Politik Anlatı Üzerine Bir Eskiz

Politik anlatıların genelde insanların ve özelde Kıbrıslı Türklerin anlam dünyasındaki işlevini eşeleyip anlatılardaki doygunluğun organik sebeplerini anlamaya çalıştım.

Tutku Tuğyan
t.tugyan@gmail.com

Giriş: Kıbrıslı Türkler bir kez daha çeşitli politik anlatıların birbiriyle yarışarak insanları ikna etmeye çalıştığı bir döneme girdiler. Bir toplum liderinin seçileceği seçim, eskiye nazaran daha cılız bir tonda çekişmeye sahne olmaktadır. Hakikat-sonrası çağda sadece adayların değil seçmenlerin de eski tutkularını yitirmiş olduklarını görüyoruz. Eğer çatışan politik anlatılar doygunluk seviyesine gelmişse, artık muhataplarının anlayışıyla örtüşecek bir ufuk (1) bulamamaları neredeyse kaçınılmazdır.

Bu yazıda politik anlatı kavramının anlam haritasını ortaya çıkarmaya çalıştım. Bunun için önce Anlatı kavramını, sonra politik anlatının varlığını, ne olduğunu ve özelliklerini inceledim. Burada anlatıların zamansallığı ve gerçeklerle olan ilişkisi gibi esaslı unsurlarla karşılaştım. Politik anlatıların genelde insanların ve özelde Kıbrıslı Türklerin anlam dünyasındaki işlevini eşeleyip anlatılardaki doygunluğun organik sebeplerini anlamaya çalıştım.  

Anlamlar: Haritalar ve üzerindeki işaretler devamlı bir dönüşüm süreci içindedirler. Fiziksel haritalardaki değişim çok yavaş, siyasi haritalardaki değişim ise çok hızlı sayılabilir. Bu süreci verili bir zamanda, örneğin şimdi ya da söz gelimi iki yüz otuz beş yıl önce dondurup o haritaya baktığımızda gördüğümüz işaretlerin, dinamik olarak dönüşen uçucu bir gerçekliğin o anda donan bir ifadesi olduğunu unutmamalıyız. Her birini bir fotoğraf karesi olarak düşünürsek, bir araya gelmeleri ile birçok hikâye ortaya çıkar. Aynı zamanda birçok problem de ortaya çıkar; bu problemlerin en önemlisi hikâyeyi zaman, mekân ve başka boyutlar vasıtasıyla sınırlandırabilmektir. Hikâyenin başlangıcı ve bazen de bitişi gereklidir, dolayısıyla bu karelerin hangisinden başlanıp da son karenin hangisi olacağı büyük bir tartışma konusu olduğu gibi, mekân ve diğer boyutlar da tartışma konusu olabilir. Bu şekilde, başladığımız yer olan kaosa geri döneriz ve anlamlar işlevini yitirir.   

Anlamlar işlevini yitirmesin diye insan, ömrünü kat be kat aşan doğal ve tarihsel süreçleri daha basit, daha yakın ve kısa vadeli anlamlar üzerinden kurar. Bu, Dilthey’nin ortaya koyduğu gibi, organik bir kavrayış süreci olmalıdır (2) çünkü belirli bir yerden sonra sebep sonuç ilişkilerini bilimsel bir titizlikle takip etmek imkânsız hale gelmektedir. Çaresizliğin ifadesi olarak sınırlandırma bir gereklilik halini almaktadır. Sınırlandırmalar, dünyayı anlamlandırma deneyimini hem geçmişe hem de geleceğe yönelik kusurlu hale getirmekte, bunun üzerinden büyük bir anlam dünyası yaratılmasına sebep olabilmektedir. Zamanın durmazlığı ve verinin artışı içinde parçalanarak çoğalan insan, doğanın sonsuz bilgisini hangi süzgeçten geçireceğini şaşırmaktadır. Popülizmin artmasında bunun rolü büyük gibi görünmektedir. Çoğunlukla insan bu sonuçsuz çabaya girişmez ve kendisi için iyi bir şey yapar çünkü bunun bir ömre sığmayacağını görür: ‘İnsan anlamamayı tercih eder’ demek fazla olur ancak insan ne kadar az anlar ve yaşamını belli bir tatmin ölçüsünde sürdürürse o kadar iyi.

