“Metafizik Korkusu”

. “Ortaçağ felsefesiyle birlikte, metafiziğin konusu, varolandan aşkın varlığa kayacaktır. Aşkın varlık; varlığı, gerçekliği aşan, dolayısıyla dünyanın üstünde ve ötesinde olan varlık demektir; yani kast edilen tanrı kavramıdır.”

GECE DEFTERİ’nden…-2-

 Hakkı Yücel

Şubat 2014

                                                       Gailecilere …

Şair Yücel Kayıran’ın 2007 yılında Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan, “Felsefî Şiir-Tinsel Poetika” başlıklı bir kitabı var. Kendisi de felsefe eğitimi alan şairin, konu başlığıyla ilgili denemelerinin ve eleştirilerinin bir araya getirildiği oldukça kapsamlı bir çalışma bu. Hatırlıyorum, daha kitap aşamasına gelmeden, kimi denemelerin dergilerde yayımlanmasıyla birlikte konu ilgi çekmiş,  tartışılmıştı. (Şiir felsefe ilişkisi, felsefî şiir olur muydu olmaz mıydı vb.. Bu arada Kayıran’ın ‘felsefî şiiri’ tanımlayıp savunduğunu, kendince böyle şiirler yazdığını söylemeliyim..) İlgili yazılar toplu halde yayımlanınca ben de alıp okumuştum. Bir vesileyle kitabı yeniden elime alınca, sağını solunu bir hayli çiziktirdiğimi, notlar düştüğümü gördüm.

Sayfaları tekrardan karıştırırken başlığı “metafizik korkusu” olan bölüme takıldım -yoksa aradığım bu muydu-, yeniden okudum. İlk cümlesinde felsefi şiirin temel özelliklerinden birinin “insanın içinde bulunduğu metafizik durum “ olduğu ve bu şiirin öncelikle “metafizik durum”un şiiri olarak tanımlanmak gerektiğini belirtiyordu Kayıran. Ardından da baklayı ağzından çıkarıyor, “Ben, metafizik kavramını tinsel yaşamından ‘refüze’ etmiş bir kuşağın içinde büyüdüm  diyerek önemli bir itirafta bulunuyor ve bununla ilgili iki anekdot anlatıyordu. Aktarıyorum:

Birincisi: “86 yılında, henüz bir üniversite öğrencisiyken, devrimci arkadaşlarla yaptığımız bir tartışma sırasında, “Bizim, bugün yaşadığımız metafizik durum nedir?” diye bir soru sordum. Soruya tepki sert ve ani olmuştu. Soru değil, terimlerdi sorun olan. Tartışmaya katılanlardan birinin tepkisi kontrol edilemez türdendi; yerinden fırlamış ve beni ‘faşist kavramlar’ kullanmakla suçlamıştı. Faşist kavramlar derken, metafizik terimini kastediyordu kuşkusuz.”

İkincisi: “Benzer bir tartışmayı, yıllar sonra Türk şiiri ortamında da yaşayacaktım. Bir grup şair arkadaşımla oturduğumuz bir masada, bir şairin metafizik yaptığı tartışılıyordu. İleri sürülen yargılar bana, Nato Yolu mahallesindeki o geceyi hatırlatmıştı. “Şiir, zaten metafizik durumla ilgili bir şeydir” dedim. Sohbetin tansiyonu değişmişti. Tarz elbette farklıydı, ama, metafizik kavramı yüzünden, yıllar önce yaşadığım suçlanma duygusunu o gün o masada tekrar hissettim.”

Benim kitabın sayfalarını karıştırırken bu bölüme takılmama asıl neden olan yer de galiba burasıydı. Şundan; şairin başından geçenleri, ben de aynı dönemde ve aynı algı-anlam dünyası içinde büyüdüğüm ve dahası o zaman ‘metafizik’ kavramına tepki gösterenler safında yer aldığım için çok iyi anlıyordum. Gerçekten de o dönemin sol ideolojik/politik jargonuna tamamen ters bir yaklaşımdı ‘metafizik’ kavramını kullanmak ve ‘gericilikle’ eşdeğerdi. Üstelik sadece ideolojik/politik olanla da sınırlı bir durum değildi bu. Yazınsal, kültürel, entelektüel alanlarda da özellikle sol ideolojinin-aydınlanmacıların temsilcilerinin yazıp söyledikleri de çok farklı değildi. Buna örnek olması bakımından kendisi de felsefeci ve solcu olan Füsün Akatlı’nın “Yüzyılımızda Birkaç Metafizik Anlayış” başlıklı bir yazısından alıntı yapıp onu da aktarıyordu Kayıran:

