Yonca Özdemir
yoncita@gmail.com
KKTC gibi “de facto devletler,” yani uluslararası tanınmışlığı olmayan devletler, resmî olarak tanınmasalar da kendilerine ait bir egemenlik zemini kurarlar: Kurumları işler, kamusal hizmetleri yürür, sınırlar çizilir, kimlik kartları bastırılır, seçimler yapılır... Kısacası, görünürde bir “devletçilik” oyunu oynanır ama bu oyun oldukça gerçektir de; çünkü pratikte bir devlet hayatı akar gider. Ne var ki tanınmamanın getirdiği o sürekli belirsizlik (yarının ne getireceğini bilmemek), eksiklik duygusu (uluslararası masalarda yer bulamama) ve “askıda olma” hâli (hiçbir statüye tam oturamama) Kıbrıslı Türklerin siyasal ve toplumsal varoluşunu gölge gibi takip eder. Bu durum, gündelik yaşamdan dış politikaya kadar her düzeyde hissedilir: Yurttaşlık haklarının kısıtlı tanınması, dış yatırımların gelmemesi, diplomatik yalnızlık, müzakere süreçlerinin kırılganlığı ve gelecek tahayyüllerinin sürekli ertelenmesi vb. hepsi bu askıda kalmışlığın gündelik yansımalarıdır.
Bunlar, okumadıysanız şiddetle tavsiye edeceğim Askıda Egemenlik (Rebecca Bryant ve Mete Hatay, 2020) kitabında dile getirilen argümanlar. Kitap, Kıbrıslı Türklerin her seçim döneminde yaşadığı ikilemi anlamak için de gerçekten ufuk açıcı. KKTC, tüm aksaklıklarına karşın fiilen işleyen bir devlet düzenine sahip. Hatta literatürde “başarısız devlet” olarak anılan Somali ve Yemen gibi örneklerle kıyaslandığında, KKTC’nin kurumsal işlerliğinin görece daha yüksek olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik bir de facto devlet olmasına rağmen, seçimler düzenli aralıklarla, rekabetçi ve -2020 seçimlerini hariç tutarak söylüyorum- genellikle de özgür koşullarda yapılmakta. Fakat tanınmamışlık, yani uluslararası hukukun sizi yok sayması, Türkiye’den gelen baskı ve müdahalelerle de birleşince, toplumda sık sık aynı hisleri uyandırıyor: “yine bir seçim oyunu geldi çattı” ya da “oy versek ne değişecek?”
***
Açıkça görülüyor ki KKTC’nin siyasal yapısı, tanınmama koşulları ile Türkiye’nin artan etkisinin birlikte yarattığı çok katmanlı bir sınırlılık içinde işliyor. “İki devletli çözüm” söyleminin müzakere kanallarını tıkadığı bir dönemde, yolsuzluk iddiaları, inşaat-rant döngüsünün çevresel yıkımla iç içe geçmesi ve kurumların giderek daha kırılgan ve işlevsiz görünmesi, seçmeni zor bir ikilemin ortasına bırakıyor: Bütün kusurlarına rağmen bu de facto devletin liderinin seçilmesi için sandığa gitmeli mi, yoksa protesto amacıyla boykot mu etmeli?
KKTC için ister “işgal” deyin ister “benim devletim” diye sahiplenin; her koşulda bu seçimde oy vermeniz için pek çok sebebiniz var. Ben de bu yazıda, demokratik kuramlardan gündelik siyasetin gerçeklerine uzanarak neden oy vermenin -hele ki içinize sinmeyen seçenekler arasında görece daha az sakıncalı olana yönelmenin- hem rasyonel bir tercih hem de toplum için değer üreten bir tutum olduğunu anlatmaya çalışacağım.