Anlatı: İnsan, doğa ile arasındaki kaosa Anlatı aracılığıyla köprüler oluşturur ve ona belirli anlamlar kazandırır. Sadece bir hikâyenin kendisi ya da anlatılış biçiminden çok (3), anlatı, bir anlam nesnesinin düzenlenme ilke ve biçimine dair görüngüleri (fenomenleri) içerir. Ağacın elmadan değil elmanın ağaçtan düştüğü, bilimsel anlatıya örnektir. Öyküler ve romanlar ya da kurmaca anlatı, başlıca sanatsal anlatıya örnektir. Bilimsel olan dahil aslında bütün düşün alanları, insanların anlayışına anlatılar aracılığıyla sızar (4).

Bundan başka, politik anlatı, tarihsel anlatı, kültürel anlatı gibi başka anlatı türlerinden bahsedilebilir. Anlatı türleri kapalı bir sistem olarak ele alındığında, kendi kategorisi içinde de çoğalabilir; örneğin edebiyat anlatısını komik, romantik, trajik ve ironik olarak da sınıflandırabiliriz (5). Bu kavramlar birbirinden kesin çizgilerle ayrılmaz. Bir avukatın savunması, bir hastanın doktora şikayetini anlatması, hatta başından geçen bir olayın bir arkadaşa aktarılması gibi durumlar bile geniş anlamda anlatının kapsamına girmektedir. Din ise bütünüyle orijinal bir anlatı olarak kabul edilir ve aslında yazılı anlatının varoluşunda, mitoloji ile birlikte kurucu rol oynar (6).

Kaosu açıklayan ürünler olarak anlam vitrinine çıkan anlatılar, birbiriyle insanları ikna etme yarışına koyulurlar. Bir anlatı uzun veya kısa, hatta bir kelime ile de sınırlı olabilir. Önemli olan açıklama iddiasında olduğu anlamlar topluluğudur. Anlatılar bir metne bağlı olmak zorunda değildir, kültürel olarak belirli davranış biçimleri de bir anlatının parçası olabilir. Bunun ekonomik, siyasi, askerî, hukuki vs. örnekleri de mümkündür. Retorik ve ritüel çoğunlukla anlatıları tekrar ve takviye ederek pekiştirir.

Anlama işini adabıyla yüklenemeyen (yüklenmesi de pek mümkün olmayan) insan, bu anlatılardan aklına yatanlara başvurur. Hayatını, alımladığı fenomenolojik ürünler yoluyla anlamlandırır. Burada elbette çevresel etkenler gibi başka etkenler de devreye girmektedir. Yorumbilim alanındaki çalışmasıyla Gadamer’in temel tezlerinden biri, söz konusu anlayış süreçlerindeki “önyargı” kavramının önemi üzerineydi. Aydınlanma ile oluşan, önyargıya ait kötü çağrışımları reddediyor, onları anlayış ve yorumlandırma sürecinin esaslı bir unsuru olarak görüyordu. Doğru veya yanlış olmalarından bağımsız olarak önyargılar, anlamanın temel koşulu olarak ortaya çıkmaktadır (7). Önyargıları oluşturan da onları dönüştürecek olan da anlatılardır.

Anlatıların Zamansallığı:  Anlatılar, gerçekleri, zamanın kısa bir bölümüyle sınırlamak durumundadır: Hem geçmişe hem de geleceğe yönelik olarak. Her hikâyeye Enlil ile başlayamayız. Bir adama “baba” derken, konuyu Ra’ya kadar geri çekemeyiz. Zaman ile anlatılar arasındaki ilişki üzerine Ricoeur, anlatıların, sonsuzca akıp giden zamanı insan zamanına dönüştürdüğüne işaret eder (8). Sonsuz kaosa, kendi ömrünce yetecek kadar bir anlam dünyası oluşturarak karşılık vermenin başka bir ifadesidir aslında insan zamanı. Anlatılar insana, algılayabileceği ve içinde var olabileceği, zamane bir var oluş anlamı hediye ederler.

