Yeni Bir Cumhurbaşkanlığı Seçimine Doğru: Dünyada ve Bölgede Yaşananlar, Çıkarılabilecek Dersler

Eğer diplomasi Doğu Akdeniz’de devreye girecekse KKTC’deki cumhurbaşkanının kim olacağı çok önem taşıyacaktır.

Yeni Bir Cumhurbaşkanlığı Seçimine Doğru: Dünyada ve Bölgede Yaşananlar, Çıkarılabilecek Dersler

İlksoy Aslım
ailksoy@yahoo.com

Kıbrıs’taki cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili ilk yazım 11 Ekim 2020 tarihinde Yenidüzen gazetesinde çıkmış ve Kıbrıs Başpiskoposu III. Makarios’un cumhurbaşkanı seçilmesiyle sonuçlanan süreci anlatmıştım. Bugün yeni bir cumhurbaşkanlığı seçimini yazarken garip bir ruh hali içinde olduğumu söylemeliyim. Genelde yazarken sakinim ve kolay yazdığımı düşünürüm. Ancak Ahmet Güneyli hocam bu yazıyı yazmamı talep ettiğinde zorlanacağımı hiç düşünmemiştim. Konu kendi “vatanının geleceği” üzerinde yazmak olunca böyle oluyormuş demek ki! Aslında tedirginliğim sebepsiz değildi çünkü yazarın birinin Türkiye’deki Milat gazetesindeki köşe yazısını okumuştum. Yazar köşe yazısına “KKTC Türkiye’ye katılmalıdır” diye başlık atmıştı. Bununla da yetinmeyip yazısının ilk cümlesini “KKTC Türkiye’ye ilhak edilmelidir” diye yazmıştı. Beş yıla yaklaşan süreçte iki devletli çözüm önerisine daha alışamamışken yazar KKTC’nin bağımsız bir devlet olmasını istemem diye yazınca nasıl davranacağıma karar verememiştim. Sağ olsun yazar benim anlayabilmem için konuya açıklık getirerek Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olması halinde Türkiye’den tamamıyla kopa(rtıla)bileceğini anlatmıştı. Ayrıca yazar açısından kabus senaryosu, KKTC’nin AB üyesi yapılarak, ilerleyen yıllarda Rum kesimiyle birleştirilebilme ihtimaliymiş. Yazarın yazdıklarını sindirmeye çalışırken bizim için bir kabus senaryosu hazırladığından ise habersizdim. Yazar, Kıbrıs’ı kaybetmemek için Türkiye’den Ada’ya nüfus yerleştirilmesini önerirken TOKİ’ye görev verilerek Kıbrıs’ta “şimdilik 100 bin konutluk bir çalışmanın başlatılmasını” istemişti. Her haneye ortalama dört kişini yerleşebileceğini düşünürsek 400000 yeni vatandaşımızın olacağını hesaplayabiliriz. Bunlardan sonraki önerisi bize tanıdık geldiğinden hemen anlayıverdim. Yazarın yeni önerisi şuydu: Kıbrıs İslamlaştırılmalı, Türkleştirilmeli ve millileştirilmeli. Ve yazar benim ‘ABD Politikalarında Kıbrıs Açmazı kitabımdan ilham almış olmalı ki şu öneriyi de yazısının bir yerine yedirmişti. Ben kitabımda Atina hükümetinin Kıbrıs Rum Meclisine enosis kararı almasını talep ettiğini yazmıştım ya, o da KKTC Meclisine öneri yaparak Ada’nın Türkiye’ye katıldığını ilan etmesini istemişti. Yazarın önerilerinin kabul görmesi durumunda önümüzdeki seçim ülkemizde yapılan son cumhurbaşkanlığı seçimi belki de son büyük seçimimiz olabilirdi. Çünkü yazar “Türkiye’ye Kıbrıs’ı ilhak” ettikten sonra Azerbaycan ile birleşmenin yollarını açmayı düşünmekte ve böylece “Azerbaycan üzerinden Türk dünyasıyla birleşmenin yollarını” açmayı hedeflemekteydi. Türk dünyası birleştikten sonra ise Kuzey Kıbrıs ancak bir ilçe haline gelip belediye başkanı ve belediye meclisi üyeleri seçilebilirdi. Cumhurbaşlığı adaylarımız belediye başkanlığına, milletvekillerimiz ise belediye meclis üyeliğine seçilmek için mücadele ederlerdi.