***
Seçimler, demokrasinin temel taşlarından biridir ve birkaç önemli işlevi aynı anda yerine getirir. Öncelikle, seçimler, yurttaşların görüşlerini dile getirebilecekleri ve bunların kamu politikasına dönüşebileceği bir temsil düzeni sağlar. Siyasi yöneticiler özgür ve eşit bir yarış sonucunda seçildiğinde, yurttaşlar onları ve siyasi sistemi daha meşru görür. Bu meşruiyet, devlet ile toplum arasındaki toplumsal sözleşme ve halkın egemenliği açısından önemlidir. Seçimler aynı zamanda bir “hesap verme” aracıdır, çünkü seçmenlerin siyasi liderleri performansları (politika kararları, yolsuzluk, duyarlılık) üzerinden ödüllendirmelerine veya cezalandırmalarına olanak tanır. Çoğulcu toplumlarda seçimler, farklı toplumsal gruplar ya da elitler arasındaki çatışmaları barışçıl yollarla çözer, şiddet ve baskı olasılığını azaltır. Ayrıca seçimler, yurttaşları siyasete katılmaya teşvik eder; insanlar bu süreçte bilgi edinir, fikir geliştirir, tartışır ve harekete geçer. Bu da demokratik kültürü ve farkındalığı besler. Düzenli seçimler, yöneticilerin koltuğa yapışmasını da önler; onların daha duyarlı ve yenilikçi davranmasını teşvik eder. Son olarak seçimler, siyasal gücü sınırlar. Çünkü yönetenler, er ya da geç halkın karşısına çıkacaklarını bilirler. Kaybedenler ise -iyi işleyen bir sistemde- sonucu kabullenmek zorundadır. Böylece keyfî yönetimlerin önü kesilir. Kısacası seçimler, demokrasilerin olmazsa olmazıdır.
Klasik demokrasi kuramına göre seçim, yurttaşların belli aralıklarla sandık başına gidip rekabet halindeki siyasal elitler arasından tercih yapmasıdır (Schumpeter, 1942). Robert Dahl’ın (1971) “çoğulcu demokrasi” anlayışı, bu rekabetin anlamlı olabilmesi için en az iki koşulun -siyasal yarışma ve katılım- birlikte varlığını vurgular. Yani yarışma tek başına yeterli değildir; katılım düşerse, siyasal eşitlik ideali pratikte erozyona uğrar. Bu yüzden, seçeneklerin ya da adayların fevkalade olmadığı bir seçimde bile sandığa gitmek, yurttaşlığın asgari ifadesidir. Seçime katılım azaldığında temsil, örgütlü küçük grupların elinde yoğunlaşabilir; siyasal süreç, geniş toplum kesimlerinden uzaklaşıp dar çevrelerin etkisine daha açık hale gelir.
Seçimler konusunda Albert O. Hirschman’ın (1970) “Exit, Voice, Loyalty” kuramı çok aydınlatıcıdır. Boykot, yani sandığa gitmeme, sisteme karşı bir “exit” (çekilme) stratejisi olarak okunabilir; oy vermekse bir “voice” (ses çıkarma) biçimidir. KKTC bağlamına baktığımızda, tanınmamışlık statüsü ve Türkiye’nin giderek artan etkisi altında şekillenen siyasal düzende, “exit” yani sandığa gitmeyerek seçimi boykot etme stratejisi, özellikle protesto amacıyla başvurulabilecek cazip bir seçenek olarak görünebilir. Fakat bu seçeneğin kısa vadede elle tutulur bir sonuç üretmesi yine KKTC koşullarında adeta imkansızdır. İşin gerçeği, seçimi boykot ettiğinizde, siyaset sahnesine “ben yokum” dersiniz; siyaset de size “peki, o zaman ben sensiz yoluma devam ediyorum” cevabını verir. Seçime katılmayanlar çoğu zaman istatistiksel bir “sessizlik” içinde kaybolur. Siyasal aktörler ise bu boşluğu ya kayıtsızlık ya da onay/rıza diye okumaktan pek geri durmaz.