Aslında bir insan ömrü için, yani insanın kendi yaşamı için bunun gerekli ve organik bir süreç olduğu kabul edilebilir. Ancak bunun kısa vade olduğunu, yani örneğin bir insan ömrü için yeterli olabileceğini, ama bu anlamların evrenin mekanizmi içinde geçersiz ve yanlış olabileceğini unutmamak gerekir. Örneğin bir anne ile çocuğu arasında bile zamandan kaynaklanan farkların nasıl oluştuğuna bakmak, zamansallık açısından aydınlatıcı olabilir. Anlamlar, anlatılar değiştikçe değişime uğrarlar; anlatılar, gerçekler ve onların yorumlanışı değiştikçe dönüşmekte ve aralarından bazıları, yine değişime uğrayan gerçekler ile olan bağını yitirmekte, yerlerine yeni anlatılar yerleşmektedir. Elbette bu sonsuz dönüşüm süreci insan zamanı açısından hızlı bir süreç değildir.

Politik Anlatı:

İnsanların esenliği konusunda farklı fikirlerin kaynaştığı bir alandır. Dahası, konunun temel önemine binaen güç ve kamuoyu savaşlarına yol açan, birbirine benzedikçe başkalarından ayrıştığı bir alan olmak durumundadır. İki politik anlatının birbiriyle uzlaştırılması çok zordur. Diğer anlatı türlerinden beslenir, bazılarını kabul eder, bazılarını reddeder, fakat onlarla olan ilişkisini sonuna kadar götürmek zorunda değildir. Politik anlatı en basit haliyle ikna süreçlerinin sonunda iktidar olmayı sağlamak için kullanılan bir araçtır.

Politik Anlatı ve Gerçeklerin Bükümü: Politik anlatıların ikna alanı, örneğin bilimsel anlatıların ikna alanı kadar gerçeklere yazgılı olmadığı gibi, bazı kurmaca anlatılar gibi gerçeklerden azat da olamaz. Politik anlatının gerçeklerle olan ilişkisi zor ve bahse değer bir ilişkidir. Politik anlatı birçok mikro anlatı aracılığıyla ön tanımlar koymak zorundadır ve bu ön tanımların kabulünde gerçeklerden yararlanır. Öncelikle ‘Gerçek(ler)’ ile ‘Gerçeklik’ kavramlarının ayrımına gitmek gerekir. Gerçekler (varlığı inkâr edilemeyen somut olgu ve nesneler), gerçekliğin (hakikat) dilimlenen anlatıları olarak düşünülebilir. Burada tekil gerçeklerin hepsini kapsayan bütüncül gerçekliğin (bence bu kelime ‘hakikat’ kelimesi ile ifade edilmelidir) hiçbir zaman bilinememesi önemli rol oynar. Gerçekliği bilemiyoruz, parçalı gerçekler çokluğuna bakabiliyoruz sadece. Bu gerçekler, anlatılar aracılığıyla kavranır, dahası bu kavrayış, akabinde başka gerçeklere (olgulara) yol açar. Evet, Lefkoşa’da bir bomba patlamıştır, ama neden?  İlk bakışta farklı gözükse de en azından insan eliyle gerçekleştirilen olguların kaynağının bizatihi anlatılar olduğunu söylemek yanlış olmaz.  Dolayısıyla gerçekliğin nazarında olgular ile anlatılar arasında, olguların lehine bir iltimas yoktur. Anlatılar gerçekleri, gerçekler anlatıları doğurmaktadır. Bir bakıma, anlatılar manevi unsuru, gerçekler ise maddi unsuru oluşturur. Kabaca bir sonuç: Gerçekler biraz anlatıdır, anlatılar biraz gerçeklerdir. Hakikat-sonrası denilen çağ, gerçeklerin bu parçalanmış fotoğrafının, gerçekliğin giderek artan imkansızlığının daha görünür hale geldiği ve anlatıların henüz yeni bir gerçek tanımına yetişemediği çağ olarak karşımıza çıkar.