Yukarıdaki uzun giriş ülkemizi gelecekte bekleyen “fırsatlar” ve “riskler” anlamında uyarıda bulunmak için yazılmıştır. Bu çerçevede nasıl bir dünyada yaşadığımızı, Doğu Akdeniz’de nelerin olduğunu, insan hakları konusunda yaşananları ve Kıbrıs’taki gelişmeler nedeniyle halimizin ne olacağını anlamaya ve anlatmaya çalışacağım. Kısacası dünya ve Ortadoğu’daki ekonomi-politik yapının bizlere nasıl bir gelecek vaat ettiğini sorgulayarak cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken neler yapılması gerektiği üzerinde tartışmaya, kısaca nasıl bir cumhurbaşkanı adayına ihtiyacımız olduğunu düşünmeye ve okurlarla paylaşmaya çalışacağım.

Nasıl Bir Dünyada Yaşıyoruz?    

Yonca (Özdemir) hoca Gaile’nin geçen ayki sayısında “Quo Vadis? Dünya Nereye Gidiyor?” yazısıyla ufuk açıcı ve başarılı bir dünya tahlili yapmıştı. Yonca hocamın yazısını kaçıranları okumaya davet ederken kendimce bazı kısa saptamalar yaparak konuyu tartışmaya devam edeceğim.

Soğuk Savaş dönemi 1990’lı yılların başında sona ererken yeni dünya düzeninin bize neleri vaat ettiğini unutmak mümkün değildir. Artık tarihin sonuna gelmiş liberal kapitalist sistem büyük bir zafer kazanmış ve içine girdiğimiz refah çağında herkes kendi payına düşeni alıp mutlu olacaktı. Çok geçmedi 2000’de “Amerikan Rüyasını” yerinde deneyimlemek üzere Washington DC’de bir programa katılma şansını yakalamıştım! Orada kaldığım süreçte Washington Ünivesitesinde derslere katıldım, ABD Kongresinde de staj yaptım. Hafta sonları hocalarımız ve staj arkadaşlarımızın riskli olarak nitelendirdiği ve gitmememizi önerdiği bölgeleri özellikle görmeye çalıştım. Anılan bölgeler siyahların ve azınlıkların kısaca çoğunlukla emekçilerin yaşadığı alanlardı. Ben zenginlik ile fakirlik arasındaki uçurumun bu denli yoğun olduğunu sadece kitaplarda okumuştum. Orada gözlerimle gördüm.

Kongreye tüm dünyadan gelen temsilciler sorunlarına çarenin Washinton’da bulunacağına inanıyorlardı. Ancak yanılıyorlardı çünkü tek kutuplu dünyada Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kendi hayalleri çerçevesinde hareket edecekti. Çok değil kitabının basılmasından 5-6 yıl geçmeden “Tarihin Sonu ve Son İnsan”ın yazarı Francis Fukuyama bile tarihin sona ermediğini itiraf etmek durumunda kalmıştı. Sovyet sisteminin yıkılmasından sonra neoliberal ekonomi politikaları artık eski sosyalist ülkelere de kısıtsız bir şekilde girmeye başlamıştı. Tek amaç daha fazla kâr olunca sınıflar arasındaki eşitsizlik derinleşmeye ve sadece ülkeler arasında değil ülkeler içindeki sınıf farklılıkları daha net görülmeye başlanmıştı.

