YÜREĞİN DİLİ  1

dünyada kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülük kesin bir cevabı arzulamak, yaşamın sorunlarını nihai bir biçimde çözecek düşünsel bir bakış, bir felsefe aramaktır.

 

Yılmaz AKGÜNLÜ
yakgunlu@yahoo.com

 

“Görüş sahipleri, kendilerini kendilerine satmış insanlardır. Görüş edinmemek var olmaktır. Bütün görüşlerin sahibi olanlara ise şair denir.”  Fernando Pessoa

 

Neden biz insanlar yaşamın sorduğu sorulara nihai bir cevap ararız? Neden varoluşumuzu anlamlandırmak için aklımızla formüle edebileceğimiz ve başkalarına da aktarabileceğimiz mantıksal bir sistem, bir öğreti bulmaya çalışırız? Ben gençliğimden beri bilinçli ya da bilinçsiz böyle bir öğretinin arayışı içinde olduğumu görebiliyorum. Gençlik yıllarımda toplumun aslında zihnimi nasıl ele geçirdiğini ve güvenlik uğruna nasıl özgürlüğümü ve özgünlüğümü veda etmeme neden olan bir anlayış yaydığını hissetmeye başlamıştım,  aslında toplum bu cevabı kafama zorla kazımıyordu belki de.  Ama bana herkesin üzerinde uzlaştığı doğruların, (aslında ne kadar yanlış, kişiliğimin dağılmasına neden olacak ve beni ruhsuz sıradan bir insan haline getirecek de olsa) yaşamam için gerekli olduğunu ve bana ekmeği bu doğrulara göre yaşamam karşılığında vereceğini söylüyordu. Oysa ki sonradan anladım ki herkesin iyiliğine gibi görünen sistemler az sayıdaki insanın kendi çıkarları için toplumu düzenlemesiyle, toplumun da kölelik ahlakıyla buna boyun eğmesiyle var olurlar.

Bizi kontrol altına tutanlar, yaşama hükmedenler ya da hükmettiklerini sananlar tek bir öğretinin, dinin ya da akıl gibi bir yetinin, veyahut da tek bir yaşam biçiminin (şimdiki tüketici kapitalist yaşam)  en üstün şey olduğuna insanları inandırmaya çalışmamışlar mıdır? Kesin, güvenilir, sağlam bir dayanak bulma arzumuzu sömürerek dayatmadılar mı ideolojilerini?  Korkularımızı, güvensizliklerimizi, yetersizliklerimizi değişmez, mutlak bir yola, cevaba inanarak çözebileceğimizi telkin etmediler mi bize?

Bu nedenle dünyada kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülük kesin bir cevabı arzulamak, yaşamın sorunlarını nihai bir biçimde çözecek düşünsel bir bakış, bir felsefe aramaktır. Bu arzumuz son derece suistimal edilebilir bir arzudur sonuçta. Böyle bir cevap olamaz demiyorum. Sadece bu cevabı öğretilerle, sözcüklerle, Pessoa’nın deyişiyle görüşlerle ifade etmenin tehlikelerine vurgu yapmak istiyorum bu yazıda. Bir cevap varsa sessiz sedasız, bağırıp çağırmadan yaşanacaktır. O bizim duruşumuz, halet-i ruhiyemiz olacaktır. Pessoa’nın dediği gibi sabit görüşler yerine bütün görüşlere sahip olmaktır değerli olan. Yani dünyaya bin bir türlü farklı açıdan bakarak tam bir resim oluşturmamıza izin veren fikirler zenginliğine ulaşmalıyız.

Sonra bu düşünceler ve inançlar yayılarak toplumu kontrol altına almanın araçları haline gelirler. O halde bütün düşünce ve ideolojiler potansiyel olarak iyi olma, kontrol etme ve doğruyu bilme iddiasını içlerinde taşırlar. En büyük kötülük iyilik biçiminde ortaya çıkar demek değil midir bu? Kurdun kuzu postuna bürünmesiyle artık kendimizi de koruyamaz hale geliriz. Doğumumuzdan başlayarak ölene kadar geçen süreçte iyiliğin kaynakları olarak gördüğümüz ailemiz, öğretmenlerimiz ve kısaca sevdiğimiz herkes bize aslında “kötülüğü”, yani “düzene itaati” aşılamamışlar mıdır?

