Tuğrul İlter
Söylemsel ve edimsel vasimiz Türkiye’nin KKTC hükümetine uygulanması için sunduğu yeni ekonomik tedbirler paketinden geçtiğimiz günlerde haberdar olduk. Türkiye “ekonomik” performansıyla “başarılı” sayılan bir ülke. Avrupa ülkelerini saran ekonomik kriz dalgasından pek etkilenmediği gibi tam sayfa ilanlarla duyurulan büyük barajlar yapımı gibi “başarı” göstergesi ya(p)tırımları hayata geçirmeye devam eden bir ülke. Buna karşılık aynı Türkiye, 2012 yılının Mayıs ayında yayınlanan AİHM raporlarına göre 1959-2011 yılları arasında AİHM’nin verdiği mahkumiyet kararlarında birinci sırada yer alıyor. Benzer şekilde Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (Committee to Protect Journalists) 2012 raporuna göre Türkiye 49 gazeteciyle, gazetecileri en çok hapseden İran ve Çin’in de önüsıra birinci durumda. (Ben daha bunu yazarken Türkiye’de bu sayının artıp 50’ye ulaştığı haberi geldi.) Ayrıca Google’ın şeffaflık raporu’na göre Türkiye uluslararası sansür talebinde de birinciliği kimseye kaptırmamış. Dahası, Doha’daki İklim Görüşmeleri’nin ikinci gününde, İklim Eylem Ağı’nın (Climate Action Network) organize ettiği ve sivil toplum kuruluşlarının verdiği “Günün Fosili” ödülünü de almış bulunuyor. Müzakereler boyunca süreçleri tıkayan veya iklim müzakerelerinin gerektirdiği şekilde davranmayan ülkelere verilen bu ödül, 2012’yi kömür yılı ilan eden Türkiye’ye kömüre olan bağımlılığı ve Kyoto Protokolü ikinci yükümlülük döneminde de, aynen birincisinde yaptığı gibi, azaltım hedefi belirtmeyeceğini açıklaması nedeniyle verilmiş.
Tabii Türkiye’nin bu dünya dereceleri başarısızlık göstergeleri. Peki nasıl oluyor da, dünya çapında bu kadar başarısız bir ülke yine de “başarılı” sayılabiliyor? Şu ekonomik başarı ölçütlerinde bir terslik olmasın sakın? Kendisinin demokrasiyle yönetildiğini iddia eden bir ülke nasıl olur da ekonomide bu kadar başarılı iken, demokratik hak ve özgürlüklerde bu kadar yerlerde sürünüyor olabilir? Yoksa demokrasi ile ekonomi çelişik mi? Türkiye gibi ekonomide başarılı, demokraside başarısız bir ülkenin başarı hanesini niye demokrasi değil de ekonomi belirliyor? Demos’un kaybettiği bir ekonomik başarı kimin başarısı?
İşte tam da bu nedenle, ekonomi üzerine bize belletilenleri yeniden gözden geçirmemiz, durup yeniden düşünmemiz gerek. Dayatma paketlerin hayatlarımızda yapageldiği tahribatı ve hayatımızı idame ettirme pratiklerimizi nasıl kapana kıstırdığını, bizi nasıl seçeneksiz bıraktığını gözönüne aldığımızda bu salt düşünsel bir gereklilikten öte—bir çıkış yolu görebilmemizi sağlayabilmesi açısından—acil bir zorunluluk da. Kapana kısılmış bir çaresizliğin yaşandığı böyle zamanlarda bir perspektif değişikliği, bunun öncesinde göremediğimiz bir çıkış yolunu ya da yollarını görmemizi sağlayabilir. Benim de bu yazıda amaçladığım böylesi bir yeniden düşünmek ve bunun getirdiği farklı bir bakış.
