60’lı yılların… O büyük heyecanın… ÇOCUKLARIYIZ BİZ

60’lı yılların… O büyük heyecanın… ÇOCUKLARIYIZ BİZ

Neriman Cahit

Son dönemlerde, kendi kendimle ve yaşamla ağır bir hesaplaşma içindeyim. Nedenini bilmiyorum… Yoksa, dillendirmesem de biliyor muyum ne… Çünkü, kendi kendime soruyorum: ‘Neriman Hn., yoksa, gitme provaları mı bunlar !’ diye de takılıyor… Bazen de, kendimi, Bobiş’e, ‘benden önce gitmek yok ha… birlikte gideceğiz!’ derken buluyor ama babası (Hüda) bir Veteriner bilgi ve ciddiyetiyle Bobiş’in yaşam şansını söylediğinde… Bobiş’in de onun yarısını geçtiğini düşündüğümde, gönülsüz vazgeçiyorum: “Bobiş güzelim, seni nasıl yolcu edeceğim bilemiyorum ama benim daha yapacak işlerim var, bağışla” diyerek, sözümü geri alıyorum…
Sadece sanatçıların değil, ben, tüm insanların belli süreç ve nedenlerde, kendi kendileriyle hesaplaşmaları gereğine’ inanırım ve bunu da uygularım…
Tarifi, adlandırılması güç ama galiba ben bunu hep yaptım, yapıyorum gibi… Gerek öğretmenliğimde, her yıl ayrılacağım (sınıfın) çocuklarımla, köy ve köylülerle… İnsanlar ve yörelerle… Nedense seçtiğim meslekler ve dostluklar hep “gözaltı durumu” yaratanlar… Sonuçta, belli bir hesaplaşmayı gerektirenler… (Hatırlarım, her ayrılacağım sınıfı – çocukları ve köyü nasıl teker teker ama sezdirmeden gözlerimle okşayıp da göz yaşlarımı içime akıttığımı…)
Ne kadar çok dönüşü olmayan bir gidiş vedası yaşadım!!!
Hepimiz yaşadığımız toprağın birer parçasıyız…
Kimisi yaptığı işi severek yapar, kimisi sevdiğini sansa da yapamaz. Ör. Politika gibi… ki, hala çok az da olsa kimileri politika yapar, kimileriyse yaptığını sanır ama yüzüne gözüne bulaştırır… sadece köşeler döner ve yakınlarına da döndürür. Bunu da ‘başarı!’ sanır… Oysa, kral feci şekilde çıplaktır!

ÜÇÜNCÜ BİR İŞ…
Hep söylediğim bir cümlenin, tam da yazacağım anda eksik olduğunu fark ettim: Ben, hayatım boyunca her iki mesleği, ‘Öğretmenlik ve gazeteciliği çok severek yaptım’ diye yazacakken galiba ilk kez farkına vardım ki… Ben hayatta üçüncü bir iş daha yaptım:  ‘Yazmak’
Yok hayır, galiba, ‘Sanat’ demeliydim… Özellikle de ‘Şiir ve araştırma…’ (Şiirse benim her şeyim oldu: Kavgam, Sevdam ve hayat yoldaşım!)
Ve hayat… Hayatın kendisi…
Kurallarını – her şeye karşın – kendimin koyduğu ve diyetini de ödediğim, acısıyla, coşkusuyla, her adımıyla biraz daha yol aldığım bir serüven…
Bazen, özellikle de, Vasilya’nın hala biraz da olsa ‘kendi’ kalabildiği ortamı ve doğasında “yürüdüğüm onca yolun, muhasebesini yapar… Dünden – bugüne nasıl geldiğimi, neleri atlayıp, nelerden sapıp ya da sapmadığımı, artı ve eksilerimi hatırlamaya çalışırım…”
Ve, fark ederim ki, tesadüfi olanlar da var (ki, çok azdırlar) ama doğrusu ya da yanlışıyla, yaşadıklarım hep hesabı yapılarak, onca özveriye karşın geri adım atılmadan, ağır diyetler ödenerek gerçekleştirilenlerdir! önce ve belki ‘bilinçsizce’ ama daha sonra o konuda bilgi, ustalık ve bilince ulaşmaya çalışarak…
Sadece ‘beceri’ yönünden değil… Belirli bir ‘yaşama sistematiğine’ ulaşmak gayretiyle de…

***
Şimdi düşünüyorum da, benim – aslında bizim – içinde doğduğumuz ortam çok farklıdır. (Benim, II. Dünya Savaşı içinde, Lefkoşa’ya 8 yaşında getirilmem yanında…) 60’lı yılların o büyük heyecanının, kımıltısının da çocuklarıyız biz… ki, bize o güne kadar sunulanların dışında bir şeylerin olduğunun farkına vardı bazılarımız.
Özellikle de, ‘toplumsal mücadele’ olayında kimse yola tek başına çıkmıyor.
Bu yol, KTÖS’te yoğunlaşınca… E, mücadelenin gazetesi var, yazısı, şiiri, şarkısı var… Biz de, garip bir birlik içinde bu mücadeleye (aslında, maceraya) başladık! İyi bir ekip oluşturduk… O ekibin köşe taşları ise, onca yorgunluk ve mücadeleye karşın hala yolun devamında… hala mücadelede !..