KKTC’de “loyalty” (sadakat) seçeneğinin ise türlü türlü anlamı olabilir. Bu kimi zaman partizan bir bağlılık şeklinde çıkar karşımıza: Seçmen, yıllardır oy verdiği partiye ya da lidere, içten içe eleştirse bile sadık kalır. Kimi zaman da bu sadakat, Türkiye’ye yöneliktir. Bizim “irademize müdahale” diye okuduğumuz şey, bazı seçmenler için olumlu karşılanıyor olabilir. Dolayısıyla mevcut koşullardan memnun olmasa dahi bazı seçmenler Türkiye ile bağları koparmamak adına mevcut düzeni desteklemeyi tercih edebilir. Sadakatin başka bir tezahürü ise sosyo-ekonomik olabilir. Kamu istihdamına bağımlılık ya da Türkiye’den gelen mali yardımlardan yararlanma, bireyleri mevcut düzene sadık kalmaya itebilir. Rant, inşaat sektörü veya mafyatik bağlantılarla sistemden pay alan kesimler için de sandıktaki “loyalty” tercihi, çıkarların korunmasıyla eşdeğer hâle gelir. Her ne biçimde tezahür ederse etsin sadakat tercihi, statükonun ömrünü uzatır ve aynı zamanda toplumsal muhalefeti zayıflatır.
“Exit” ve “voice,” aslında sadakat tercihine karşı alınmış muhalif iki pozisyondur ama bunlardan sadece ikincisi, yani sandığa gidip irade beyan etmek, seçimlerde sadakatin baskın çıkmasına engel olabilir. Sandıkta tercih beyanı, asgari de olsa adayların, partilerin ve dış gözlemcilerin okuyacağı bir veri, bir sinyal üretir. Bu sinyal ve hatta yaratabileceği siyasi liderlik değişimi, KKTC’deki düzeni tek başına dönüştürmeye yetmese de hem yerel hem de uluslararası düzeyde toplumsal taleplerin yönünü görünür kılar.
Seçeneklerin hiçbirinin mükemmel olmadığı durumlarda, görece daha kabul edilebilir olana yönelmek, rasyonel eylem teorisinin ortaya koyduğu “zararı en aza indirme” (minimax regret) mantığıyla da örtüşür (Downs, 1957). Seçmen, kendi değerleriyle tam örtüşen bir aday bulamayabilir. Ancak adaylardan birinin somut politika alanlarında -müzakere kanallarının açık tutulması, hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi, planlama ve çevre denetiminin ciddiye alınması- daha iyi sonuçlar üreteceği kanaatine varabilir. Bu kişiye oy vermek ideallerden vazgeçmek anlamına gelmez. Bu, siyaset biliminin “ikinci en iyi” (second-best) ya da “daha az kötüye oy verme” (lesser evil voting) senaryolarına uygun rasyonel bir stratejidir. Bu durumda seçmen, tercihleriyle tam örtüşen bir aday bulunmadığında, kendisine en uzak bulduğu adayın seçilmesini engellemek amacıyla görece daha kabul edilebilir gördüğü adaya yönelmeyi tercih eder. Bu rasyonel hesaplamaya dayalı yaygın siyasal davranış, literatürde “stratejik oy verme” (strategic voting) olarak kavramsallaştırılmıştır.