“Diyalektik materyalist düşünürler ise çağdaş bilimlerin verilerinin felsefe tarafından tutarlı olarak değerlendirilmesi ve yorumlanması olanağı taşıyan tek yöntem olan diyalektiğin sözcüleri olmaları bakımından, yüzyılımızın en önemli ve gerçekliğin kavranmasına elverişli felsefenin kuramcılarıdır. Metafizikçi filozoflara gelince, artık iyiden iyiye dönemlerini kapadıkları, çağımız insanına, onun sorunlarına, işlevsel bir felsefenin gereklerine yabancı kaldıkları, son perdesini çoktan seyrettiğimiz bir oyunu hala sürdürmek için boşuna çabaladıkları söylenebilir belki. Mümkün olduğu kadar yan tutmaktan kaçınarak ve sadece yüzyılımızın bilim ve felsefesinin ulaştığı aşamayı nesnel olarak değerlendirerek söylenebilecek en yalın söz ise, çağımızda artık metafiziğe yer kalmadığı, metafizikte direnmenin geriye dönük, çağdışı bir tutum olduğudur.”

“Metafizikte direnmek... Çağdışı bir tutum”...

Evet, o yıllarda solda hâkim düşünce buydu.  Böyle düşünülmesinin de belirgin iki nedeni vardı. Bir tanesi bu nedenlerin,  modern aklın ‘pozitivist’ karakteriydi. Bu aklın öncü temsilcilerinden Auguste Comte örneğin, çağdaş insanın zihinsel olarak “teolojik” ve “metafizik” hallerden geçerek “bilimsel (pozitif)”  hal aşamasına geldiğini altını çizerek belirtiyordu. Artık geriye dönmek mümkün değildi (bu gericilikti), bilim-akıl yolumuzu aydınlatmakta, bütün sorularımıza cevap vermekteydi. İkinci ve belki daha önemli neden ise özellikle o yıllarda solun, Marksizmin, bütün sorularımıza cevap verdiği gibi tahayyül ve tasavvurlarımızı gerçekleştirmenin yolunu açan ve de gösteren güçlü ve etkin ideoloji olarak genel kabul görmesiydi.  Burada sihirli kavramlardan bir tanesi de ‘diyalektik’ti ve karşıtı da ‘metafizik’ oluyordu. Özet olarak ifade edilecek olursa Engels diyalektik kavramının teorik açıklamasını yapıyor, Lenin de siyasal pratiğini dile getirerek büyük ideolojik/politik hedefle buluşmayı sağlıyordu.  Solun “teori-praksis” birlikteliği için cuk oturan çözümlemeydi bu ve çok da ufuk açıcıydı. Burada ise metafizik’e yer yoktu.

İyi de külliyen yanlış mıydı?  Metafizik, teoloji üzerinden/içinden okunduğu sürece yanlış olduğunu söylemek belki mümkün değildi. Kaldı ki Ortaçağ felsefesi de neredeyse bütünüyle böyleydi. Orada metafizik ‘aşkın varlık’ (tanrı-din) temelli bir yaklaşımı esas alıyordu ve her şey de buradan açıklanıyordu. Daha net bir ifadeyle Ortaçağ felsefesinde “varlık sorunu” tanrı merkezliydi. İnsanlığın “bilim-bilimsel” zihin aşamasına gelmesi bu teolojik esaslı yaklaşımı bozduğu gibi, burada “diyalektik” de çözümleyici olması ve anlam üretmesi bağlamında ‘ilerici’ bir adım olarak kabul edilebilirdi. Nitekim insanlık tarihinin gelişim macerası da bunun böyle olduğunu gösteriyor, bu yolda elde ettiği başarılar göz ardı edilemeyecek kerteye ulaşıyordu. Ancak hâlâ kritik bir soru vardı; o da “metafizik”in sadece bundan -teolojik kapsamdan- ibaret olup olmadığıydı. Bizler (solcular) takmasak, bilmesek de (öğrenebilen sonradan öğrenecekti) “metafizik” antik dönemin kavramıydı ve dahası Aristoteles demekti. Üstelik bir şey daha vardı; metafizik’e karşı olan Engels, aynı zamanda Antikçağ filozoflarını “doğal diyalektikçiler” olarak kabul ediyor ve özellikle Aristoteles’e vurgu yaparak onun “diyalektik düşüncenin en önemli biçimlerini önceden çözümlediğini” belirtiyordu. İyi de eğer böyle idiyseydi, geleneksel (teolojik)  ‘metafizik’ yorumlamasında ve anlayışında bir sorun yok muydu?  