ABD’nin 1945 sonrasında kurduğu “kurallara dayalı uluslararası sistem” Soğuk Savaş sonrasında tüm dünyaya yayılmıştı ama 2000’li yıllarda Washington’un çok öngöremediği gelişmeler de yaşanmaya başlanmıştı. Kurallara dayalı uluslararası sistem evrensel değerler ürettiğini iddia ederek buna uyulmasını öngörmüştü. Ancak çifte standartların yoğun şekilde yaşanması mevcut sisteme yönelik eleştirileri de artırmaya başlamıştı. Çin Halk Cumhuriyetinin (Çin) mal üretim, Rusya Federasyonunun (Rusya) da enerji merkezi olması öngörülmüştü. Hem Çin hem de Rusya bir süre sonra kendilerine yüklenen misyonun ötesine geçen talepleri yükseltmeye başlamışlardı. Onlara göre tek kutuplu sistem yerine çok kutuplu sistem kurulmalı söylemleri hem Moskova’dan hem de Pekin’den yükselmeye başlamıştı. Çin sadece endüstriyel üretim bandı olmanın ötesine geçerek yüksek teknoloji üreten dev bir rakip olarak ABD’nin biricikliğini tehdit etmeye başlamıştı. Rusya ise Avrupa Birliği’nin ucuz enerji sağlayıcısı olmaktan ve NATO’nun kendisi aleyhine genişlemesinden rahatsız olmaya başlamıştı.

BRICS’in temelleri bu süreçte atıldı ve Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya tarafından 2009’da (BRIC ismiyle) kuruldu. 2010’da Güney Afrika Cumhuriyetinin katılımıyla adı BRICS oldu ve sonrasında yeni katılımlara rağmen ismini değiştirmedi. BRICS’in kuruluşu ABD açısından, bölgesel bir ticari örgütlenmenin ötesinde bir yapılanma olarak değerlendirildi ve sürükleyici güç olarak görülen Çin’in durdurulması/çevrelenmesi kararlaştırıldı. Bu politika Barack Obama’nın son dönemlerinde geliştirildi ve sonraki başkanlar tarafından da sahiplenilerek Çin’in yayılmasının önlenmesi temel dış politika önceliği haline geldi. Çin’in gündeme getirip uygulamaya koyduğu “Kuşak ve Yol Projesi” ABD açısından çanların daha yüksek sesle çalınmasına neden oldu. Anılan proje bütün kıtaları birbirine bağlamayı ve ticaret yollarını geliştirmeyi hedefliyordu.

Sonraki süreçte ABD bu projenin sekteye uğraması için tüm gücüyle çalışmıştır. Çünkü Çin ABD’nin girmediği tüm bölgelerden başlayarak onun hakim olduğu alanlara da sızmıştı. Kısacası Soğuk Savaş döneminde sosyalist ve kapitalist blok olarak bölünen ekonomik alanlar günümüzde bütünleşmiş ve büyük kapitalist güçler arasında mücadeleye evrilmişti. ABD Donald Trump’ın ikinci kez başkan olarak seçilmesinden sonra daha sert politikalarla Çin’i durdurmayı hedeflemiştir. Bugün baş döndürücü bir seyir izleyen Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmeye çalışılması, Rusya-Ukrayna savaşının erken çözümünün hedeflenmesi, Iran-ABD ve Iran-Avrupa nükleer müzakerelerinin devam etmesi ABD’nin bölgesel sorunları ortadan kaldırarak Çin’e odaklanma amacını taşımaktadır. Rusya’yı yeniden uluslararası sisteme almayı hedefleyen ABD böylece Moskova’nın Pekin’den mümkün olduğu kadar uzaklaşmasını öngörmektedir. 9 Mayıs 2025 tarihinde faşizme karşı kazanılan zaferin yıldönümünde biraraya gelen Rus ve Çin liderleri birlik mesajı verirken ABD’nin planının gerçekleşmesinin kolay olmayacağını Washington’a düşündürmüş olmalıdır.

Doğu Akdeniz’de Neler Oluyor? 

            ABD öncülüğündeki Batı dünyası Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi konusunda anlaşmış görünüyorlar. Üzerinde anlaştıkları öncelikli konu ise İsrail’in politikalarına kesintisiz destek vermek ve güvenliğini garanti altına almaktır. İkinci Dünya Savaşınında Yahudilere yönelik soykırımın günahını taşıyan Batı, İsrail’e karşı en küçük bir eleştiri yapmaktan kaçınmaktadır. Gazze’de İsrail’in yaptığı vahşet zamanında Yahudilerin yaşadıklarından farklı değildir. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı İsrail’e ulusal güvenlik gerekçesiyle Filistinlilere yapılan katliamları meşrulaştırmanın aracı haline gelmiştir. İsrail parlamentosunun son kararı Gazze’ye yönelik kalıcı işgalin başlatılmasıdır. Filistinlilere yönelik vahşet devam ederken Trump’ın Arap ülkelerini ziyareti 3.2 trilyon dolarlık anlaşma sağlanmasıyla sonuçlanmıştır. Arap ülkelerinin çoğu artık Filistin sorununu kendileri için bir yük olarak görmekte ve ondan kurtulmaya çalışmaktadırlar.