Alışageldik ekonomi söylemleri ile neo-klasik ekonomi “bilimi,” ciddi bir illüzyon, aldatmaca ve yabancılaştırma üzerine kurulu. Bir gün haberlerde “ekonomi” adlı cisimsiz ama yine de doğal bir varlığın hastalanıp “krize girdiğini” okuyoruz mesela. Bu öylesine müthiş bir varlık olmalı ki, o hastalandığında çoğumuzun “kemerlerimizi sıkmamız”, hatta işten atılmamız, hayatımızı artık idame ettiremez hale düşmemiz gerekiyor. Yani, medya temsillerine yansıdığı haliyle, bu “ekonomi” heyulasının sağlığı, başka yerlerde yaşayan başka insanların sağlığı gibi bizim kayıtsız kalabileceğimiz bir olay değil. Bizim refahımızı ya da yoksulluğumuzu hatta varolup yokolmamızı belirleyen o. Kaderimiz ona bağlı. Bizim alınyazımızı yazan o. Beni düşük ücretle sigortasız çalıştıran sonra da işten atan patronun, şirketin, kurumun, özelleştirme siyaseti güden hükümetin bunda bir dahli yok sanki. Bu doğal ve doğal olduğu için de dönüştürülemez bir gidişat gibi sunuluyor hep. Boyun eğmekten başka yapacağımız bir şey yokmuş gibi. Belki ekonomi “canlandığında,” o zamana kadar sağ salim kaldıysak, daha beter koşullarda da olsa, yine bir “iş” bulup işleyebiliriz. Türkiye ekonomik tedbirler paketi dayatıyorsa, buna karşı çıkanların da kendi benzer ekonomik tedbirler paketlerini üretmeleri kaçınılmaz görülüyor, çünkü “ekonomi” öyle gerektiriyor.
İşte en önemli yanılsama burada: Bu söylemde sözü edilen “ekonomi” bir yansıtmanın ürünü. Bizi kendimize, topluma, çevremize ve kendi pratiklerimize yabancılaştıran bir illüzyon. Ekonomi bizim dışımızda ve bize dışardan hükmeden doğal bir varlık değil. Öyle yukarda tasvir edildiği gibi bir şey YOK. Bir animizm ya da animasyon ile karşı karşıyayız. Ekonomi dediğimiz, bizim içinde yer alıp yaşadığımız—günümüzde tipik olarak eşitsiz ve sömürüye dayalı—bir dizi ilişki (işçi-işveren, üretici-tüketici, alıcı-satıcı, küresel işbölümü) ve bu ilişkiler içinde gerçekleştirilen kimi pratiklerden (üretim, tüketim, alım, satım, çalışma, ev geçindirme) başka bir şey değil. Eşitsiz bir ilişki, eşitsizliğe dayalı bir işbölümü ve ilişkilendirilenlerin birbirini takviye ederek var eden birliktelikleri, günümüz ekonomisinin—nam-ı diğer kapitalizminin—temel özellikleri. Bill Gates gibi birilerinin bir çok ülke toplamından daha zengin olabilmeleri için böyle kurulan bir ekonomik ilişki içinde milyonların yoksullaşması gerekiyor. Yine böyle kurulan küresel bir işbölümü sayesinde birinci dünya menşeli şirketler hiç mal üretmeyip sadece marka üretirken, taşeron üçüncü dünya şirketleri dehşet sömürü koşullarında o markaların sattıkları malları üretiyor. Birinci dünya menşeli markaların serpilip zenginleşmesi için üçüncü dünyada “sweatshop” diye anılan, kabul edilmez çalışma koşullarının ve çocuk emeği de dahil sömürü koşullarının oluşması, korunması ve sürdürülmesi gerekiyor. Ayrıca işsiz güçsüzler de bu birlikteliğin takviye yoluyla yaşamasını sağlayan bir parçasını oluşturuyorlar. Onların varlığı bu sömürücü ilişki sisteminin sürdürülmesi için işlevsel. Onlar olmasa, onların yedekte bekleyişi olmasa, bu eşitsiz ve sömürücü ilişkiyi sömürülenlerin iradesine karşın sürdürmek mümkün olamazdı.
