Paris Saldırıları ve Güvenliğin Çok Boyutluluğu

Paris Saldırıları ve Güvenliğin Çok Boyutluluğu

    
              Umut Koldaş
              ukoldas@yahoo.com


Güvenlik, özellikle son dönemlerde günlük hayatımızın önemli bir parçası oldu. Güvenlik kavramı da medyada yer alan güvenlikle ilişkili haberlerin artması ve popülerleşmesiyle birlikte daha yoğunluklu bir şekilde yalnızca toplumsal değil bireysel gündemlerimizin de birincil kavramlarından biri haline geldi. Güvenlik kavramı o kadar popülerleşti ve magazinsel bir boyut kazandı ki artık uluslararası medyada kendilerini güvenliğin her alanına vakıf olarak gören “güvenlik uzmanları” ya da “güvenlik otoriteleri”, güvenlikle ilgili ya da ilgisiz her konuda sistematik olmayan tek boyutlu yorumlar yapmaya başladılar. Güvenliğin herkesin bildiği ve üzerine “derinlikli” yorum yaptığı popüler bir konu haline gelmesiyle, güvenlik konulu bilimsel programların ve çalışmaların içeriklerini bile güvenlikle ilgili genel geçer popüler bilgilere dayanarak değerlendirebilir, eleştirebilir veya niteliksel bütünlüğüne karar verebilir olduk (Tabii ki burada kendilerini güvenlik uzmanı olarak tanımlama ihtiyacında olmayıp güvenlik alanının farklı boyutlarında ve konularında gerek alan deneyimi gerekse kuramsal derinlikleri ile bu alana değerli ve sistematik çalışmalar kazandıran akademisyen ve alan uzmanlarını tenzih etmemiz gerekir). Medya ve akademi olarak bilgi kirliliğinin daha da karmaşıklaştırdığı bir güvenlik matriksini çözmek için elbirliği vererek sistemli çalışmalar yapmak ve kamuoyunu doğru bilgilendirmeye çalışmak yerine kamuoyunun popüler kaygılarını dindirecek ya da o kaygılar üzerinden izlenme/okunma oranlarını artıracak kolay yolları seçtik. Öyle ki artık terör başta olmak üzere tüm güvenlik sorunlarımız bir anomali (normal dışı) durum olmaktan çıkıp günlük yaşamımızın parçaları ve pazarlanabilir dram öğeleri haline geldiler.

Bir şey yapmama ve çaresizlik söyleminin konforuna sığınarak şiddet öğesiyle her gün başbaşa kalan ve askeri güvenliği sağlamaya çalışan güvenlik kuvvetlerini ve diğerlerini;  kimlikleri nedeni ile şiddete maruz kalan toplumsal güvenlik yoksunlarını; ekonomik güvenlikleri olmadığı için hayata tutunma mücadelesi veren madunları; çevre güvenlikleri olmadığı için sağlık sorunları ile savaşanları; kamusal ve yönetsel güvenlikleri olmadığı için yönetimsel bir bütün oluşturamayanları yalnız bıraktık. Güvenliği hep tek boyutlu olarak değerlendirdik ve şimdi dar güvenlik algımız ile yaratmış olduğumuz güvensiz bir dünyada popüler güvenlik anlayışımızla yaşamaya devam ediyoruz. Bu güvensiz dünyanın dört bir yanında insanların kendilerini patlatmalarına ve diğer insanları katletmelerine anlam veremiyoruz. Bu patlamaları lanetlerken bu saldırılara neden olan toplumsal, ekonomik, siyasi, çevresel arkaplanların oluşumunda toplumsal ve bireysel sorumluluğumuzdan da sıyırıveriyoruz kendimizi. Güvenliği bir patlamadan ibaret görüyor, onun arkasındaki yapısal nedenleri anlamak için çaba sarf etmiyoruz.