Ve bütün bunlarla anormallik normalleştirilmemiş midir?  Anti psikiyatrist R.D. Laing Yaşantının Politikası adlı kitabında der ki: “ Yabancılaşma, uykuda olma, bilinçsizlik, aklını yitirmiş olma, kendinden uzaklaşmış, kendini yitirmiş olma durumu normal insanın durumdur. Toplum normal insanına çok değer verir. Ve çocuklarını kendilerini yitirerek, saçma varlıklara dönüşmeleri için eğitir ve böyle onları normalleştirir. Normal insan son elli yılda kendisi gibi 100 milyon insanı öldürmüştür.”

Şimdi denilebilir ki her düzen kötü müdür? Hayır. Elbette değildir. Doğanın düzeninin kötü olduğunu kim söyleyebilir? Evrenin büyük düzeninde her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibidir. Kim güneşin doğru yerde olmadığını, mevsimlerin, suyun ve bitkilerin yanlış bir düzende işlediğini söyleyebilir? Her bilim adamı doğanın işleyiş düzeninin, ister insan bedeninde ister fiziksel dünyanın başka bir parçasında mükemmel olduğunu teslim eder. Ancak bütün bu doğal varlıkların masum ve harika düzenine karşın bir de biz insanların sembollere dayanan çirkin düzenine bakın. İnsanlar sembol yaratma güçleriyle istedikleri kadar öğreti, fikir, dogma yaratabilirler ve sonra da bu sembolleri somut, doğal ve temel olan sessiz doğa düzeninden daha üstün görmeye başlarlar. Geçenlerde duyduğum bir hikaye sembolleri gerçeklerden daha çok önemsememizin trajik sonuçlarına çok güzel bir örnektir. Bir adam yurtdışında yabancı bir kadınla evlenir ve ondan iki çocuğu olur, aradan on on beş yıl geçer ve sonra ayrılırlar. Adam ülkesine geri döner ve tekrar evlenir, buna rağmen adamın eski karısı ve çocuklarıyla ilişkisi normal bir şekilde devam eder. Ta ki eski eşinden olan çocukları soyadlarını değiştirmek isteyene kadar. O andan itibaren adam bu isteği bir hakaret olarak algılar ve çocuklarıyla ilişkisini keser. Şimdi bakın sadece bir isim, bir sembol ve bu sembole yüklenen anlam. Adam bir anda çocuklarını silebildi. Oysa onlarla gerçek bağlar kurmuş olsaydı bir isim değişikliğini kesinlikle bu kadar büyütmezdi. Adam sembolü gerçeklikten daha üstün bir yere koydu. Önemli olan onların canlı kanlı çocukları olması değil, ona ait olduklarının bir sembolle tescillenmesiydi. İnsanların soyadlarının aynı olması sadece aynı aileden olduklarını temsil eden bir olgudur, ancak onların isimleri dışında başka hiçbir konuda ortak olan hiçbir noktaları olmayabilir. Öte yandan bana hiçbir sembolle bağlı olmayan, hatta dilini bile bilmediğim, konuşamadığım insanlarla bile çok güzel bağlar kurabilirim.

GERÇEK KÖTÜLÜK: BENCİLLİK Mİ?