Tıpkı sahnelenen bir tiyatro oyununun beğeniye açılmış olması gibi, politik anlatılar da kendilerini iknaya açarlar. Oysa zamanın kısa bir evresinde dondurulan gerçekler, evrenin mekanizmine karşı yapay bir poz olduğundan, aynı yapaylığın güdümünde bir yöne doğru çekiştirilme, eğilip bükülme, tağşiş ve tahrip edilme tehlikesiyle her zaman karşı karşıyadır. Bu bir bozma eylemi değildir çünkü bozulmamışı hiç var olmamıştır, olsa olsa otantik bir bükümdür. Bu çok önemli bir noktadır, yani halihazırda var olan, hiçbir bozuma uğramamış mükemmel gerçeklerden bahsetmiyoruz, aksine gerçeklerin ontolojik olarak anlatılarla iç içe geçtiğini söylüyoruz. Bir anlatı olmadan herhangi bir gerçek anlaşılıp yorumlanabilir mi? Devirler öncesi bir dönemde zehirli bir ağaç, tüm ağaçlar için geçerli fakat yanlış bir anlatı yaratmış olmalıdır çünkü tüm ağaçlar zehirli değildir. Eski insanın şimşekten, ateşten ne kadar korktuğunu, bunun nasıl anlatılar doğurduğunu da tahmin edebiliriz.  Dolayısıyla bir adım daha ileri gidip gerçeklerin anlatılardan başka bir şey olamayacağı bile ileri sürülebilir fakat şimdilik bu ilişkiyi ucu açık bir biçimde burada bırakıyoruz. Sonuç olarak politik gerçekler güvenilir değildir çünkü halihazırda politik anlatılar aracılığıyla tağşiş edilmiştir. Tersi de aynı şekildedir. Tağşiş edilmiş bir ürün, özünde ucuz bir değere sahip olmasına ve vaat ettiklerini karşılayamayacak olmasına rağmen vitrinlerde pahalı duran bir üründür ve katiyen güvenli değildir.

Siyaset uygulamasının önemli rollerinden biri, iş edindiği eylemleri topluma, söz konusu bükümler aracılığıyla sunmak ve onları ikna etmektir. Başka bir deyişle, politik anlatılar kurmaktır. Farklı politik anlatılar arasında, gerçekler üzerinde uzlaşma olmayacağı gibi gelecek üzerinde de uzlaşma oluşamaz. Belli bir süre sonra bu uzlaştırmaya gerek de olmadığı anlaşılır. Bunun sebebi, insanın, ömrünün sınırlılığı yüzünden doğruların peşini çoktan bırakmış olması olabilir. Gerçekten de insanlar hep farklı anlatılar etrafında gruplaşır ve ömürlerini bu şekilde geçirir. Yine de politik anlatıların yankı odalarında, hem geçmişe hem de geleceğe doğru sentetik bir pencere açma ve böylelikle politik insanın, kısa vadeli ve kusurlu da olsa dünyayı kavrama imkânı doğar.