Örneğin Paris Saldırılarını değerlendirirken pragmatik, popüler ve indirgemeci güvenlik algımız bize artık Paris’in güvenli bir tatil istikameti olmadığını söyleyebiliyor. Ve biz Paris’te yaşanan dramın farklı boyutlarına kafa yormaktansa terör mağdurları için “ah yazık, vah yazık” deyip aslında iptal olan seyahat biletimiz ve tatilimiz için hayıflanabiliyoruz. Ya da Fransa’nın da bu olaylarla bütün dünyada şiddete maruz kalan Müslümanların başına gelenleri anladığını söyleyebiliyor Batı karşıtı kolaycı yaklaşımlar. Bireysel özgürlüklerin sınırlanmasının meşru zeminini vurgulayabiliyor anti-terör odaklı çevreler. Arapların, Müslümanların Fransa’ya ya da Avrupa’ya ve onun değerler sistemine genetik yabancılığından ve hiçbir zaman bütünleşemeyeceklerinden dem vurabiliyor Avrupalı ayrımcılar; hem de Fransız ordusundaki, ekonomisindeki, kültürel hayatındaki, bilimsel dünyasındaki ve spor yaşamındaki göçmen kökenli Fransız vatandaşlarından utanmadan. Fransızların kendi kendilerine böyle bir şeyi yaparak Suriye’ye müdahale için meşruluk zemini yarattığını fısıldayabilliyor kolaycı komplo teorisyenleri.

Ve biz ekranlara ve gazete sayfalarına bakarak şekillendirdiğimiz tek boyutlu, basit güvenlik algımızla artık Paris’in ya da diğer Avrupa başkentlerinin de güvenli olmadığına karar verebiliyoruz. Bu aslında çok da uzun sürmeyecek. Popüler bilgi ile beslediğimiz bireysel ve toplumsal hafızamızın uzun süreli olmaması nedeniyle bir süre sonra farklı güvenlik önceliklerine odaklanacağız. Ta ki yeni bir Paris veya dünyanın başka bir şehri böylesi yıkıcı şiddet olayları ile yeniden sarsılıncaya kadar…

Bu tek boyutlu algı öyle bir algı ki, bize IŞİD’in Ortadoğu’nun yeniden yapılanması bağlamında şiddeti araçsallaştıran bir yeni kimlik mücadelesi içinde olduğunu anlatmıyor örneğin. Ya da IŞİD terörünün ve benzeri bölgesel çatışmaların yarattığı savaş ekonomisinin Fransa’nın bölge ülkelerine sattığı silah miktarına olası etkisinin Fransa silah sanayisinde ve yan sanayisinde çalışmakta olan, bir kısmı da göçmenlerden oluşan işgücüne sağlayacağı ekonomik güvenliğin ironisine değinmiyor. Oysa bunu görebilmek için Fransa’nın son dönemde bölgeye yönelik silah ticaretinin istatistiksel dökümüne bakmak yeterli. Bu tek yönlü bakış ve algı IŞİD terörünün Fransa ve Avrupa için çok ciddi bir güvenlik sorunu teşkil ettiğini vurgularken bu saldırıların ekonomik, politik, kültürel ve toplumsal nedenlerini derinliğine irdeleme ihtiyacı duymuyor. Bu bağlamda örneğin dünyada demokrasi kültürünün devrimsel öncüsü iddiasındaki Fransa’da demokratik, kültürel, siyasi değerlerini içselleştirmiş olması öngörülen bir Fransız vatandaşının bu değerlerle taban tabana zıt bir terör örgütü tarafından nasıl olup da bu kadar kolay bir şekilde devşirilerek kendisi ile birlikte yüzlerce insanı katlettiğini bize anlatamıyor. Bu anlamda Fransa göçmen ve vatandaşlık politikalarında ve eğitimlerinde neyin eksik olduğunu, Fransız kamuoyunda köken ya da değerler bazında banal (günlük olarak tekdüze üretilen) bir ayrımcılığın olup olmadığını, terörü gerçekleştiren veya eyleme destek veren Fransız vatandaşında toplumsal, ekonomik ve kültürel anlamda neyin ters gittiğini bize açıklayamıyor. Tek boyutlu ve indirgemeci güvenlik anlayışımız bizi Paris saldırıları üzerinde yoğunlaştırırken bu saldırıların içine doğduğu ve geliştiği ekonomik, politik, siyasi, askeri matriksle çok da fazla ilgilenmiyor. Çünkü aslında bu matriksin ucunda ya da kıyısında bizlerin de sorumluluğu olabileceği kaygısını taşıyor belki de altbilinçsel olarak... Her birimizin önyargılarımızla, kimliksel ötekileştirmelerimizle, ekonomik dışlayıcılığımızla, günlük yaşamlarımızda sevdiklerimize bile aslında kanıksayarak uyguladığımız şiddetle uzun dönemde şiddeti çözüm olarak görecek bireylerin oluşumundan sorumlu olabileceğimiz kaygısıyla şekilleniyor belki de bu tek boyutlu güvenlik anlayış ve yaklaşımımız.

