Yonca Hürol
Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi
yhurol@ciu.edu.tr
KKTC’nde her seviyedeki eğitimin geçtiğimiz son birkaç sene içerisinde derin yaralar aldığını hepimiz biliyoruz. Oysa Kıbrıslılar yakın bir zamana kadar eğitim konusundaki başarılarıyla bilinip tanınıyorlardı. Kıbrıs’lı bir akademisyen olarak bu durumun en önemli nedenlerinin ideolojikleşme ve yolsuzluk olduğunu düşünüyorum. Bugün tanık olduğumuz ideolojikleşme, kırk yıl öncekinin niteliğinden çok farklıdır ve yolsuzluk konusunun da bundan kırk yıl önceye göre farklı bir şekilde ele alınması gerekir.
Bu sorunlar maalesef pek çok dünya ülkesinde var. Hızla gelişen iletişim teknolojilerinin ekonomi ve politika üzerinde yaptığı etkilerin ideolojikleşme ve yolsuzluk sorunları konusunda da etkili olduğu biliniyor. Bu değişikliklerin sonucunda pek çok dünya liderinin ve politik partilerin önceki dönemlerin bütünleştirici yaklaşımlarının aksine kitleleri bölüp kutuplaştırarak başarılı olmaya çalıştığını artık biliyoruz (Harari, 2018, 21. Yüzyıl için 21 Ders). Bu durum 1974’den beri tanınmayan, Türkiye’ye bağımlı olduğu düşünülen ve küçük bir ada ülkesi olan KKTC’nde diğer ülkelere göre daha farklı ve ağır seyrediyor.
Adadaki uyuşturucu, kumar ve insan ticaretinin de konu ile ilişkisi bilinmekle beraber ben burada daha çok üniversitelerimizdeki sahte diploma yolsuzluğu, ilk ve orta okul ders kitaplarının ve eğitim programlarının değiştirilmesi, başörtüsü tüzüğü çalışmaları ve ikinci ilahiyat okulu protokolü gibi ideolojik amaçlı değişiklikler konularına yoğunlaşmak istiyorum.
Sahte diploma yolsuzluğu
Sahte diploma yolsuzluğunu anlamak için sadece sonuca değil sürece de bakmak gerekiyor. Yirmi yedi yıldır KKTC’de akademisyen olduğum için süreci yorum yapabilecek düzeyde bildiğimi düşünüyorum. KKTC’nde üniversite eğitimi işine iyi başladığımızın hepimiz farkındayız. Bir komşum DAÜ’nün kuruluşunda halktan da maddi destek istendiğini ve kendilerinin de katkı koyduklarını söylemişti. O kurum halkın da dişi tırnağından artırarak kuruldu ve Mağusa başta olmak üzere tüm ada için önemli bir kaynak ve bir ilk oluşturdu. Eğitimin bir hizmet sektörü olup (Hardt, Negri, 2000, Empire) alınır satılır olduğu günümüz ortamında tüm tarafların (öğrenciler, eğitimciler, kurumun sahipleri, toplum) kazanacağı ve yapılan işten memnun olduğu bir ortam hedeflenmiş ve başarılmıştı. Daha önce Türkiye’deki devlet üniversitelerinde şahit olduğum otoriter eğitim yerine öğrenci merkezliliğin sağlıklı bir şekilde yürütülüyor olması eğitimin niteliği açısından büyük bir kazanımdı. Çoğu Türkiye’den gelen öğrenciler adamızın güvenli ortamına gelip, kaliteli eğitim görüp, ucuza ikinci el araba alıp boş zamanlarında denize falan gidiyor, ya da şehirde sosyalleşiyorlardı. Daha sonra İran’dan da öğrenciler getirilmeye başlandı. Üniversitelerin diğer ülkelerde temsilcileri vardı ve öğrencileri onlar buluyorlardı. O dönem yoğun bir şekilde gelen ama daha sonra çok azalan İranlı öğrenciler eğitime önemli bir kalite getirmişlerdi.
Daha sonra giderek artan bir tempo ile ve beni hayretten hayrete düşürerek hem Türkiye’deki hem de ülkemizdeki üniversite sayısı artmaya başladı. Başarılı olunduğunu gören çokları bu işe girişmeye başladılar. Akabinde bu üniversiteler arasında öğrenci ücretleri ve akademisyen maaşları üzerinden tuhaf bir rekabet oluşmaya başladı ve giderek tırmandı. Çünkü kurumlar arası bir anlaşma ve denetim hiçbir zaman doğru düzgün sağlanamadı. Hatta bir an geldi ki kurumlar birbirlerinin öğrencilerini ayartmak için elektronik bilgilere erişmeye ve kantinlerde öğrencileri, “bize gel, eğitim daha ucuz, daha kolay ve zaten aynı diploma” diye kandırmaya başladılar. Bazı üniversitelerde çok kolay diploma alındığı hep gündemde oldu. Ama o üniversiteler değil, hep DAÜ gibi nitelikli bir kurum hedef gösterildi.