Politik Anlatının Bütüncüllük İddiaları: Politik anlatılarla sanatsal anlatılar, birbirinden ayrı olabileceği gibi iç içe geçmiş de olabilir. Günün sonunda bir anlatıyı bir kategoriden alıp başka bir kategoriye koyacak olan da bir anlatıdır ve sınırlar burada berraklığını kaybedebilir. Materyalizm çerçevesinde, her sanatsal anlatının daha geniş bir politik anlatı kümesine ait olduğu da düşünülebilir. Marksist filozof F. Jameson’a göre anlatılar, şekilci ya da bireyci açılardan değil, tarihsel ve siyasi çelişkilerin ifade edildiği bir açıdan anlam kazanır. Buna göre anlatılar (edebiyat, kültür) siyasal bir bilinçdışı nın ürünü olarak okunmalıdır (9). Anlatılar kendi içinde zamana ve mekâna bağlı politik ve tarihsel çelişkileri açığa çıkaran sembolik eylemler olarak tanımlanır. Bu şekilde anlatılar artık pasif bir gerçek tasavvurunun ötesinde gerçeklere şekil de vermektedir. ‘Siyasal bilinçdışı’ olarak ortaya koyduğu bu düşünce ile Jameson, anlatıların kendi bağlam ve tarihleri içinde politik olmak dışında bir çaresi olamayacağını ileri sürer. Nasıl ki Freud’a göre bilinçaltı bastırılmış arzu ve çatışmaları barındırıyorsa, Jameson’a göre de siyasal bilinçdışı, tarihsel sınıf çatışmasını barındırmaktadır. Gerçekler, sınıf çatışması perspektifinden ele alındığında politik olmaktan hiçbir zaman kurtulamazlar. Burada söz konusu olan, politik olmayanın sanat olup olmadığı değil, politik olma iddiasında olmayan sanatın bile politik kabul edilişidir. Jameson’a göre estetik ve epistemoloji nihayetinde politik olmalıdır, yüzdeyde farklı görünseler de derinliğinde tarihsel çelişkilere ait olmak zorundadır. Politik anlatı burada en geniş anlatı kümesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Jameson’un politiği merkeze alışı ve ona engin bir mana evreni bahşetmesi, politik olan anlatının da merkezî bir konuma gelmesini getirir.

İşte bu politik olma durumuna, eleştirel çalışmalar, toplumcu geleneğin ileri götürülmesinde büyük bir önem atfetmektedir. Jameson’un yukarıda bahsedilen edebiyatı politik anlatının içine alan tutumu ve toplumsal olarak sembolik bir eylem olarak görmesi bundandır. Politiğin günümüz coğrafyamızda, özellikle sosyal bilimlerde kapsadığı merkezî alan, aslında özünde toplumcu geleneğin getirdiği bir alışkanlıktır. Bu düşünce, Hobbes pozitivizmine kadar geri götürülebilir ve on dokuzuncu yüzyıl pozitivizmi ile birlikte, ‘gerçeklik’ olarak diyalektik materyalizmin esas alınması alışkanlığından kaynaklanır. Bu evrenin mekanizmini açıklayan, hiyerarşinin en tepesindeki gerçek, en kapsamlı gerçek olarak düşünüldüğünden dolayı alelade bir gerçek değil aslında bir gerçeklik iddiasıdır.

Evrenin belirleyici gerçekliği olarak maddenin diyalektik hareketi ele alındığında, modern devlet, maddeye etkisi en büyük şey olarak ortaya çıkar (Hobbes>Hegel> Marx>...)  ve bu durum politiğin önemini de en üst noktaya çeker. Politik en belirleyicidir ve politik olmayan belirleyici değildir. En büyük varlık olarak devlet gerek maddi bir vahşi gerek manevi bir efsundur. Aydınlanma ile birlikte iktidarı ele geçirmenin ve dolayısıyla toplumu emperyal burjuva oyalantılarından kurtarıp ona tarihin akışında “doğru yönde” rasyonel bir ivme kazandırmanın mümkün ve öncelikli olduğu düşünülür. Fakat tek tük örnekler haricinde, liberalizmin modern devrimler sonrası üzerine konduğu sınıfsal iktidar, uygulamada aşılamaz.

Kısaca, diyalektik materyalizm bir gerçeklik (hakikat) olarak toplumcu anlatı tarafından kurgulanmıştır. Toplumcu anlatının bilimsel kabulü siyasi kabulüyle yarışır ve bunu zaman zaman aşar. Bu otantik büküm, tüm dünyayı olmasa da çok yüksek sayıda anlam avcısını ikna etmiştir. Bunu oluştururken kesinlikle, iktisadi (örneğin Marx’ın homo faber düşüncesi) ve bilimsel (tarihsel materyalizm) iddialardan ve başka mikro gerçeklerden ya da başka bir deyişle, gerekli görülen Gadamerci önyargılardan da istifade etmiştir. Başka türlüsü mümkün olamazdı.

