebilirim. Kendine yeten bir kadın olarak namuslu olduğumu düşünüyorum bayım!

Sana alternatif namus tarifleri verdim bayım;  benim namus anlayışım da böyle işte! Toplumun diktiği duvarları aşmak gibi bir derdim yok. Gökyüzünün, bahar bahçelerin ve evrenin sonsuzluğunun bana nasıl iyi geldiğini bilen bir kadın olarak namuslu olduğumu düşünüyorum bayım!


Mor Kitaplık

Kırmızı Etek- Hatice Günday Şahman (Ayizi Kitap)

Gençlik Parkı’nda şişman bir adam vardı. Kocası hep ondan alırdı dondurmayı. Bir kahverengi, bir beyaz, bir de sarı. Bu kadar çok çeşitlisi yoktu. Torunu Umut’un elinde görüyordu, bir de reklamlarda. Bir dahaki gidişinde alacaktı içi çikolatalı, fındıklı olandan, havalar ısınmıştı artık. Umut yaz kış koca kâseyi bir oturuşta bitirirdi. Kendisinden esirgenirdi, ancak kaşığın ucuyla. Keşke kocası ölmeseydi. Torunun bayıla bayıla yediği, üzeri cıvık çikolatayla kaplı tatlıdan da alırdı.”

Hatice Günday Şahman’ın öykülerinde, beğendiği elbiseyi diker gibi kendine yeni bir hikâye yazan anneler, kızlarının üstüne kuluçkaya yatan anneler, annelerinin sözleri kulağına kurşun gibi akan kızlar, annelerinden kaçmak isteyen kızlar, pişmanlıklar, dilindeki bukağıları çözmeye çalışan kadınlar ve çokça yalnızlık var. Erkekler de bildiğiniz gibi işte. Tecavüz edeni de var, er meydanına çıktığında “az” erkek görünmekten korkanı da. Peki ya aşk? Olmaz mı? Ama yazarımız küçük mayınlar yerleştirmiş içine. Dikkat edin!

Dergiler Haberleri