Kosova’dan Kıbrıs’a travma, geçmişle hesaplaşma ve uzlaşma üzerine...

Kosova’dan Kıbrıs’a travma, geçmişle hesaplaşma ve uzlaşma üzerine...

 

Umut Bozkurt
bozumut@gmail.com


Geçtiğimiz Ekim ayında bir konferans için Kosova’daydım. UNDP’nin organize ettiği “Transitional Justice in Kosovo” (Kosova’da Geçiş Dönemi Adaleti) konferansına Kıbrıs’taki deneyimi anlatmak için davet edilmiştim. Bundan bir süre önce International Center for Transitional Justice’in (Geçiş Dönemi Adaleti için Uluslararası Merkez) Kıbrıs’ta yürütmüş olduğu “Kıbrıs’ta Geçmişle Hesaplaşma” projesinin bir Kıbrıslı Rum meslektaşımla birlikte eş koordinatörlüğünü yürütmüştüm.

Merkezi New York’ta olan Geçiş Dönemi Adaleti için Uluslararası Merkez uluslararası hukuk ve insan hakları alanında prestijli sivil toplum örgütlerinden birisi olarak genel kabul görüyor. 2001 yılında kurulan örgüt 35ten fazla ülkede faaliyet gösteriyor. Merkezin amacı Geçiş Dönemi Adaleti’nin (Transitional Justice) gerçekleşebilmesi için çalışmalar yapmak. Geçiş Dönemi Adaletinden kastedilen askeri rejim, iç savaş, etnik çatışma gibi yoğun insan hakları ihlallerinin yaşandığı dönemlerin ardından bir geçiş döneminden geçen toplumlarda adaletin yerine getirilmesini sağlamak. Bu yaklaşım 1980lerin sonunda Latin Amerika ve Doğu Avrupa’daki siyasi değişimler ve bu bölgedeki adalet talepleri neticesinde şekillenmeye başladı. Bu dönemde insan hakları aktivistleri otoriter ve totaliter rejimler tarafından imza atılan yoğun insan hakları ihlallerini, sürmekte olan siyasi dönüşümleri tehlikeye atmadan dile getirebilmenin bir yolunu aramaya başladılar. Geçiş sürecini tecrübe eden toplumlarda adaleti sağlamanın güçlüğü ise açıktır. Suçu işleyen tarafları belirleyebilmek ve hesap verebilmelerini sağlamak, tarafsız hakimlerin bulunmasının zor olduğu, pek çok “cellat”ın ve “kurban”ın olduğu, işlenen suçların cezai kovuşturmadan muaf tutulduğu kırılgan bir geçiş döneminde hiç de kolay bir iş değildir. İşte böyle bir bağlamda, çokdisiplinli bir alana dönüşen “Geçiş Dönemi Adaleti”, bir yandan insan hakları ihlalleri mağdurlarının acılarını görünür kılmayı ve onlara adalet dağıtmayı, öte yandan barış, uzlaşma ve demokrasiyi tesis etmeyi amaçlar.

Geçiş Dönemi Adaleti bu amacı farklı araçlarla gerçekleştirmeye çalışır. Bu farklı araçlar söyle sıralanabilir: Ceza davaları insan hakları ihlallerinden sorumlu olanların yasal olarak soruşturmaya uğramasıdır. Savcılar sistematik hale gelen suçların failleri hakkında tahkikat yaparlar. Hakikat Komisyonlarının temel amaçları geçmişteki ihlallerin kilit dönemlerini araştırmak ve rapor etmektir. Bu komisyonlar genellikle, geçmiş ihlallerin yeniden yaşanmasını engellemek için tavsiyelerde bulunan resmi devlet kurumlarıdır. Zararların Telafisi programları geçmişte işlenen insan hakları ihlallerinin maddi ve manevi zararlarını telafi etmeye yönelik devlet destekli girişimlerdir. Genellikle kurbanlara maddi ve sembolik menfaatler sağlarlar, bu menfaatler resmi özürleri ve mali tazminatları içerebilir. Güvenlik Sistemi Reformu askeri, polisi, yargıyı ve bunun gibi devlet kurumlarını baskı ve yolsuzluk aygıtlarından, şeffaf, dürüst, kamu hizmeti sunan aygıtlara doğru dönüştürmeyi hedefler. Anıtlaştırma çabaları, müzeler ve anıtlar, kurbanların toplumsal anısını korumayı ve geçmişteki insan hakları ihlalleriyle ilgili bilinci artırmayı içerir. Toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışı cinsellik ve toplumsal cinsiyet üzerine kurulu şiddetin cezadan muaf olmasını reddeder ve insan hakları ihlallerinden doğan zararın karşılanması için kadınların eşit şekilde adalete erişmesini teminat altına alır.