HALA MÜCADELEDE…
Evet, o ekip, yitirdiklerimiz dışında – hala mücadelede…
Anımsıyorum, önce ve zaten bizde olan dürtü ile elimize ne geçerse okuduk; şimdi bakar da acı acı gülümserim… O günlerde, ağır yasaklar altında, Türkiye’de okuyan arkadaşlara ısmarlayıp da bize getirdikleri kitapların hiçbirinin kapakları yok. Yırtılıp, başka kapak yapıştırılıyor ya da kapaksız getiriliyordu!
Böylece de, (halen de süren) uzun bir öğrenme dönemimiz oldu…
KTÖS’te pek çok kararlar sadece, “Yönetim kurulunca” değil, diğer öğretmenlerin de katılımıyla alınırdı çoğu kez. Tek bir beden – tek bir beyin gibiydik!
Nerelere – nasıl açılımlar getirilecek… Yaşananlar karşısında nasıl mücadele edilip, ayakta kalınacak… Bize sunulanlar, uygulananlar karşısında üyelerimizle birlikte tek bir vücut gibi nasıl hareket edilecek vb. konularda… Teori yanında, hatta ondan da daha önde ve önemli olarak, “Biz kendi pratiğimizi yaratıp, öyle mücadele edecektik.” Ettik de… Ve, gerçekleştireceğimiz yeni “SÖZ ve EYLEMLERİN” gerektirdiği yepyeni, bize özgü “Yeni Mücadele Yöntem ve Yolları” ortaya çıktı…
Önceleri, birçok şeyi el yordamıyla gerçekleştiriyorsak da… Birbirimizle olan sıkı iletişim ve ‘an ve olaya uygun’ davranışlarımız ve birbirimizle olan çok sıkı iletişimle başarılıydık… Başarıyorduk…
Bir ekip dayanışmasıydı bu, tepeden – tırnağa… Birbirimizden çok şey öğrendiğimiz…
Başarılıydık ve başarımızın da sırrı buydu…
Asla, uysal bir koyun değildik… Ve o yüzden de, teker teker kendi bacağımızdan asılmadık… Asılamadık… Yönetim, buna alışık değildi! Bir türlü, başarı elde edemiyordu… Edemedi de! (Hatta içlerinden bazıları, davranış biçimimizi beğeniyor, hatta sempati duyuyor ama bunu dile getirmiyor, getiremiyordu!)
Hiç unutmam, üzerimize çok gelen bir müfettişle yıllar sonra bir sohbetimizde: “Dik başlı, haşarı çocuklar gibiydiniz. Bizler bazılarımız – bu haşarılıklarınızı beğeniyor olsa da görevimizi yapmak zorundaydık!” demişti. Çoğumuzu – elebaşları saydıklarını, bu haşarılıklarını ödetmek için çok uzak ve yaşanması zor olan köylere sürdüler… Negatif anlamda, sayıları çok az da olsa, ‘kayıplar’ da verdik. Bir ay grevden sonra tüm maaşı kesilip de şaşkaloza dönenler, “bu kadarı yeter” diyenler oldu… Nefesleri yetmeyen – çok az sayıdaki – arkadaşlar, bir süre geride kaldı…
Ama, direniş sürdü… Belli ki sürecek de… Sürmeli de… Ben, tek başına kalsa da KTÖS’ün asla bu yoldan geriye dönmeyeceğine öylesine inanıyorum ki!

BANA GELİNCE
Hayat bende, derin izler kazımaya devam ediyor.
Dolayısıyla, 1960’lardan – günümüze, toplumsal bazda yaşanan her şey benim hayatımda ve yaptıklarımda yer aldı… alıyor da… Yazdıklarım, yaptıklarımla değil… Yaşadığım hayat olarak, ben varım ya da yokum… Yaşam tarzım ve hayata verdiğim yanıtlarla…
İyi ya da kötü yap… Yaptığın şey yaşadığındır. Yaptıklarında gözükür hayatın… Yalan söylemez, aldatmaz onlar…
Sürekli bir arayış belki de… Ve kendiyle hesaplaşması insanın…
Ben, genelde, hep ikincisini yapıyorum…

-----------------------------------------


MEZAR TAŞIMIN YAZISI

Ölürsem dostlarım ağlayacaklar…
Gözyaşı bu yoldan kimi çevirdi
Bilmem ki bu gelip gitmekte ne var
Ölüm, beni değil, dağlar devirdi…
Gözyaşı bu yoldan kimi çevirdi…

Anam kan ağlasa kalmam giderim
Yar, bu gidişime sitem etmesin
Babam, kardeşlerim ve sevdiklerim
Varsın: ‘O da öldü rahmetli’ desin
Yar, bu gidişime sitem etmesin…

Mevsimler değişir, yaz olur bahar,
Elbet, güneş doğar ben olmasam da
Hiç telaş etmeyin komşular, dostlar
Dünya yine kalır, ben kalmasam da
Elbet, güneş doğar ben olmasam da…

Yalnız, vasiyetim olsun sizlere
Beni çıkarmayın hatırdan sakın
Yolunuz düşerse yattığım yere
Şu mezar taşıma bir çelenk takın
Beni çıkarmayın hatırdan sakın…

     Pembe MARMARA

Dergiler Haberleri