Aynı zamanda şehir restoranları fiyatlar konusunda aralarında anlaştılar; ev/daire/yurt sahipleri örgütlendi ve isteyecekleri kirayı birlikte belirlediler; taksiciler bir dönem üniversitelere öğrenci otobüsü alınmasın diye greve gittiler ve o dönem bunu başardılar; uçak biletleri öğrencilerin gidip geleceği dönemlerde pahalandı. Bize güvenip gelen öğrenciler ve ailelerine işte bu ortamı sunduk.
Yurt dışındaki öğrenci temsilcilikleri giderek olmayacak noktalara evrildiler ve bugün artık bazılarının insan ticaretine bile bulaştığı maalesef biliniyor. Ülkemize gelen ve bu insanların eline düşen on sekiz yaşındaki gençleri bir düşünün. Kendi çocuklarımızın başına böyle şeyler gelmesine razı olur muyduk? Kimler razı oldu? Kimler olmakta? Böylesi bir tuzakla baş edebilmek için on sekiz yaş çok erken…
Bu tablo bize gösteriyor ki, 2010 yılı civarında üniversiteler hariç herkes çıkarları doğrultusunda örgütlenmişti. Daha sonra bazı üniversitelerde hiç akademisyen olmadığını, eğitimin tümüyle pratikten kişiler arasında ve oldukça düşük ücretlerle yürütüldüğünü duyduk. Hatta geçimini sağlamak için üniversiteden istifa edip daha iyi maaş veren bir ortaokulda işe başlayan bir profesör olduğunu bile duydum. Asistanlar burslu öğrenciler olarak gösterildiği için genelde düşük maaş alıyorlardı ve sigortaları da ödenmeyebiliyordu. Yarı-zamanlı hocaların sayısı, bilindik üniversitelerdeki oranları aştı.
Seçim dönemlerinde gücü yetenlerin üniversitelere kadro yerleştirdiklerini hep duyduk, hala duyuyoruz. Tüm bu olumsuzlukların yanısıra akademisyenlerden istenen yayın sayısı ve niteliği sürekli yukarı çekildi. Akademik araştırmanın artması iyiydi ama bu akademisyenler hem araştırma üniversitesi hem eğitim odaklı üniversite elemanları gibi görülmekteydiler, yani kısa zamanda büyük işler başarmaları gerekiyordu. Buna paralel olarak bazı üniversitelerin istenen indeksler tarafından takip edilen dergileri satın alan ve şaibeli bir biçimde paralı olarak işleten farklı isim ve merkezli organizasyonlar oluşturulduğunu duyar, fark eder olduk. Zaten paralel olarak tüm dünyada akademik yayın konusunda mafyatik organizasyonlar oluşmaya başladığı, bu sorunla baş edebilmek için COPE gibi etik düzenlemeler yapan uluslararası organizasyonlar kurulduğu ve çoğu yayınevinin de etik konusunda çok ciddi ve bambaşka tedbirler almaya başladıklarına 2010’ların sonlarına doğru ben de şahit oldum.
Yukarıda anlattığım çoğu durum ve uygulamaları ben üniversite eğitiminin araçsallaştırılması olarak adlandırıyorum. Yani artık eskisi gibi tüm tarafların mutlu olmadığı, herkesin kendi çıkarı için her şeyi yapabileceği bir takas toplumundan (barter society) bahsetmek durumundayız (Adorno, Horkheimer, 1947, Aydınlanmanın Diyalektiği). Ama dikkat çekmek istediğim husus şudur ki, söz konusu araçsallaştırmaya henüz yolsuzluk diyemiyoruz; onun yerine yolsuzluğa bir kala diye de tanımlanabilecek araçsallaşma kavramını kullanmamız gerekiyor. Bu ortam tabi ki ülkemize sisli ortamları seven kesimleri de fazlasıyla çekti ve çekiyor.