İsrail, ABD politikalarının bölgedeki savunucusu ve uygulayıcısıdır; Suriye’deki Esad yönetimin devrilmesinde önemli katkısı olmuştur. Esad rejiminin düşürülmesinden sonra yine kendi güvenlik kaygılarını öne sürerek Golan ve çevresindeki işgalini genişletmiştir. İsrail’in yeni hedefi Suriye’nin de Lübnan’la birlikte Abraham Antlaşmalarına katılmasıdır. ABD de bu amaçla Suriye ve Lübnan’a yönelik teşviklerini yoğunlaştırmıştır.

            Çin dünyanın dört bir yanında ABD’nin nüfuz alanlarına sızarken Ortadoğu’da Washington’un belirleyiciliği tartışılmazdır. Rusya bölgeden büyük ölçüde çakilirken Çin’in, İran-Suudi Arabistan ve Filistinli gruplar arasında arabuluculuk yapmak dışında güçlü bir etkisi bulunmamaktadır.

Batı dünyasının lideri olan ABD’nin müttefiklerine enerji kaynakları akışını kesintisiz olarak sağlama sorumluluğu vardır. Rusya’ya eskisi gibi bağlı olmak istemeyen Avrupa ülkeleri için Doğu Akdeniz’de çıkarılacak olan doğal gazın kıtalarına aktarılması önem taşımaktadır. Bu çerçevede İsrail, Mısır, Kıbrıs ve Yunanistan arasındaki işbirliği yoğunlaşmıştır. Doğal gazın Avrupa’ya Yunanistan üzerinden taşınması daha fazla maliyetli olmasına rağmen Türkiye tercih edilmemiştir. Türkiye ile geçmişte sorun yaşayan bu ülkeler Ankara’ya karşı birlikte hareket etmeyi tercih etmektedirler. Bu süreçte Türkiye’nin bu ittifak içine girmesi zor görünmektedir. Bunu yapabilmesi için Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki politikalarında değişiklik yapması, en azından Gazze’de ateşkesin sağlanması gerekmektedir. Türkiye, Kıbrıs’ı Doğu Akdeniz politikasının bir parçası haline getirmişti. Bu anlamda Kıbrıs politikasında da değişiklik yapmadan enerji denkleminde yer alması mümkün görülmemektedir.  

İnsan Hakları Kimin Umurunda!   

Günümüzde insan haklarına verilen önem giderek azalmaktadır. Rusya ve Çin’in insan hakları konusuna önem vermediklerini zaten biliniyor. Geçmişte ABD, Batı değerleri dolayısıyla insan haklarının öncülüğünü yapmaktaydı. 1975’te imzalanan Helsinki Nihai Senedinin imzacıları arasında ABD ile birlikte Sovyetler Birliği de vardı. Yumuşamanın bir sonucu olarak imzalanan bu senedin bir sepeti de insan haklarıyla ilgiliydi ve ABD, Sovyetler Birliğindeki ihlallerini kullanarak Moskova’yı uluslararası sistem içinde zor durumda bırakmıştı. ABD’nin önceki başkanı Jo Biden 2021’de bir “Demokrasi Zirvesi” toplamış ve yurt içinde demokrasi ve yurt dışındaki otokrasilerle yüzleşmeyi hedeflemişti. Hatırlanacağı üzere, Biden üç tema üzerinde durmuş, “otoriterliğe karşı savunma, yolsuzlukla mücadele etme ve insan haklarına saygıyı” hedeflemişti. Ancak bu buluşmaya birçok otoriter ülkenin katılmış olması çok eleştirilmişti.