Kosova’daki konferans 1990lı yıllarda eski Yugoslavya’da patlak veren savaşın acı mirasıyla hesaplaşmanın yollarını tartışmayı amaçlıyordu. Kosovalı Arnavutların yanı sıra, Sırp, Hırvat, Boşnak aktivist, hukukçu ve akademisyenlerin ve bu konularda çalışmalar yapan bölge dışından gelen uzmanların sunuşlarına yer verildi. Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti Bosna Hersek, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Sırbistan, Slovenya ve Sırbistan Cumhuriyeti içindeki iki otonom bölge olan Kosova ve Voyvodina’dan oluşuyordu. Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte bölge ciddi bir siyasi ve ekonomik kriz yaşamaya başladı. Bu kriz etnik ve dini gruplar arasında düşmanlığı körüklemeye çalışan milliyetçi aktörler tarafından derinleştiriliyordu. 1990 yılında Sırbıstan yönetimi, Sırbıstan içindeki iki otonom bölge olan Kosova ve Voyvodina’nın özerkliğini feshetmeye karar verdi. Çoğunluğunu Arnavutların oluşturduğu Kosova Parlamentosu 1990 yılında Kosova’yı Yugoslavya içinde bağımsız bir Cumhuriyet ilan etse de, parlamento Sırbıstan parlamentosu tarafından feshedilmiş ve ilerleyen dönemlerde Kosovalı Arnavutlar yoğun bir baskı rejimiyle terbiye edilmeye calışılmıştı.

1991 yılında Slovenya’nın bağımsızlığını ilanı Yugoslavyanın parçalanması tetikledi. Hırvatistan ve Bosna Hersek’in de bağımsızlığını ilan etmesinin ardından eski Yugoslavya kendini bölgesel bir savaşın içinde buldu. Kosova’daki savaş 1998 yılından 1999 yılına dek sürdü. Savaşın tarafları Sırp güçleri ve Kosovalı Arnavutlardı. Haziran 1999 yılında NATO’nun Kosova’daki Sırp güçlerine hava bombardımanı gerçekleştirmesi savaşı sonlandırdı.

Eski Yugoslavya’daki savaş sivillere karşı saldırılar, toplu katliamlar, sistematik tecavüzler ve toplama kamplarını içeriyordu. Hırvatistan, Bosna Hersek ve Kosova’daki savaşların ardından 34,809 kişinin kayıp olduğuna dair kayıtlar var. Sonradan bu kayıpların önemli bir kısmının toplu mezarlarda gömülü olduğu ortaya çıkarıldı.
Savaşın ardından en yoğunlukla kullanılan Geçiş Dönemi Adaleti yöntemi ceza davaları olmuş. Bosna-Hersek, Hırvatistan, Sırbistan’da savaş suçlarını soruşturmak için mahkemeler kurulmuş, Kosova’da ise aynı sebeple uluslararası hakim ve savcılar çalışmalar yürütmüşler. Bölgesel düzeyde ise 1993 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından kurulan Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (International Criminal Tribunal for the Former Yugoslavia) aralarında Kosova’nın eski başbakanı, Sırbistan’ın eski cumhurbaşkanı ve Sırp ve Hırvat ordularının eski komutanlarının bulunduğu 161 yüksek rütbeli kişi aleyhinde dava açtı.
Konferansın bir oturumu kadınların yaşadığı insan hakları ihlalleriyle nasıl yüzleşileceğine ilişkindi. Malum, Kosova’da da diğer çatışma bölgelerinde olduğu gibi tecavüz önemli bir şiddet aracı haline getirilmişti. Geçiş Dönemi Adaletinin önemli bileşenlerinden birisi toplumsal cinsiyet üzerine kurulu şiddetin cezadan muaf olmasını önlemek ve kadınların eşit şekilde adalete erişmesinin teminat altına alınmasıdır. Ancak bunun zor bir iş olduğu, dinlediğimiz sunuşlarla bir kez daha ortaya çıktı. Buradaki en büyük sıkıntı ise üzerinden yıllar geçtikten sonra tecavüzün kanıtlanmasına ilişkin zorluk. Kosovalı kadın örgütlerinden temsilciler, hali hazırda büyük bir travma yaşamış kadınların mahkemelerde yaşadıkları zorluklardan söz ettiler. Örneğin kadınlara tecavüzü kanıtlayabilmek için tanığının olup olmadığı soruluyor. Tecavüzün “bir kişinin rızası dışında cinsel ilişkiye zorlanması” ile ilgili yasal tanımıyla ilgili bir sorun da sözkonusu. Sistematik bir şekilde tecavüze uğrayan bir kadına hakim, “bütün bu olan bitenlere rıza göstermiş miydiniz?” diye sormuş.