Araçsallaşma varsa ve hiç kimsenin birbirine güveni yoksa orada bir toplumun varlığından da söz etmek zor. Toplum olmak için bireyler arasında ontolojik (herkesin kendini ve başkalarını da gözettiği) bir ilişki olması gerekir (Heidegger, 1927, Varlık ve Zaman). Sadece gücü yeten yandaşların birbirlerinin çıkarları için her şeyi yaptığı, başkalarını hiçe saydığı bir ortam olsa olsa bir sürü olarak nitelendirilebilir. Böyle ortamlarda insan insanın kurdudur (Hobbes, 1951, Leviathan).
Toplum yoksa var olan toplumsal sözleşmeler, yasalar, tüzükler vesaire de kalkınmanın, yani belli başlı kesimlerin para kazanması anlamında bir kalkınmanın, önünde engel olarak görülmeye başlanır ve yasa/kural tanımazlık baş gösterir. İşte KKTC’nde gelinen böylesi bir noktada ortaya çıkmış olan sahte diploma skandalı gibi durumlara yolsuzluk diyoruz. Yolsuzluk izah edilebilir, kabul edilebilir veya yasal değildir. Bir sınır aşımıdır. Bunun engellenmesi için yasal süreçlerin tanımlanması ve düzenli kontrolün gerçekleşmesi gerekir. Maalesef bunu başaramadık. KKTC’nde on yıllarca yaşanan araçsallaşma göstergelerine ve yolsuzluğun göstere göstere gelmesine rağmen niye bu kadar beklendi sorusunun cevabı belli bence. Ben ülkemizdeki yüksek öğretime bizlerin, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üniversitelerimizin yurtdışı faaliyetlerini engellemeye çalışarak verdiğinden çok daha fazla zarar verdiğimizi düşünüyorum.
Bunlara dayanarak nasıl bir strateji gerekiyor diye sorarsak sadece “yolsuzluk dışarı” demenin yetmeyeceği aşikâr olur. Araçsallaşmanın da belli bir ölçüde frenlenmesi gerekir. Bunun için adadaki eğitim kurumları ile ilgili olarak tüm paydaşların (öğrenci, eğitimci, yönetici, meslek odaları, vs.) hepsinin kendini kazançlı hissettiği (win-win) bir noktaya yönelmeyi sağlamak amacı ile, başta öğrenciler ve halk ile olmak üzere, sorunun tespiti ve çözümüne odaklanan ve tabandan tavana işleyecek karar mekanizmaları oluşturmak amaçlı bir araştırma yapılmasını önermek istiyorum. Çünkü araçsallaşmanın yaygınlığı ve yolsuzluk adamızda son on ila on beş yıl içerisinde kimsenin bir diğerini umursamadığı sorunlu bir kültürel değişimin gerçekleştiğini göstermektedir.
Ben burada sadece üniversiteler ile ilgili olarak adamızda neleri görmek istediğimi ve istemediğimi yazabilirim. KKTC’nde üniversite sayısının doygunluk seviyesini çoktan aştığını ve bu konuda bir tedbir alınması gerektiğini, üniversite sahibi olacak kişi ve şirket adaylarının eğitim alanındaki tecrübeleri ve geçmiş tüm deneyimlerinin sorgulanması gerektiğini, üniversitelerin birbirlerinden öğrenci çalmak yönündeki çabalarının engellenmesi gerektiğini, üniversiteler arasındaki rekabetin etik ve olumlu bir düzeye çekilmesi gerektiğini, yabancı öğrencilerin vize ve banka ile para transferi konularında yaşadıkları sorunların acilen giderilmesi gerektiğini, öğrenci sayısının öğretim üyesi ve diğer tüm öğretim elemanlarının sayısına oranlarının dünya standartlarına uygunluğunun sürekli takip edilmesi gerektiğini, öğretim üyesi ve elemanları için minimum bir ücret tanımı yapılması gerektiğini, akreditasyonu bulunmayan üniversite/bölüm mezunlarına (özellikle bazı meslek dallarında) mesleki yetki verilmemesi gerektiğini, eğer bir üniversiteler adasıysak ülkede akreditasyon veren ve kendileri de denetlenen kurum ya da kurumlar olması gerektiğini düşünüyorum. KKTC’nin şu anki pozisyonunda üniversiteler için özerklik talep etmenin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum.
Ama en önemlisi öğrenci temsilciliklerinin denetlenmesi ve öğrencilerin insan ticareti tuzağına düşmelerinin mutlaka engellenmesi gerektiğini düşünüyorum. Öğrencilerin adaya gelince çalışarak okuyabilecekleri ve derslere devam etmeyebilecekleri gibi şekillerde bilgilendirilerek adaya getirilip, daha sonra fuhuşa ya da bir tür köleliğe sürüklenerek perişan olmaları, dünyaya karşı biraz onurumuz kalmışsa eğer, engellenmek zorunda.