Bugün ABD’nin başında insan hakları, azınlık hakkı, çevre gibi konuları duymak bile istemeyen bir başkan bulunmaktadır. Bir zamanın demokrasi şampiyonu olan ABD artık dünyadaki otoriter yöneticilere model olmaktadır. Otokratlar birbirinden öğrenirken demokrat, ilerici kesimler arasındaki dayanışma zayıftır ve sol/demokrat liderler sağ politikaları desteklemenin halkın desteğini artıracağını düşünmektedirler. İlginç olan ise popülist politikalar öneren sağ partilerin solun doğal müttefiki olması düşünülen emekçilerin desteğini de alabilmeleridir. Tıpkı ABD’de Trump’ın başardığı gibi. Ancak son günlerde Çin ile gümrük vergileri konusunda eski tarifeye dönmeye karar verilmesi Trump açısından bir geri adım atma olarak değerlendirilmektedir. Önümüzdeki süreçin yeni gelişmelere gebe olduğu bellidir ama nelerin olabileceğini saptamak (belirsizlikten dolayı) kolay değildir. Bazı bilim insanlarının bu dönemi “belirsizlikler çağı,” “tedirginlik çağı” olarak isimlendirmelerinin gerekçesi burada aranmalıdır.  

Son bölüme geçmeden önce yapılması gereken bir saptama bulunmaktadır. Kapitalist sistem bir bunalım içindedir ve sistem, bunalımı çözmek için savaş dahil birçok yöntemi kullanmaktadır. Yüzyıllardan beri verilen mücadelerle elde edilen kazanımlar sürekli geri alınmaya çalışılmakta ve emekçilerin yaşamları giderek zorlaşmaktadır. Çok net olarak görebildiğimiz, sosyal devlet olgusunun giderek ortadan kalktığıdır. Geçmişte Avrupa’nın sosyal devlet konusunda ileri düzeyde olduğu çokça ifade edilmekteydi. Ancak sosyal politikalara ayrılan kaynak güvenliğe ayrılınca dar gelirlilerin yaşam kalitesi giderek düşmektedir. Rusya tehditini öne süren Avrupa hükümetleri savunma giderlerini artırmaktadırlar. Bugün Avrupa’da sosyal devletin sadece Kuzey Avrupa ülkelerinde güçlü olduğu görülmektedir. O ülkeler de parlamentolarından geçirdikleri kararlarla silahlanmaya/güvenliğe yoğun bir şekilde kaynak artırmaya devam ederlerse de yakın zamanda onlar da sosyal devlet olgusunu kaybedeceklerdir.

Ne Olacak Bizim Halimiz?

            Adamızın dünyadan ayrı olduğu ve olup bitenin bizi çok fazla etkilemediği ya da ilgilendirmediği görüşü yaygın bir kanaattır. Ancak Kıbrıs dünyadan izole değildir ve dünyada yaşanan ekonomik ve politik gelişmelerden etkilenmektedir. Ortadoğu’da yaşanan savaş devam etmektedir ve top seslerini duyabileceğimiz kadar yakınımızdadır. Birleşik Krallık üsleri Ortadoğu’daki gelişmelere paralel olarak Londra ve Washington tarafından kullanılmaktadır. Fransızların da Kıbrıs’ta üssü olduğu bilinmektedir. Kısacası hem Güney’de hem de Kuzey’de askeri yığınak sözkonusudur.  

            Kuzey Kıbrıs’ta ekonomik anlamda mutlu olan çok küçük bir azınlık bulunmaktadır. Onlar bile Rum mahkemelerin aldığı kararlar nedeniyle tedirgindirler. Kıbrıs Cumhuriyeti mahkemelerinin aldığı kararlar Kuzey Kıbrıs’ta ne kadar korunaksız olarak yaşadığımızı göstermektedir. Maraş’ın açılması tartışmaları yeni gerilimlere gebedir. Devlet yöneticileri sıradan insanlar gibi gelişmeler karşısında şaşkın vaziyette ne olacağını beklemektedirler. Aslında Kıbrıs konusundan kaynaklanan nedenlerle yapabilecekleri çok fazla olanak da bulunmamaktadır. Zaten ekonomik kalkınmayı sadece inşaata dayandırmaları sorunların ilkidir. Hatırlanacaktır, bir zamanlar turizm, sonrasına üniversiteler öncelikli “sektör” olarak görülmüştü. Turizm kumar sektörüne dayanınca, üniversiteler de öğrenci sayısını artırmayı öncelik sırasına alınca iki “sektör” de alarm vermeye başladı. Sonuç olarak ekonomi dışa bağımlı karakterini pekiştirdi ve Kuzey Kıbrıs kanunsuz ilişkilerin merkezlerinden biri olarak anılmaya başlandı.