Sembollere dayalı “düzen” eğitim yoluyla öylesine içimize işlemiştir ki, kötülüğün kaynağı bizzat en yakınımız yani biz olduk (kötülük derken insanı kendisinden ve başka insanlardan ayıran her tür düşünme ve algılama biçimini anlıyorum). İnsanlar kötülük en yakınlarından (ya da bizzat kendisinden) gelince ne yapacaklarını bilemezler. Onun kötülük bile olduğunu anlamazlar. Annem, babam öğretmenlerim benim doğru ve iyi biri olmam için çalışıyor diye düşünürler. Düzene uyabilmek için içlerindeki çok değerli bir şeyi, içgüdüsel olarak duydukları sevgiyi, yaşama sevinci duygusunu ve mutluluğu kaybederler. Arno Gruen’e göre çocuk anne babanın onayını ve böylece de yanıltıcı “iktidar”dan payını alabilmek için kendine ihanet eder ve kendi eyleminin sorumluluğunu almanın yerini tabi olma ve uzlaşma alır. (Arno Gruen, Normalliğin Deliliği) Böylece, gerçek dünyada insani değerlerin yitimine katlanamayanlar “deli” kabul edilirken insani köklerinden kopmuş olanlar “normal” olarak onay bulur.

Ya da başka bir ifadeyle toplumsal düzenlemeler evrensel-doğal güçlerin ve etkilerin önüne geçmeye başlar. . . Alan Watts der ki, "Bir insan başkalarının ona getirdiği tanımlarla kafasını karıştırmamaya başladığı an evrensel ve benzersiz kişiye dönüşür.”

Oysa toplum doğal benliğimizden üstün değildir. Aileden başlayarak toplumun gitgide yayılan ve derinleşen etkisiyle kişi kendisini doğanın, kendi iç dünyasındaki sonsuz bilinç akımının ya da Tanrının dostu, bir parçası olarak algılama yetisini kaybeder, sadece toplumun malı olur. Toplum ya da onun yönetim organı olan hükümetler ve onların patronları olan egemen güçler, insanların doğal ve kozmik olanla bağını koparmak için ellerinden geleni yaparlar. İnsan bütünüyle bir yurttaş olarak tanımlanıp eğitilir. Dünyanın birçok ülkesinde felsefe, sanat, özgür din ve bilim eğitimlerinin ortadan kalkmış olmasının nedeni de budur. Ayn Rand, Bencilliğin Erdemi’nde şöyle yazmıştır:  “Özgürlük ve hükümet kontrolleri arasında hiçbir uzlaşma olamaz; "sadece birkaç kontrolü" kabul etmek; vazgeçilmez bireysel hakları teslim etmektir ve onun yerine hükümetin sınırsız, keyfi gücünü korumaktır, böylece kişinin kendisini aşama aşama köleliğe teslim etmesidir.”

Ancak topluma başkaldırmakla toplumda doğru olan hiçbir şeyin olmadığını iddia etmiyoruz. Yaşayan insanlardan oluşan toplum değil burada eleştirilen, doğallığını kaybetmiş, kendi benliklerine yabancılaşmış insanların oluşturduğu tehlikelere işaret etmeye çalışıyoruz. Toplum vazgeçemeyeceğimiz bir ortamdır, biz onun içinde büyüyüp insan oluruz, türlü kötülük ve iyilikleri de orada görürüz. Ama neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda kafamız karışmıştır. Ya da neyin neden iyi olduğu, neyin neden kötü olduğu konusu bulanıklaşmıştır. Çevremiz büyük bir hızla yıkılırken her gün yeni apartmanlar, siteler ve avmlerle betonlaşırken biz buna gelişme diyebiliyorsak burada durup tekrar düşünmemiz gerekir. Gelişmek neden doğanın yok edilmesi olsun ki? Ahlak kuralları da aynı şekilde sadece kural olarak varlığını sürdürmekte ve ezilenin daha da ezilmesine hizmet etmektedir. Fakir ve aç bir adam ekmek çalarken yakalanırsa hırsızlıktan hapse atılır. Ama o adamın neden aç olduğu sorgulanmaz. Onu aç bırakan sistem kötü olmaz adam kötü olur.  Zengin adamın fakirden çalmasının adına ise kar etmek denir. 