Bu indirgemeci güvenlik algı ve anlayışımız terör sorunu nasıl çözülür sorusuna yanıt verirken de gösteriyor kendisini. Hepsini öldürmeli diyor bize. Teröristlerin hepsi öldürülmeli... Ama bize kimin terörist olduğunu söylemiyor. Örneğin sivillere karşı siyasi amaçlı şiddet kullanan her bireyin, grubun, devletin ya da uluslararası yapının cezalandırması konusunda ortak bir değerler bütünü ya da cezalandırma mekanizması oluşturalım ve herkes buna bağlı kalsın diyemiyor. Bazı değerleri ve siyasi amaçları diğerlerinden üstün görmeye ve o siyasi amaçlar doğrultusunda siviller de dahil olmak üzere şiddet kullanımını desteklemeye devam ediyor. Bu devam ettikçe de birinin teröristi bir başkasının özgürlük savaşçısı olarak masum insanların yaşamına son vermeyi sürdürüyor. Teröre destek veren veya siyasi amaçları doğrultusunda kısa dönemli terör uygulayan ülkelere karşı durdurucu ya da cezalandırıcı uluslararası mekanizmalar oluşturulamıyor. Böyle olunca ülkeler bir yandan söylemsel düzeyde terörü lanetlerken diğer yandan terörün uluslararası alanda bir siyaset aracı olarak yeniden üretilmesine engel olamıyorlar. Ve bu yazının sınırlı kapsamında son olarak da terörün ve siyaset odaklı şiddet eylemlerinin yalnızca askeri önlemlerle engellenebileceği yanılsamasıyla örülüyor algımız. Fransa, Paris sokaklarına ordularını çıkarıyor. Üç aylık sıkıyönetim ilan ediyor. Belçika terör alarmıyla ülke sokaklarında bir askeri duvar oluşturuyor. Avrupa’da günlük yaşam askeri güvenlik öncelikleri ile belirleniyor.

Oysa güvenlik tek yönlü ve boyutlu bir mücadeleyle sağlanabilir mi? Terör yalnızca askeri önlemlerle son bulabilir mi? Askeri yöntemlerin terörle mücadeledeki yerini önemsizleştirmek ne kadar yersiz ve indirgemeci olacaksa askeri yöntemleri salt önleyici yöntemler olarak görmek de aynı oranda indirgemeci olacaktır. Askeri önlemler terörle mücadelenin vazgeçilmez bir öğesidir. Gayrimeşru güç kullanımına karşı meşru güç kullanımı değerler sisteminin tutarlılığı ve masum sivillerin kontrolsüz şiddetten korunması açısından da önemli bir güvenlik bileşenidir. Ancak tek öğe değildir. Bu bağlamda kitlelerin ya da bireylerin siyasi şiddeti uygulayan aktörler tarafından militanlaştırılması ve terör eylemcilerine dönüştürülmesi diğer unsurlar değerlendirilmeden tam anlamıyla engellenemez. Örneğin, göçmen krizine neden olan ekonomik, sosyal, siyasi sorunlar çözülmedikçe ve kontrolsüz insan hareketleri kontrol altına alınmadıkça siyasi şiddet odaklı hareketlerin militan kaynakları azaltılamaz. Ortadoğu başta olmak üzere farklı bölgelerde ekonomik krizler, mali dengesizlikler, siyasi istikrarsızlıklar, yönetsel memnuniyetsizlikler, günlük yaşamlardaki tatminsizlikler, her yeni gün yeniden üretilen bireysel mağduriyetler, kimlik bazlı ötekileştirmeler, din ve diğer değerlere dayalı yabancılaştırmalar, çevre istismarları ve meşruiyet krizleri devam ettikçe siyasi şiddete karşı sistematik, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün üretilmesi çok da mümkün değildir. Bütün bu bileşenleri içine alacak bir stratejinin üretilip hayata geçirilebilmesi ise çok uzun ve yorucu bir yolculuğu göze almayı gerektirir. Böyle bir yolculuğa çıkabilmek için ise düşünsel ve duygusal bir hazırlığa sahip olmamız lazımdır. Mevcut güvenlik algısının ve yaklaşımının her yeni gün yeniden üretilmesi böyle bir hazırlığa başlamamıza izin vermeyeceği için öncelikle bu indirgemeci yaklaşımımızı sorgulayarak işe başlayabiliriz.