Eğitim ve İdeoloji
İdeoloji yanılsama anlamına geldiği ve özellikle de kimlik oluşumunu temellendiren hikayeler üzerinde yükseldiği için (Eagelton, 1991, İdeoloji), bilimsel gerçeklik üzerine oturması gereken çağdaş eğitim ile bağdaşmaz. Çağdaş araştırma ve eğitim söz konusu hikayelere bile bilimsel bir biçimde, yani somuttan hareket ederek ve kanıt göstererek yaklaşır.
Günümüzde çağdaş iletişim teknolojilerinin (yani sosyal medyanın ve AI’ın) etkisi ile çok fazla, çeşitli ve hızlı yayın (kişisel ve bilimsel) yapıldığı, herkesin istediği yayını takip ettiği, toplumsal fay hatları oluştuğu, “rating”i arttırmak için kimi zaman editörler, kimi zaman da editör olan AI’lar kutuplaştırıcı paylaşımları artırdığı için (çünkü insan doğası gereği kendisi için tehlike oluşturabilecek tehditleri bilmek eğilimindedir), genel olarak toplumlarda kutupsallaşma eğilimi artmıştır. Söz konusu hız, yayın yoğunluğu ve karmaşıklık insanların imajlara daha fazla önem vermelerine, kolay karar verebilmek adına net görüşler oluşturmalarına (Baker, 2020, Görüşlerden İmgelere: Duyguların Sosyolojisine Doğru Denemeler), uzun süren, zahmetli olan ve eğitim gerektiren düşünce yerine his ya da duyguları ile hareket etmelerine zemin oluşturmuştur. Günlük hayatı kuşatan bu zemin politikaların da dünya genelinde kutuplaşma üzerine kurulmasını normalleştirmiş, düşünen sorumlu politikacı imgesi yerini otantik ama sorumsuz davranan, ilgi çekici ve istikrarsız politikacılara bırakmıştır.
Refleks ve duygular ile hareket edilen bu ortamda meydana gelen kutuplaştırma amaçlı ideolojik baskılar, iyi niyetle yapılıyor olsalar bile, anlayış yoksa, iyi niyetin de kötü niyet kadar zararlı olabileceğini uzun süredir biliyoruz (Camus, 1956, Düşüş). Çünkü birisi için iyi olan her zaman başkası için iyi olmayabilir. İyi olduğu zannedilen niyetlerin çoğu zaman ideolojik olduğunu da biliyoruz. İyi niyete vurgu yapılmasının bazen sorumluluktan kaçmak için ve zararlı davranışları savunup rasyonalize etmek için kullanıldığını da biliyoruz. Olayların sonucuna göre mi, sürecine göre mi değerlendirilebileceği, ya da hangi durumda hangisinin değerlendirmede belirleyici olabileceği ise tıpkı söze mi eyleme mi bakılması gerektiği gibi yerine göre tartışılması gereken bir konudur. Ama bunların hiçbiri göz ardı edilemez. Kaldı ki günümüzdeki karmaşıklık, yoğunluk ve hız ile, tekil olarak değerlendirilmesi gereken her olayın başı ve sonu da birbirine karışmıştır.
Bu durum maalesef ezberlenmiş gerçekliklerin (sağduyu ya da dünya görüşü de denilebiliyor) nefret ve kutuplaşma temelinde yaygınlaşmasını ve insanların itaatkâr otomatlar haline gelmesinin önünü açmaktadır (Freire, 1968, Ezilenlerin Pedagojisi). Ezberlenmiş gerçeklikler kolaydır, sinyallerle işler, ama takılmış plak gibi oldukları için, kimseye faydaları yoktur. Böylesi ortamlarda imajlar önem kazanır, insanlar his ve duygularıyla hareket etmeye başlar, ortama ideoloji hâkim olur. Bu ise eski “böl ve yönet” politikalarının sanki de ülkemizde ve kendi kendimize uygulanması gibi bir şeydir aslında. Bu bağlamda KKTC’nde yaşanmış olan yolsuzluk skandalının arkasında da eğer insanların kutuplaştırılması ve yandaşların güçlenip ekonomik yünden kalkınması hedefi varsa, bu durum da çağdaş biçimi ile ideoloji problemine bağlanabilir.