Son olarak da “veto oyuncuları” kuramına değinmek istiyorum. George Tsebelis’in (2022) bu teorisi, kurumların farklı noktalarında bulunan aktörlerin politika değişikliklerini sınırlayarak istenmeyen düzenlemelerin uygulanmasını zorlaştırabileceğini gösterir. KKTC Cumhurbaşkanını siyasal sistemin kilit veto aktörlerinden biri olarak değerlendirmek mümkündür, çünkü önemli yetkileri vardır. Örneğin, Yüksek Mahkeme yargıçlarını Cumhurbaşkanı atar. Diğer üst düzey atamalarda da onay yetkisi vardır. Belki en önemlisi, Başbakanı atar ve hükümeti onaylar. Cumhurbaşkanı’nın, Meclis’ten geçen yasaları bir kez daha görüşülmek üzere geri gönderme ya da Anayasa Mahkemesine yollama yetkisi de vardır. Örneğin, eski Cumhurbaşkanı Akıncı 2020’de UBP-DP hükümeti kurulurken Aytaç Çaluda’nın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığını veto etmişti. Akıncı’nın 2016’da Türkiye ile imzalanan Koordinasyon Ofisi Anlaşmasını da Anayasa Mahkemesine gönderdiğini unutmayın. Dolayısıyla kâğıt üzerinde Cumhurbaşkanı’nın yetkileri sınırlı gibi görünse de bazı önemli konularda fren vazifesi görebilir.
Daha da önemlisi KKTC’nin “tanınmama” koşulları nedeniyle Cumhurbaşkanı özellikle dış ilişkilerde ve müzakerelerde öne çıkan aktördür. Anayasa’ya göre Kıbrıs müzakerelerini yürütmek Cumhurbaşkanı’nın görevidir. Cumhurbaşkanı’nın bu rolü onu fiilen KKTC sisteminin en önemli siyasi aktörü yapar. Ayrıca Türkiye ile ilişkiler bağlamında Cumhurbaşkanı’nın siyasi pozisyonu (çözüm yanlısı mı, “iki devletli çözüm” taraftarı mı) ülke içi siyasetin yönünü ciddi biçimde etkiler. Etkiler sadece iç siyasetle de sınırlı değildir, çünkü seçilen Cumhurbaşkanı dış dünyaya da sinyal üretir. Müzakerelerin askıya alındığı dönemlerde dahi, seçmenlerin tercihleri, uluslararası aktörlere çözüm, uzlaşı ve hukuksal öngörülebilirlik yönünde toplumsal bir talebin varlığını gösterebilir. Bu sinyal tek başına statükoyu değiştirmeye yetmez; ancak tanınmamanın getirdiği sınırlamalara rağmen, sivil toplumun, yerel yönetimlerin ve teknik kurumların dış dünyayla kurduğu bağların açık kalmasına katkı sağlar. Seçimler, bu bağlara hem meşruiyet hem de canlılık kazandırır; müzakere masası yeniden kurulduğunda ise toplumsal desteğin daha güçlü bir dayanağa oturmasına yardımcı olur.
***
Mevcut Cumhurbaşkanı’nın bu Kıbrıs meselesi konusuna dair siyasetinden ya da başka icraatlarından memnun değil misiniz? O halde, tepkinizi boykotla değil, sandığa giderek oyunuzla gösteriniz.
Tabii yine de “boykot” derseniz, o konuyu biraz daha derinlemesine açalım. Boykot yanlılarının iki güçlü iddiası vardır. Birincisi, sandığa gitmenin mevcut ve kusurlu düzeni meşrulaştırdığıdır. İkincisi ise, seçim sonuçlarının belirleyici olmadığı bir ortamda gerçek değişimin ancak seçim dışındaki toplumsal hareketlerle mümkün olabileceğidir. Bunlar KKTC boykotçuları arasında da çok yaygın olarak kullanılan gerekçeler.
Birinci iddiaya şu şekilde yanıt verilebilir: Meşruiyet yalnızca katılım oranıyla ölçülmez; adil bir yarışın varlığı, medyada çoğulculuk, siyasette şeffaflık ve yargının bağımsızlığı gibi unsurların bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. Katılım bu bütünün sadece bir parçasıdır. Dolayısıyla seçime katılım düşük olsa bile, diğer koşullar sağlıklıysa seçimler meşru kabul edilir. Nitekim dünyadaki birçok yerleşik demokraside katılım oranları sanıldığı kadar yüksek değildir. En bilinen örnek İsviçre’dir: Burada seçime katılım çoğu zaman yüzde 40’ın altındadır. Benzer şekilde Kanada ve Japonya’da da katılım oranları yüzde 60’ın altında seyretmektedir.