Konunun uzmanları çok daha iyi anlatabilir, ancak naçizane buradan devam etmek istiyorum. Evet, çok nettir, Engels’te diyalektik metafizik’in karşıtıdır ama bunun kadar net olan başka bir şey daha vardır. O da hazretin ‘metafizik’ terimini kullanırken işaret ettiğinin bir felsefe disiplini olarak ‘metafizik’ değil, Ortaçağ’ın teolojik temelli metafizik anlayışı olduğudur. O zaman burada bir düzeltme yapmak gerekmektedir. Yani şu:  ‘Metafizik’ başlangıç itibarıyla Antikçağ’a uzanmaktadır ve onu da başlatan Aristoteles’tir. Üstelik genelde kullanıldığının aksine Antikçağ’da “metafizik” teoloji değil felsefedir,

felsefî bir disiplindir ve dahası felsefenin ilk ortaya çıkış tarzı ve ilk ana dalıdır. Malûm Aristoteles’in ana yapıtının adı Metafizik’tir. Yeri gelmişken söyleyelim, ilginç -hatta komik-bir hikâyesi de vardır bunun. Şöyle: aslında Aristoteles yazdığı kitaba ad olarakMetafizik’i vermiş değildir. Daha sonraları ‘Metafizik’ olarak kayıtlara geçecek bu kitabına o “Prote Philosophia”(İlk Felsefe) adını uygun görmüştür.  “Fizikten sonra gelen” anlamında “Meta ta physika” (Metafizik) adını kitaba veren, rivayet odur ki Aristoteles’in yayımcısı kabul edilebilecek olan Andronikos’tur. Yani şu: Türkçede “fizikötesi” de denilen “meta ta physika” (Metafizik) adının ortaya çıkışı bir bakıma raslantısaldır. Aristo’nun yapıtları tasnif edilirken “Prote Phlisophia” (İlk Felsefe) kitabı, “Fizik” adlı yapıtından sonra tasnif edilip yayınlandığı için “fizikten sonra” anlamında “Meta ta phsika” (Metafizik) olmuştur.  Ancak nasıl olursa olsun bu terim (Metafizik), felsefe tarihine “oluş halinde olan” diye açımlanacak geniş kapsamlı bir kavram ve disiplin olarak yerleşmiştir. Bu bakımdan Antikçağ metafiziğinde “metafizik”in ontolojik bir zemini olduğu ve Antikçağ Felsefesi’nin de son kertede “varlık felsefesi” olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu bağlamda Aristoteles’in “Metafizikin konusu varlık, nelik (ousia) ve maddedir (hyle)..” cümlesine birçok yerde rastlanmak mümkündür.

Ancak şu da vardır ki işin seyri Ortaçağ’da değişecektir. “Ortaçağ felsefesiyle birlikte, metafiziğin konusu, varolandan aşkın varlığa kayacaktır. Aşkın varlık; varlığı, gerçekliği aşan, dolayısıyla dünyanın üstünde ve ötesinde olan varlık demektir; yani kast edilen tanrı kavramıdır.” Bu şeklide felsefi ontolojik zeminini yitirerek teolojik bir zemine oturan ‘metafizik’ kavramı uzun bir dönemi kuşatacak, pozitivizmin  (bilim-akıl) “metafizik=teoloji” anlayışının da giderek kökleşmesiyle mahiyet değiştirerek gericilikle özdeş kılınacaktır.