Kutupsallaşmanın farklı ve ideolojik içerikli toplumsal çıkarlar söylemlerine dayandığı, ancak bu söylemlerin de belli çıkar guruplarını temsil ettiği bellidir. KKTC’nde bana göre belli başlı güncel kutuplaşma evrensel ve kültürel (yerel değil) değerlerin farklılığı üzerinden yürümektedir ve maalesef ilk ve ortaokul düzeylerindeki öğrencilere kadar elini uzatmış ve çocuklar ile ailelerin çocukları konusundaki hassasiyetleri siyasi malzeme haline gelmiştir. Yeniden düzenlenen ders kitapları, bu sırada yaşanan yayın etiği sorunları, öğretim programı değişiklikleri, başörtüsü tüzüğü ile ilgili çalışmalar ve ikinci ilahiyat okulu protokolü konusundaki tartışmaları bu doğrultuda ayrı ayrı incelenebilecek ve değerlendirilebilecek konular olarak görmekteyim.
Ben burada sadece etik ile ilgili eski ve yeni birkaç yargılama mekanizmasından bahsetmeyi tercih ediyorum. Birey haklarının korunması (İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, 1789) ve çoğunluğun korunmasını (Mill, 1861, Faydacılık) talep eden etik değerlendirme yaklaşımları en yaygın bilinen ve birbirine zıt da olabildikleri için, çoğu zaman insanların işlerine geldiği gibi kullandıkları yaklaşımlardır. Ezberlenmiş gerçeklikler arasında yer alırlar diyesim geliyor. Bunun dışında doğru bulsak da bulmasak da kurallara uymak gerekliliği (ki en etkili olan görüştür denilebilir, Kant, 1790, Yargının Eleştirisi) ile kurallara mutlaka doğru bularak uymanın etik olduğu (Hume, 1751, Ahlak Felsefesi) yaklaşımlarından da söz edilebilir. Sert ve kaba davranışlardan kaçınılması gerektiği de ortama hâkim olmuş, benimsenmiş bir yaklaşımdır (Kant, 1790). Daha eski bir felsefeye göre karakterine uygun olanı seçmek etiktir ve işi bilenlere/karakteri uygun olanlara vermek gerekir (Aristo, MÖ 4.yy, Nikomakhos Etiği). Günümüzde insanlar çok fazla yer değiştirdikleri ve farklı ülkelerde yaşayabildikleri için, Moby-Dick romanından yola çıkarak yeni bir etik teori daha geliştirilmiştir. Bu teoriye göre istikrarlılık yerine gittiğin yere uymak için, her yer değiştirdiğinde değişmek etiktir (Dreyfus, Kelly, 2011, Parlayan Her şey). Aslında bulunduğun yer ve zamana uygun hareket etmek, yani kairos geçmişte de benimsenmiş, hep önemli ve etkili olmuş bir prensiptir (Aristo, MÖ 4.yy, Retorik). Çağdaş iletişim teknolojileri ve onların neden olduğu giderek artan yanılsama etkisi nedeni ile sağlıklı yargılama araçları sunan etik bilgisinin giderek daha çok önem kazanacağı tahmin edilmektedir (Harari, 2018, 21.yy. için 21 Ders).
KKTC eğitimindeki ideolojik sorunları çözmek için nasıl bir strateji gerekiyor diye soracak olursak sadece “ideoloji dışarı” demenin yetmeyeceği aşikardır, çünkü yanılsamalar ve imajlar dünyasında yaşamaktayız. Benim bu çatışkı konusunda tarafım KKTC’nde eğitimin bilimsel olması gerektiği ve evrensel değerlere dayanması gerektiği yönündedir. Bunun birkaç nedeni vardır. Çünkü, bazı toplumlarda evrensel değerlerin işlemeyebileceğini kabul etmekle birlikte, KKTC’nde toplumsal değerlerin 100 yıldan fazla bir süredir (1887’de başlayan İngiliz sömürge dönemi etkisi ve arkasından 1920’lerde kurulan modern Türkiye Cumhuriyeti’nin de etkisi ile) daha çok evrensel değerlere paralel olduğunu ve genel olarak insanlarımızın somuttan hareket ederek düşünme eğiliminde olduklarını biliyorum. Çünkü bilimselliğin de bazı ideolojik özellikleri olduğunu kabul etmekle birlikte, bu ideolojikliğin, yanılsama türü ideolojilere oranla çok daha düşük oranda olduğunu düşünüyorum (tabiki araçsallaşmış ve yolsuzluğa alet olmuş uygulamalar hariç). Çünkü insanlarımızın, duygularıyla hareket etmek zorunda kalsalar bile, bu duyguları düşünsel bir temele dayandırabilmeyi tercih edeceklerini biliyorum.
Özendiğimiz yönde yürüyebilmek ümidi ile.