YARATICI YALNIZLIK

Ancak tam da bu nedenle eğer bütün bu toplumsal baskı mekanizmalarına karşı gelinecekse, eğer özgürleşme başarılacaksa bu herkesin kendi zihninde başarılacaktır ve belki de zamanla insanlara yayılabilecektir.  İnsanlar bu konuda yalnızdırlar. En azından kendi akıllarını, doğal eğilimlerini keşfedene kadar yalnız olmalıdırlar. Eğer çevrenizdeki herkes potansiyel olarak sizi köleleştiren bir sisteme aitse yapılması gereken yaratıcı bir yalnızlığı arzulamak ve kendisini etkileyen zehirli düşünce ve ahlak yapılarından özgürleşmektir Rollo May’in dediği gibi “Yaratıcılığa açık olmak için, kişi yalnızlığın yapıcı kapasitesine sahip olmalıdır.”

İnsan her şeyden önce koşulsuz gerçeği arzulamalıdır. Eğer içimizde böyle bir arayış yoksa, hangi konuda olursa olsun, ister politik ister felsefi ya da psikolojik, herhangi bir umut da olamaz. Ne yaptığımızı biliyor muyuz? Neden yaşadığımıza tatmin edici bir cevap bulabildik mi? Bir slogan olarak, bir düşünce olarak bir yanıt bulmaya çalışmak değil amaç, bir tutum olarak, varlığımızı kökten değiştiren bir yaşam biçimi olarak da bir yanıt bulabiliriz. Küçük de olsa, az da olsa deneyimlerimizden yola çıkarak bir takım basit, özlü gerçeklere varabiliriz. Bu gerçekleri iyice özümseyip test ederek ilerleyebiliriz. Yaşamın anlamını bulma çabamız nihai bir sonuca varma amacı gütmez. O birçok şeyi bir arada bulunduracak bir duruş, bakış ve güç kazanmaktır.  Birçok şey derken kast ettiğim insan oluşumuzun anlamını doyuracak ve yanıtlayacak şeylerdir. Örneğin bir yazar olmak, ya da yaptığı herhangi bir işi bir sanat gibi yapma arzusunda olmak böyle bir şeydir. İçinde kendini ifade etme, dünyayı anlayabilme, gerçeklere ulaşma ve insanlara yardım edebilme, geçimini bu işten kazanabilmek gibi unsurlar taşır.

YÜREĞİN BÜTÜNLÜĞÜ

Özet olarak,  Bu dünyaya bir çok şeyle savaşmak zorunda olan güçsüz varlıklar olarak geliriz. Bu savaşımda hayatta kalabilmek için toplumun desteğini almak zorunda kalırız. Ancak toplum bize gücünden ve olanaklarından onun yaşama ve düşünme biçimini benimsediğimiz ölçüde pay verir. Toplumlar yüzyıllar içerisinde duygulara, sezgilere, yaşamın özlü gerçeklerine göre değil, aklın kurguladığı katı sistemlere göre değişime uğramıştır. Etkili işleyen bir toplum iyi savaşabilir, çok üretebilir ama bunu bireylerin ve doğanın zararına gerçekleştirir. Bize mantıklı olanı empoze eder toplum. Arno Gruen, “İnsan varoluşunu kategorilere ve çerçevelere bölen mantık, yalnızca bütünlüğümüzden kuşkuyu güçlendirmeye ve bizi güvensizleştirmeye yarar. Fakat bütünlüğümüzün temelinde duygularımızın ve yüreğimizin söyledikleri vardır.” diyerek bu gerçeğe işaret etmektedir. Tek kurtuluşu yüreğin dilinde gören Gruen, “yarılmayı, sözde bir “gerçeklik”in mantığına bağlanarak değil, kendi duygudaşlık yetimizde, acıyı ve sevinci yaşama yetimizde ısrar ederek aşmak gerekir.” demiştir.

Yüreğin dilini nasıl konuşacağımızı ya da dinleyebileceğimizi öğrenmemiz gerekir. Bu konuyu yazının sonraki bölümünde tartışalım.

 

İlgili Haberler

Dergiler Haberleri