Metafiziğin  ‘ontolojik felsefi’ kategori olarak geri dönüşü ise Ortaçağ sonrasındadır. Sebep buna, Yeniçağ filozoflarının temel problematiklerini “varlık ve varolandan”, “insanın varlığına” doğru kaydırmalarıdır. Daha da önemlisi ise “insanın ne’liğine” dair ciddi bir sorgulamanın başlamasıdır ki burada insan adına artık ‘akıl’dan başka -akılla birlikte- değerler vardır, yani etik, hadi biraz daha ileri gidelim ‘vicdan’ da yeniden gündemdedir. Öyledir çünkü insan, aklıyla birlikte, “iyilik, sevgi, pişmanlık, derin saygı, tinsel hayret, mutluluk ve kuşku duyma, özgür karar verme gibi belirli bir türden istemli ve duyusal edimleri”  de içkin bir varlıktır –tinsel varlıktır-  ve bütün bunlar onun ‘gücünü-kudretini’ (güçlü olma halini, kudretliliğini) gösterdiği kadar ‘güçsüzlüğünün-kudretsizliğinin’ de göstergesidir. Buradan bakınca felsefi bir disiplin olarak ‘metafizik’ insan varlığının ontolojik sorgulanmasıdır; ‘metafizik durum’ denen hal ise onun ‘tinsel varlık’ olarak yaşadığı çıkmaz/çıkışsızlık hallerinin (ve buradan çıkma çabalarının) karşılığıdır. İşte şair Kayıran da bir toplantıda devrimci arkadaşlarına “bugün yaşadığımız metafizik durum nedir”  sorusunu yöneltirken ve de bir başka toplantıda şair arkadaşlarına “şiir zaten metafizik durumla ilgili bir şeydir” tespitinde bulunurken hareket noktası, bir yanıyla insanın ne’liğine dair “ontolojik sorgulama” dürtüsü, diğer yanıyla da insanın ontolojik olarak yaşadığı o “çıkmaz/çıkışsızlık” haline göndermede bulunmak olsa gerektir.

Her ne kadar o bunu, felsefe-şiir ilişkisi ve felsefi şiir tanımlaması üzerinden hareketle yapıyor olsa da, tam da bu noktada, “Varlıksal Düşünme” - “Mantıksal Düşünme” diye bir ayrımlaması da var ki Kayıran’ın, önemli bulduğum için aktarmak istiyorum. Özellikle insanın yüz yüze geldiği ‘çıkmaz-çıkışsızlık’ durumuna ilişkin duyulan kuşku ve endişe, geçmişle hesaplaşma ve varoluş haline ilişkin sonuçlara varma çabasının VARLIKSAL DÜŞÜNME’nin iç süreçlerini oluşturduğunu belirtiyor Kayıran. Bu düşünce biçimlerini şöyle açıklıyor:

MANTIKSAL DÜŞÜNME, akıl yürütmeye dayalı ve akıl yürütmeyi dile getiren bir düşünme biçimidir.

Oysa VARLIKSAL DÜŞÜNME mantıksal düşünme değildir, akıl yürütme ve mantıksal çıkarımla değil, kuşku duyma anının yaşanması tarzında gerçekleşir.”

Bu ayrımlama, ya da bu iki düşünme biçimini keskin sınırlarla ayırma ne kadar mümkündür, tartışmaya açıktır. Ancak şu vardır: Kayıran öncelikle bir şairdir ve bir bakıma bu ayrımla, ‘varlıksal düşünme’ye özel vurgu yaparak şiirin önünü açmaya çalışıyor olabilir. Heidegger “şiir varlığa doğru düşünmenin yoludur” der ya, belki de ondan. Min gayri haddin ben “Mantıksal Düşünme”nin de ‘kuşku’ duymaktan muaf olmadığını, aksine belirgin sebebi olduğunu düşünüyorum. Şu da söylenebilir: “Mantıksal Düşünme” (bilim-akıl) kendi dışındaki/karşısındakine ‘kuşku’ duyarken -kuşku duyarak yaklaşırken- kendini kendine yönelik kuşkuya yeterince açık tutmamaktadır. Keza kuşku öncelikli ‘varlıksal düşünme’ nin aklın kendisine yönelik bir kuşku hali olması kadar, akılla bir ilişkisinin olduğunu da düşünüyorum..

Sözü -hâlâ okumaya devam ediyorsanız- daha fazla uzatıp tahammül sınırlarınızı zorlamayayım. Bir ‘tinsel varlık’ olarak insanın hikâyesi uzun ve bu konularda elimizin altında yoğun bir külliyat mevcut. Okunacak, öğrenilecek, üzerine düşünülecek şeyler çok. Bu noktada belki altı çizilmesi gereken husus, insanın tasarlanan ve tanımlanan bir varlık olmaktan öte, sürekli ‘oluş’ halinde olan bir ‘tinsel varlık’ olduğudur. Buradan bakınca ontolojik felsefi zemine her zaman ihtiyaç olduğu aşikârdır. Ve öyle olduğu için soru olarak da durum olarak da ‘metafizik’ dikkate alınmak gerekmektedir.

Öyleyse ideolojik buyruklarla sınırlanan/daralan düşünce ufkumuzu, o sınırları/dar alanları aşarak ve de geniş bir perspektif zemine oturtarak, hâlâ geçerliliği olan metafizik soruyu soralım ve o metafizik durum üzerine yeniden düşünelim:

“Bugün yaşadığımız metafizik durum nedir?”

 

                                                                                             

Dergiler Haberleri