            Bütün anlatılanlardan sonra gelelim önemli soruya: Cumhurbaşkanlığının önemi nedir? Parlamenter sistemle yöntilen KKTC’de cumhurbaşkanlığı makamı sembolik öneme sahiptir ve siyasal gücü yoktur. Ancak Kıbrıs sorunu nedeniyle cumhurbaşkanı ülkenin en önemli şahsiyeti olarak görülmektedir. Çünkü cumhurbaşkanı seçilen kişi gerek Kıbrıs’ta gerekse yurt dışında toplum lideri olarak görülmekte ve önem verilmektedir. Kıbrıs’ta görüşmelerin devam etmediği ve yurtdışı temaslarının olmadığı dönemlerde ise cumhurbaşkanı sembolik konumuna dönmektedir.

            Önümüzdeki süreçte Kıbrıs sorununun çözümüne odaklanılmayacaksa kimin cumhurbaşkanı olacağının çok fazla önemi yoktur. Belki genel seçimlere yönelik bir eğilim göstergesi olarak işe yarayabilir. Ben yukarıda yapmaya çalıştığım değerlendirmeler sonucunda önümüzdeki süreçte görüşmelerin yeniden yoğunlaşacağı düşüncesindeyim. Yukarıda değinmediğim ama şimdi kısaca üzerinde duracağım Türkiye’deki açılımı önemsiyorum. Türkiye Cumhuriyeti devleti 1920’li yıllarda başlayan sonrasında 1970’li yıllarda yeniden yükselişe geçen Kürt hareketinin taleplerini ortak bir noktada buluşarak çözme eğiliminde olduğunu göstermektedir. Suriye konusundaki gelişmeler zorlayıcı olmasa Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ülke içindeki sorunu çözme konusunda acele etmeyebilirdi. Ancak Ortadoğu yeniden şekillenirken Türkiye’nin tavırsız kalması mümkün değildi. Bu bağlamda Türkiye yalnız yurt içinde değil bölgede de aktif bir hareketlenme içine girmiştir. Rusya, Ukrayna, ABD, Iran ve Avrupa ülkelerinin temsilcileri geçmiş günlerde Türkiye’de buluşmuştu. Müzakerelerin ilerleyen dönemlerde de Türkiye’nin arabuluculuğunda devam etmesi öngörülmektedir. Böylesi bir ivme içinde olan Türkiye, Doğu Akdeniz açılımını da başlatabilir. Devletlerarası sorunlar savaşla çözülmez. Savaş olsa bile sonunda diplomasi devreye girer. Eğer diplomasi Doğu Akdeniz’de devreye girecekse KKTC’deki cumhurbaşkanının kim olacağı çok önem taşıyacaktır. Adaylar yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Daha da çıkacak gibi görünüyor. Masa kurulacaksa görüşmelerde federasyondan başka bir şey görüşülemez çünkü BM Genel Sekreteri görüşmeleri bu çerçevede yürütmekten sorumludur.

Son söz aday olan/aday olacak olan federalistlere yönelik olsun. Türkiye sorunlarını rasyonel bir şekilde çözmeye karar verirse iki devletli çözüm politikasından uzaklaşıp Annan Planı çerçevesinde yani iki ayrı devletin/federal kanadın olduğu bir çözümü savunmaya başlayabilir. Böylesi bir durumda federalist adayın seçimi kazanacağı muhtemeldir. Başarılı olmak isteyen federalist adaylar 2 Mayıs 2025’teki dayanışmacı yapılanmayı sürekli hale getirebilmelidir. Dayanışmacı siyasal öznelere sahip örgütlenmeler oluşturulursa sadece cumhurbaşkanlığı seçiminden başarıyla çıkmakla kalınmaz geleceği kurma yolunda daha kolay adımlar atılabilir.         

Dergiler Haberleri