Konferansta dinlediklerim kadar orada tanıştığım hukukçular, akademisyenler, sivil toplum aktivistlerinden duyduğum hikâyeler de çok etkiledi beni. Tanıştığım Kosovalı Arnavut kadınlar o bölgede tecavüze uğrayan pek çok kadının o muhafazakar çevre içinde çok zor barınabildiğini, çoğunun kocası tarafından terkedildiği için çok mağdur durumda olduğundan sözetti. Hırvat bir meslektaşım ise savaşın erkekler üzerinde yarattığı etkilerden sözetti. Özellikle tecavüz edilen eşlerini terk etmeyen erkekler arasında alkolizmin hayli yaygın olduğuna vurgu yaptı.
Kosova’daki bütün bu hikâyeleri dinlerken, elbette aklımın bir köşesinde hep Kıbrıs, burada yaşananlar vardı. Yoğun insan hakları ihlallerinin yaşandığı ülkelerde travmanın nasıl bir ülkenin dokularına derinlemesine işlediğini, zamanla da geçmediğini, hatta daha derin bir hal aldığını düşündüm durdum. Eski Yugoslavya’daki bir kayıp yakını, “geçmiş diye birşey yok, geçmiş benim şimdiki zamanım” demiş. Sevdikleri birini bekleyenler için acı veren bir umut her zaman havada asılıdır, geniş bir geçmiş zaman tüm zamanlara hükmeder, kapanmayan bir yara kanar ve kanar, tüm geleceği de kanatır. Yas tutmak, yaraların kabuk bağlaması, kaybı kabullenme kayıp yakınları için sözkonusu olmaz. Kıbrıs’ta tanıştığım kayıp yakınlarında da bunu görmüştüm: kimse sevdiği birinden kolay kolay vazgeçemiyor.

Bugünlerde yeniden Kıbrıs’ta çözüm tartışmaları alevlenmeye başladı. Daha önce olduğu gibi, bugün de, geçmişteki travmaların yarattığı sosyo-psikolojik sonuçlar gündeme getirilmeksizin mesele bir ekonomik rasyonel, bir kâr-zarar hesabı gibi algılanarak çabuçak halledilmeye çabalanıyor. Kıbrıs’taki iki toplum arasında hüküm süren karşılıklı güvensizlik ortamında sürdürülen barış müzakarelerinin başarısız olmasına şaşırmamak gerekiyor. Yıllar yılı müzakerelerde herşey konuşuldu ama geçmişle yüzleşmeye dair tek bir söz edilmedi. Yanyana ama birbirinden ayrı yaşayan iki toplum, yıllar yılı acılarını, güvensizliğini, kinini biriktirdi durdu. Şimdi bu iki topluma, o travmatik geçmişi unutması, ekonomik faydalar sağlayacak bir çözümü kabul edilmesi salık veriliyor. Oysa travma öyle kolayca bir tarafa koyulacak birşey değil, kuşaktan kuşağa aktarıldığını kanıtlayan önemli çalışmalar sözkonusu. Müzakerecinin diplomatik diliyle geçmişin “temiz bir şekilde” kapatılması mümkün olmuyor, zira sizin “geçmiş” dediğiniz dönem, savaşta bir yakınını kaybetmiş birisi için “şimdiki” zaman olabilir. Bir kâr-zarar hesabı üzerine kurulu bir çözüm uzlaşmaya tekabül etmez. Geçmişteki travmayla yüzleşmeden, karşı tarafın acısını tanımadan, ona yaşattığın acıların sorumluluğunu almadan, ondan özür dilemeden gerçek bir uzlaşma filizlenemez. İşte bu yüzden şu anda gündemde olan müzakarelerin travmayla yüzleşen çabalarla desteklenmesi önemlidir. Bu konuda yıllardır çalışmalar yapan aktivist ve örgütlerin seslerine kulak verilmelidir. Kamuoyunu gerçek bir uzlaşmaya hazırlamayan, meselenin sosyo-psikolojik boyutları üzerinde durmayan, ekonomik rasyonel üzerinden alelacele bir “çözüm”ü tesis etmeye çabalamanın, bölünmeyi derinleştirmekten başka bir sonuç doğurmayacağını öngörebilmek için herhalde müneccim olmaya gerek yoktur...

Dergiler Haberleri