Bugün geniş bir politik anlatı olarak toplumcu anlatı da organik olarak değişime uğramaktadır çünkü devlet o en büyük belirleyici güç olma özelliğini hem kuram hem de uygulamada günden güne yitirmektedir. Yirminci yüzyılda iyice palazlanan tüccar, artık liberal sistemde iyice devletle yarışır bir güce sahip olduğuna göre, toplumcu anlatılar da kendilerini yenilemek durumunda kalmakta, anlamlar gerçeklerle birlikte değişmekte, başka bükümler ortaya çıkmaktadır. Bu dur durak bilmeyen dönüşüm, bize politik anlatının mutlak bir gerçeklik sunamayacağını bir kez daha gösterir. Her yeni anlatı, kendi gerçeklerini beraberinde getirse de, aynı zamanda kendi bükümünü de barındırır.

Politik Anlatı ve Tarihsel Anlatı: Politik anlatılar ile tarihsel anlatılar iç içe geçmiştir. Tarihsel anlatıların zamansallığı sorunu, politik anlatılar için de sorun oluşturmaktadır. İşte bu noktada Kıbrıs örneğine inebiliriz. Kıbrıslı Türkler tarihi kendi bükümleri içinde, Kıbrıslı Rumlar kendi bükümleri içinde anlar ve izlerler. Uzlaşmak bu bükümleri yeniden bükmeyi gerektirir. Başka bir imkân da yok gibidir. Söz konusu diyalektik ilişki, ezelden beri özellikle batı literatüründe merkezî bir yer tutan Yunan – Pers çekişmesinin devamı niteliğindedir. Daha yukarıdan bakacak olursak, Batı-Doğu çekişmesi kendi başına önemli bir anlatı olacak, bu çekişmenin duvarları coğrafyamızda örülecek, sayısız taklitlerini doğuracaktır.

Tarihsel anlatılar, politik anlatılara bir güneş gibi doğar. Bu onlar için yeterlidir; aynı günün nasıl geçtiğiyle, ufkun bilinmezleriyle ya da aynı güneşin nasıl batacağıyla ilgilenmezler. Bu evrede tarihsel anlatı ile politik anlatı birlikte yaptıkları yürüyüşe bir son verirler, çünkü tarihsel anlatı daha fazla ilerleyemez. Politik anlatı yoluna başka anlatılarla devam edecektir.  

Politik Anlatı, Psikanaliz ve ‘Kayıp Nesne’: T. Eagleton, edebiyat kuramını psikanaliz bakımından değerlendirdiğinde, en karmaşık anlatılarda bile temel bir model olduğunu ve anlatı çeşitlerinin bu temel modelin bir farklı sürümü olduğunu yazar (10). Basitçe ifade edecek olursak anlatılar bunun üzerine kurulur: ‘Bir şey vardı, artık yok’ der Eagleton. Buradaki temel model, bir başka deyişle klasik anlatı, kaybolan bir nesnenin bulunması, ya da başka bir ifadeyle bozulan bir dengenin yeniden oluşturulmasıdır:

“... anlatı, bir teselli kaynağıdır: kayıp nesneler, bilinçaltının derinliklerindeki eksilmeleri (doğum, dışkı, anne) sembolize ettikleri için bizi kaygılandırır ve onların bulunup güvenle yerlerine konduğunu görmek her zaman tatmin edicidir.” (11)

Günümüzde ana akım Kıbrıslı Türk tarihi ve politik anlatılar da bu modelden beslenir. Kıbrıslı Türkler her şeyden önce adadaki Osmanlı’ya dayalı onur kodunu, statülerini yitirmişlerdir (millet-i hakime). Bu eksikliğin bir an önce giderilmesi, eski haline getirilmesi gerekir. Kaybedilmiş bir şeyin tekrar bulunması ya da eski haline getirilmesi klasik anlatısının, tarih boyunca tüm insanlar ve anlatılarında olduğu gibi, Kıbrıslı Türkleri de harekete geçiren en önemli anlatı olduğu söylemek yanlış olmaz. Politik anlatılar bir yandan ikna süreçlerini devam ettirirken bir yandan da ruhani bir ihtiyacı karşılamış olur. (Ya da psikanalitik anlatının penceresinden bakarsak, politik anlatıların varlık sebebi bu olabilir. Buradaki yumurta-tavuk tuzağına düşmeden devam edelim.)

