MIŞ GİBİ HAYAT

MIŞ GİBİ HAYAT

 

Seda Argün
sedaargun@hotmail.co.uk

Hadi hepimiz şimdi bir düşünelim...Hangimiz bencil değiliz ki?! Ya da biraz egoist, çokça gururlu... İnsan olarak tüm bu özellikleri benliğimizde barındırmak üzere programlandık. Bir de “Burnu yere düşse eğilip almaz” sözü var ki, etrafımızda bu söze uyan birçok insan görüyoruz. Peki nedir bizi onlardan ayıran? Biz gururdan arınmış, bencillikten uzak, kendimizden çok başkalarını düşünüyoruz diyoruz ya; nedir bizi farklı kılan? Bunu anlamak için çok düşünmeye gerek yok. Bencil olmadığını, kendinden çok başkalarını düşündüğünü, asla gururundan kendini bambaşka yerlere konumlandırmadığını söyleyen insanların aslında büyük bir çoğunluğu günümüzde mış gibi yapıyor.

Tabii ki bu durum insanların her zaman için olmayan karakterleri olmayan sahnelerde oynadığı anlamına gelmiyor. Hayat gailesi içerisinde koşuştururken bazen kendini olmayan ruh hallerine büründürmek zorunda kalıyorlar. Biz de bunu birçok kez yapıyoruz. Hayat bir sahne, biz de üzerindeki oyuncular olarak kimi zaman mutluymuş gibi, kimi zaman sever gibi, ama çokça da kendimizden başkası yokmuş gibi davranıyoruz. Bu söylediğim sözleri birçoğunuz yadırgayacaktır; çok eminim bundan. Çünkü biz kendimize bile itiraf edemiyoruz. Bencilliğimizi, sevmediğimizi, istemediğimizi, mutlu olmadığımızı...

Durup bir düşününce aslında insanların bu mış gibi hayatlar yaşaması ile yaşları arasında bir bağlantı olduğu ortaya çıkar. Her ne kadar bu benim düşüncem olsa da gençken özellikle de 20’li yaşların verdiği heyecan ve vurdumduymazlıkla aslında hiç de mış gibi hayatlar değil de daha çok gelişine hayatlar yaşanıyor. Yaş aldıkça, hayattan beklentiler aynı oranda azaldıkça daha bir gerçekçi yaklaşıyor insanlar hayata. 40’lı yaşlarının başında bir insan karşınıza geçip ne istediğini daha rahat söyleyebiliyor, öte yandan 20’lerinin başındaki bir insan da daha yüzeysel hayata yaklaşabiliyor. İkisi arasında bir denge var mı? Bilmem, tartışılır.

Tüm bunların içerisinde korku duygusu kendine nerede yer buluyor diye bakalım. Dinliyor gibi, seviyor gibi, istiyor gibi görünerek belki de o kendimizi en rahat hissettiğimiz çemberin dışına çıkmak istemiyoruz. Rahat olduğumuz o çember içerisinde hep bir ‘aman ben burada iyiyim’ düşüncesi ile kımıldamıyorum. Ama bunun sonu yok. Hayat bir tane başka olmayacak. Kendimizi kandırmanın da alemi yok. İşte tam da bu yüzden ne istiyorsak, nasıl seviyorsak, nasıl da biliyorsak biraz da öyle yaşamalıyız.

Hep bir kalıplara oturtarak, yaşamı sıkarak o bencil dünyaya hapsederek, gururu ön plana çıkarıp, korkuların arkasına saklanarak yaşanan hayatların içerisinde barındırdığı mutsuzluğa uzaktan bakıyorum. Olmuyor. Bu hayatta bir şeyleri başka şeyler ile karşılaştırıp, bencilce belirli sonuçlara ulaşarak bu hayatta mutlu olunmuyor. Bu gerçekler insana yeri geliyor tokat gibi vuruyor.

Her şey belirli kurallara bağlı olunca işte o noktada bambaşka karakterler bambaşka dünyalarda kendilerine yer bulmaya başlıyor ve tam da o andan itibaren ruhlar ve zihinlerin bir yaprak gibi savrulduğunu görüyoruz. Ne yaşamak istiyorsak yaşayalım. En kötü ne olacak? Başarısız mı olacağız yoksa mutsuz mu? Varsın olalım. Kendi dünyamızda tek başımıza keşke diyerek ve yalnızlık içerisinde yaşamak daha mı iyi? Hiç sanmıyorum.

Toplumumuz içerisinde bir grup var ki tam da bu mış gibi hayatları çok güzel yapıp, bundan inanılmaz keyif alıp üzerine bir de hayatlarına devam edebiliyorlar. Alışkanlık veya buna mecbur olduğunu düşünme fikri bu noktada hiç sağlıklı olmayacaktır. Hepimiz aynı akvaryumda yaşayan ve hayatını sürdürmeye çalışan akvaryum balıkları gibiyiz. Gerçekleri kabul edip, korkmayarak yaşayarak mutlu olmayı öğrenebiliriz. Burada kilit olan gerçekleri kabul etmektir. Önce aynayı kendimize çevirip düşünmeliyiz. Biz kimiz?