Teröre karşı mücadele kapsamında kısa vadede ise terörün sonlandırılması ya da kontrol altına alınması için terörün normal dışılaştırılarak (yani devletler de dahil olmak üzere uluslararası ya da yerel alanda siyasi amaçlara ulaşmanın normal bir yolu olarak görülmemesi) meşrulaştırılabilme zemininin ve olasılığının ortadan kaldırılması, terörün ve terör olaylarının insanların günlük yaşamlarında algı eşiğinin altına düşecek kadar sıradanlaşmasının engellenerek toplumsal bir bilinç ve farkındalık yaratılması, terörün yasadışı gruplar, yapılanmalar tarafından kullanılmasını ve bazı devletler tarafından desteklenmesini engelleyecek uluslararası mekanizmaların oluşturulması, uluslararası boyutta genel prensipleri tüm devletler ve diğer paydaş yapılanmalar tarafından kabul edilecek bir terörle mücadele stratejisinin oluşturulması ve bunun sivil toplumun her kesimini kapsayıcı bir şekilde hep birlikte tasarımlanarak her bireyin siyasi amaçlı sivillere yönelik şiddet karşısında bireysel sorumluluk almasının sağlanması gerekmektedir. Bunların gerçekleşebilmesi de güvenliğin ve terörün tek boyutlu algısından kurtulmamız ile mümkün olabilir.

Oysa güvenliğin çok boyutlu olduğunu unutuyoruz ya da görmek istemiyoruz. Çünkü çok boyutlu güvenlik anlayışı bizim omuzlarımıza da bir sorumluluk yüklüyor ve bütün hayat koşuşturmamız arasında bu yükü taşımak istemiyoruz. Günlük önceliklerimizle boğuştuğumuz hayatlarımızdaki bütün bu koşuşturmanın yavaş yavaş daha az anlam kazanacağı güvensiz bir dünyada çok daha büyük tehlikelerle karşılaşma olasılığını ne kadar öteleyebiliriz? Geçmişinde de siyasi amaçlı şiddetin mağduru olan bir toplumun bireyleri olarak kendimizi merkezine koyduğumuz dünyadaki güvenlik sorunlarının farklı boyutlarını görmezden gelerek bir gün siyasi şiddet olaylarının kendi mahallemizde de gerçekleşebilme olasılığını ne kadar inkâr edebiliriz? Daha da önemlisi, toplumsal ve bireysel sorumluluklarımızdan kaçarak ve kafamızı kuma gömerek kimlik, göç, ekonomi, siyaset, çevre alanlarında ve diğerlerinde benmerkezci pragmatik yaklaşımlarımızla bütün bu alanlarda toplumun her kesimini kapsayan planlı, sistematik, vizyonel ve geleceğe odaklanan bütünlüklü politikalar üretmeden kendimizi, çocuklarımızı ve torunlarımızı ne kadar güvende hissedebiliriz?

Dergiler Haberleri