Kıbrıslı Türk ana akım politik anlatılarda da “kayıp nesne” merkezî bir rol oynar ve bu bakımdan sağ veya sol politik anlatı birbirinden farklı değildir. İkisi de aynı ihtiyaca cevap verir. Bunlar kısaca eski onur kodunu ya da devleti ya da kimliği yeniden inşa etmek olarak ifade edilebilir. Sağ ve sol politik anlatı, farklı tarih okumaları yapıyor olsa da aslında yukarıda Eagleton’un da işaret ettiği klasik anlatı olan “kayıp nesne” anlatısı etrafında kümelenmektedirler. Ancak gelecek kurguları bakımından birbirinden ayrılacaklardır. Evet kayıp bir nesne vardır ama bu nesnenin nasıl bulunabileceği, eksikliğin nasıl giderileceği konusunda ise politik anlatılar temelde iki yön sunmaktadır.

‘Kayıp Nesne’ yi geride bırakmak: Kayıp nesne nasıl ikame edilir? Burada ortaya çıkan iki farklı yön bakımından Lacan’ı hatırlamak yerinde olacaktır. Lacan’a göre orjinal kayıp nesne olarak annenin bedeni ve itici güç olarak oraya geri dönme arzusu ön plana çıkar. Bebek, dil öncesi dönemde kendisini farklı bir varlık olarak algılamaz, sanki annesinin bedeniyle birmiş gibi duyumsar. Annenin bedenine geri dönme imgesi, işte bu konfor alanına, her şeyin anne tarafından sağlandığı tatminkâr, zahmetsiz ve huzur dolu bir var oluşa dönüş arzusudur. Bu geri dönüş arzusu, bebeğin gelişim aşamasında, bir özneye dönüşme gerekliliğinin yarattığı kırılma anından kaynaklanmaktadır. Bu temel bir iki yönlülüğe yol açmaktadır, çünkü bebek bir yandan gerçek dünyaya karşı bir savunma olarak geriye, annenin bedenine yönelirken, bir yandan da ayrık bir özne olabilmek için ileriye yönelmek durumundadır.

Lacan’ın analizi büyük ölçekte gericilik ve devrimcilik arasında gidip gelen dünya siyaseti için geçerli olabileceği gibi, Kıbrıslı Türklerin ana akım politik anlatıları için de geçerli görünmektedir: Sağ politik anlatı kayıp nesne travmasını anne bedeniyle yeniden bir olarak aşabileceğini iddia ederken, sol politik anlatı bu travmayı ileriye, ayrık bir özne olmaya doğru aşmak istemektedir. Bunlardan ikisi de tarihsel olarak geçerli gözükmektedir, ancak sadece bir tanesi organik canlı yaşamının bugün geçerli bir gerçeğini yansıtmaktadır: Özne olmak. Çünkü canlılar yaşam esnasında bundan vazgeçip anne bedenine geri dönemezler. Kendini özne kılmak, canlının en az ölmek kadar bir mecburiyetidir.

Nihayetinde, bütün bu anlatıların, bükümlerin ve gerçeklik tartışmalarının temelinde insanlık durumunun basit ama derin bir gerçeği yatar: bir anlamlandırma cihazına dönüşmüş olan insan, sürekli olarak bir 'kayıp nesnenin' peşindedir. Bu nesne, bazen bir statü, bazen bir kimlik, bazen de bir onur kodu olabilir. Devlet düşüncesi, bunların mükemmel alaşımı ve sağlayıcısıdır. Politik anlatılar, manevi bir arayışa bir cevap vererek insanlara bu eksikliğin nasıl giderileceğine dair bir yol haritası sunar. Ancak bu yol, her zaman yeni bir anlatı, yeni bir büküm ve dolayısıyla yeni bir 'kayıp nesne' yaratmaya mahkumdur. Çünkü insan ve toplum, varoluşsal olarak özne olmanın sancısını çekmek ve mutlak tatminin bedenselliğinden ayrılmak zorundadır. Politik anlatılar da bu ayrılığın getirdiği acıyı dindirmeye çalışan, sürekli değişen ve hiçbir zaman gerçekliğe ulaşamayan teselli hikayeleridir.