Korkularımızı kenara bırakıp kendimiz ile yüzleştiğimiz anda aslında teker teker bizi bencil ve kimi zaman da egoist yapan baloncuğun içinden çıkmaya başlıyoruz. Bencil olup kendinden başkasını düşünmeyen insanların günümüz dünyasında çok da suçlu olduklarını sanmıyorum. Bazı durumlarda savaşmak ve bu savaştan zaferle çıkabilmek için bir noktaya kadar bencillik ile hareket edilmesi gerekebiliyor. Bunu alışkanlığa çevirmemek lazım tabii. Bu insanları tu kaka etmenin birçok durumda aslında yersiz olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız günlük hayatımız içerisinde mış gibi yaşayarak, kendimizi kandırarak, korkarak –ki aslında mış gibi yaşamanın temelinde yatan duygudur – kimseye bir faydası olmayacaktır.

Mış gibi yaşarken kaçırdığımız fırsatlar da cabası. Kendi dünyasında mutlu olduğunu söylerken, aslında korkularında çevrelenmiş hayatında tıpkı perdenin ardından bakan biri gibi yaşarken ne kadar mutlu olabilir ki bir insan. Geçmiş acılar, sancılar, kalp kırıklıkları geri dönülmez yaralar kondururken kâlplere, korkular içerisinde mış gibi yaşayarak kimse kendini sonsuza kadar koruyamaz. Kaçtığımız her şey kat be kat karşımıza çıkar. İstemiyor, belki de umursamıyor gibi düşünerek, böyle yaşadığını yaşayarak, aslında mevcut durumu korumaya çalışmak, gelecek yalnızlıklara da yine gizliden gizliye kapılarını açıyor. Ben mi çok optimistim yoksa bu hayat mı bana böyle düşünmeyi öğretti tam anlamıyla bilmesem de bildiğim tek bir şey var ki, mış gibi yaşayarak bir ömür geçmez. Geçmemeli de. Kendi kabuğumuzda, kendi dünyamız içerisinde, duygu ve düşüncelerimizi koruyacağız diye, inanmadığımız ve tam anlamıyla yaşamak istemediğimiz şeylere kendimizi zorlamak her gün kayıplar verdiğimiz bu hayatta çok daha bencilce geliyor bana. Korkularının üzerine yürümeyen, mutluluktan korkan bir insan olmak hayatta mutlulukları değil yalnızlıkları kendine çekecektir.

Cesur olmanın bir nevi cevher olduğu günümüz hayat şeklinde, ne hissediyorsak öyle yaşamalıyız. Bizlere dayatılan kurallar ve şartlar içerisinde mutlu olmadığımız yerlerde mutluymuşçasına, istemediğimiz işlerde istermişçesine çalışarak kendi hayatımızdan çalıyoruz. Kaderimiz olduğunu düşündüğümüz hayatlara kendimizi ve etrafımızdaki hapsederken, bencillik döngüsünde yapayalnız kalıveriyoruz. Peki neden? Korku. Yadırgamıyoruz bile mış gibi yaşamı. Sorgulamıyoruz. Saklanarak, göz ardı ederek yaşanılan bir hayata yaşanmış bir hayat bile diyemeyiz. Çok rahat bir şekilde sonsuza kadar risk almadan yaşamanın rahatlığı gibi olsa da, her ne kadar kulağa hoş duyulan bu denli ruhsuz bir hayatı yaşamak hiç kimsenin tercihi olmamalıdır.

Terazinin bir tarafında oya gibi işleyerek ince ince kondurulmuş rahat bir yatakta uzanırmışçasına yaratılmış, riskten tehlikeden uzak, bencilce hiç bir şeyi sorgulamadan, ‘peki ya böyle olsa?’ düşüncesini kafadan geçirmeden yaşamaya programlanmış bir hayat, diğer taraftan da riskler alarak, elini taşının altına koyarak, sorgulayıp, istemeden kendini zorlayarak yaşanmayan bir hayat var. Riskler almadan, istiyormuş, yalnızken mutluymuş, kendi kendine yetermiş rollerine bürünerek yaşamayı tercih etmektense, tehlikeli huzursuzluklar içerisinde olmadan sorgulamalıyız. Kendimizin ne istediğini bile bile üstüne gitmeliyiz. Hayat dediğimiz sistem bizden trenin gittiği raylarından biri olmamızı dayatırken, bu dayatmalara karşı durarak kendi benliğimizi ortaya koymalıyız. Aksi takdirde yaşanacak kayıplar kısa vadede çok yaralamasa da uzun vadede istenmeyen sonuçları kalıcı şekilde ardında bakarak çekip gidecektir.

Bize sunulan zaman tünelimiz hayattan korktukça aslında, hayatın bizi kovalaması için kapıyı ardına kadar açıyoruz. Doya doya anlarımızı yaşayarak geçirebileceğimiz anlarımız olabilecekken, bu anların bize getirebileceklerinden korkarken saklanıp isteyerek kendimizi mutluymuşçasına bir kafesin içerisine kapatıyoruz. Ne kadar acı değil mi?! Hani hep diyoruz ya yaşadığımız şu iki günlük dünyada seviyorsak da, sevmiyorsak da, mutluluk da mutsuzluk da, korku da acı da, gözyaşı da kâlp kırıklığı da, gurur da asilik de güzeldir. Unutmayın, korkular ve hayatımızdaki gerçek hislerden kaçmak bize tünelin ucundaki ışığı getirmeyecektir.

 

Dergiler Haberleri