Kolektif eylem literatürü de bize boykotun bir koordinasyon sorunu olduğunu hatırlatır. Başarılı sayılabilecek bir boykotun, yüksek ve görünür bir eşiği aşması gerekir; aksi halde sandığa gitmeyenler, örgütlü tabanını sandığa götürme kapasitesine sahip kesimlere görece avantaj sağlamış olurlar (Olson, 1965). KKTC’de boykotçular her daim var olmuş olsa da hiçbir seçimde katılım oranı meşruiyeti tartışmaya açacak kadar düşük seviyelere inmemiştir.
Özellikle patronaj ilişkilerinin güçlü olduğu KKTC gibi ortamlarda, boykotu tercih eden seçmenler, hem kendilerini hem de oyunu “sadakat” yönünde kullanmayan diğer seçmen kitlelerini, aslında hiç temsil etmedikleri sonuçlara mahkûm etme riski yaratırlar. Diğer bir ifadeyle, protestonun niyeti ile sonucu birbirine taban tabana zıt olabilir. Amerika’daki son seçimlerde en sol seçmenin oy vermeyi reddedip, şimdi Trump tarafından yönetilme durumuna düşmüş olması buna güzel bir örnektir.
İkinci iddiaya gelince: Seçim dışı toplumsal hareketler kuşkusuz demokrasinin meşru araçlarıdır. Ancak bu hareketlerin sürdürülebilirliği, demokratik kurumların açık kalmasına ve ifade ile örgütlenme özgürlüklerinin fiilen varlığına bağlıdır. Bu alanlar ise, genellikle seçilmiş aktörler tarafından daraltılır ya da genişletilir. Dolayısıyla sandık, tek başına araç değildir; fakat diğer araçların işlerliğini koruması için önkoşuldur. Üstelik oy vermek, toplumsal mobilizasyonu engellemez. Tam tersine, hem sandığa gidip hem de sokakta ya da örgütlerde aktif olmak herhalde en ideal bir demokratik katılım şeklidir.
***
Sandık kararınızı verirken kritik nokta şu: Eğer mevcut durumdan memnun değilseniz, oy vermelisiniz. Sandığa gitmemek, mevcut düzenin fiilen onaylanması demektir. Elbette tek bir oy, KKTC’nin sorunlu statüsünü ve bunun yarattığı problemleri ortadan kaldıramaz; fakat bu oy, toplumun daha etkin bir özne olarak iradesini gösterebilmesi için önemli bir araçtır. Seçime katılım, sıkıntıları bütünüyle yok etmese de onlarla mücadele edebilmek için gerekli siyasal zemini sağlar. Bu yönüyle oy, yalnızca bireysel bir tercih değil, aynı zamanda kolektif bir direnç stratejisidir. Seçenekler arasında daha az sakıncalı olana oy vermek de ilkelerden vazgeçmek değil; aksine, ilkelerin gelecekte daha elverişli koşullarda savunulabilmesi için bugünün imkânlarını akıllıca kullanmaktır. Sandık bu aklın en görünür, en ölçülebilir ve en meşru aracıdır.
Kaynakça:
Bryant, R., & Hatay, M. (2020). Askıda egemenlik: Kuzey Kıbrıs’ta devlet politikaları ve gündelik yaşam. İstanbul: İletişim Yayınları.
Dahl, R. A. (1971). Polyarchy: Participation and opposition. New Haven: Yale University Press.
Downs, A. (1957). An economic theory of democracy. New York: Harper & Row.
Hirschman, A. O. (1970). Exit, voice, and loyalty: Responses to decline in firms, organizations, and states. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Olson, M. (1965). The logic of collective action: Public goods and the theory of groups. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Schumpeter, J. A. (1942). Capitalism, socialism, and democracy. New York: Harper.
Tsebelis, G. (2002). Veto players: How political institutions work. Princeton: Princeton University Press.