‘Son’suz: Peki dünyayı anlamaya zamanı olmayan insan onu nasıl dönüştürebilir? Daha nitelikli anlatılara nasıl ulaşabilir?  Kabul etmek gerekir ki bu sadece somut değil soyut ve felsefi bir eylemlilik gerektirir. Bir bakıma Aydınlanma böyle bir şeydi fakat geri çekildi. Günümüz hakikat-sonrası politik ikliminde anlatıların daha dar çerçevelere hapsolduğuna ve absürd gerçeklik iddialarının kabul gördüğüne şahit olmaktayız. Bu durum, belki de kaçınılmaz bir varoluşsal paradoksun yansımasıdır. Zira Eagleton'ın "kayıp nesne" analizi ve Lacan'ın "özne olma" mücadelesi bize, insanlığın köklerinin daima bir eksiklik ve kopuş üzerine kurulu olduğunu gösterir. Ancak bu arayış, asla tam bir tatminle sonuçlanamaz çünkü kayıp nesneye tam bir dönüş mümkün değildir.  Anlatıların nihai amacı, eksiksiz bir gerçeklik sunmaktan ziyade, insanı bu sonsuz arayışta tutmaktır.  Bu bilinç bize, ne "kayıp nesne" saplantısıyla geriye dönme ne de mutlak bir doğruya inanma zorunluluğu sunar. Sadece, her anlatının altında yatan çelişkilere ve bükümlere bakmayı gerektirecek bir doğruluk kaygısı yaratır. Doğruluk kaygısı, bireysel uygarlığın ilk adımıdır.

Yaşadığımız hakikat-sonrası çağ, anlatıların en büyüğü olan 'politik olanın merkeziliği' fikrinin de kendi bükümünü tamamladığı ve artık belirleyici konumunu yitirmeye başladığı bir çağdır. Modernitenin en geçerli anlatılarından biri olan 'devletin en belirleyici güç olduğu' anlatısı, yerini küresel sermayenin ve yeni güç odaklarının getirdiği yeni gerçeklere bırakmaktadır. Bu, bir yandan insanlık için yeni bir anlam karmaşası yaratırken, bir yandan da o en büyük anlam olan 'devletin sunduğu mutlak anlamı' kaybetmenin yeni bir travmasına yol açmaktadır. İdeoloji gerçek-dışı kılındığında, politik anlatılar, belki de ilk kez, kendilerinin bile tam olarak neyi temsil ettiğini bilmedikleri bir okyanusta fenersiz kalırlar. Nihayetinde politik anlatıların, varoluşsal bir yolculuğun kabul görmüş şablon tezahürleri olduğunu da hatırlamak gerekirse, anlatılar, bir üst evrede politiğin değil varlığın alanına aittir.

Dipnotlar:

(1) H.G. Gadamer, Truth and Method (Bloomsbury, 2013)

 (2) W. Dilthey, Introduction to the Human Sciences (Princeton University Press, 1989)

 (3) G. Genette, Narrative Discourse (Cornell University Press, 1980)

 (4) A. G. Gross,  The Rhetoric of Science (Harvard University Press, 1996)

 (5) N. Frye, Anatomy of Criticism ( Princeton University Press, 1957)

 (6) M. Eliade, The Myth of the Eternal Return (Pantheon Books, 1954)

 (7) H. G. Gadamer, Truth and Method (Bloomsbury, 2013)

 (8) P. Ricoeur, Zaman ve Anlatı 1 ve  2 (Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, 2022)

 (9) F. Jameson, The Political Unconscious (Routledge, 2002)

 (10) T. Eagleton, Literary Theory (Blackwell Publishing, 2008)

 (11) T. Eagleton, Literary Theory, 161.

Dergiler Haberleri