İçinde yaşadığımız bu ilişki ve pratikler ise, bizim, insanlar olarak böyle kurup düzenlediğimiz, bu anlamıyla da “kültürel” ilişki ve pratikler—doğal ve kaçınılmaz değiller. Dolayısıyla yine onu kuran bizler tarafından başkalaştırılabilirler. Yeniden başka türlü kurulabilirler. Örneğin, eşitliğe dayalı bir ilişki olarak ya da ötekini sömürmek yerine onun çıkarını da gözeten, ötekine karşı sorumluluk alan bir ilişki olarak. Yoksa ilişkiyi böyle yeniden kurmadan bize ekonomik paketler dayatıldığında biz doğanın yasalarına uymuş olmuyoruz, içinde yer aldığımız eşitsiz ilişki içerisinde, bu paketin uygulanmasından yararlanacak olanların, saadet zincirinin tepesindeki yeri değişmez olanların istek ve amaçlarına boyun eğmiş oluyoruz. Bu sayede biz kaybederken onlar kazanmış oluyor. Bunun içindir ki demokrasi mücadelesi, bizim nasıl bir ekonomi tahayyül ettiğimizle tastamam ilgili olup, ekonominin parametrelerini oluşturan bir öneme sahiptir. Bizim dışımızda doğal bir varlık olarak o “hastalanan,” “krize giren,” “canlanan,” “düzelen,” “uçan” ekonomi illüzyonundan kurtulmanın bizim anlayışımızda olanaklı kıldığı önemli bir perspektif değişikliği bu.
Neo-klasik ekonomi anlayışının başarı tanımlamasında ve bu belirlemeye temel olan varsayımlarında, şirketlerin hissedarları dışındaki herkese verdiği zararı dışlayan, bunun yanısıra doğaya, çevreye verdiği zararları da öteleyip gözardı eden inanılmaz büyük sorunlar var. Buna göre ekonominin öznesi olarak, örneğin, bir şirket başarısını yalnızca kâr üzerinden ölçüyor. Dolayısıyla bir tek hissedarlarına hesap veriyor, sadece onların çıkarını gözetiyor. Hisse sahibi olmayan insanların, çevrenin, doğanın, dünyanın çıkarı ve onlara verilen zarar hesaba katılmıyor. Yani sorumsuz davranabiliyor (sorumluluk her zaman başkalarına karşı sorumluluk olduğuna göre!). Hissedarlar dışındaki insanlar ve dünya ile kendisinin onlara verdiği zarar, neo-klasik ekonomi “biliminin” kendi tanımıyla, “dışsallaştırılıyor.” Dünya sonsuza dek karşılıksız sömürülebilir bir “kaynak,” dipsiz bir kuyu olarak düşünülüyor. Oysa herkes ortalama bir İngiliz kadar tüketse, bizim dünyayı tükettikten başka iki tane daha dünyaya, ortalama bir Amerikalı kadar tüketse, beş tane daha dünyaya ihtiyacımız olacak. Böyle bir olanağımız, iki tane daha, beş tane daha dünyamız yok ve tam da bu tüketici yaşam biçimimizden kaynaklanan iklim değişikliğinin de alarmını çaldığı gibi, elimizdeki tek dünya da tehlikede.
Dünyanın kaybettikleri şirket(ler)in kazanç hanesine yazılırken, şirket(ler)in dünyaya verdiği zarar kendi kâr hesabının zarar hanesine yazılmıyor. Bu sayede, eğer bu “dışsallaştırmalar” olmasaydı çok zararlı ve sürdürülemez olacak bir “işi” çok kârlı bir işmiş gibi yapmaya devam edebiliyor şirketler. Hatta verdiği zararı “ekonomik” değer kattığı gerekçesiyle kabul ettirip, sürdürebiliyor. Zaten onun gözünde başka insanların, doğanın ve dünyanın yalnızca kendisine kâr getiren faaliyete bir faydaları dokunuyorlarsa, onun saadet zincirinde yer alıyorlarsa “ekonomik” bir değerleri var. Faydaları yoksa onlar da, onların dolup taşan meydanlarda yankılanan talepleri ve çığlıkları da değersiz!
Ne var ki, animasyonun aldatıcı etkisinden kurtulup, ekonominin nasıl bir ilişki ve pratikler ağı olduğu gözleminden yola çıkarsak görürüz ki, şirketler “başarı”larını tam da bu “dışsallaştırdıklarına” borçlu; doğayı “kaynak” olarak yeniden yazıp talan etmelerine borçlu (“doğal kaynak”); kurdukları eşitsiz ilişkiler ve küresel işbölümünün içerdiği sömürüye borçlu. Borç ve talan üzerinde yükselen bir “başarı” hesabı bu—onun için başarıyı tırnak içinde yazıyorum. Ayrıca, onların dışsallaştırdığı zararı bu dışsallaştırdığı insanlar ve doğa bizzat kendileri ödemek ve düzeltmek zorunda kalıyorlar. Açgözlülükleri sonucu batan bankalar bu anime “ekonomi” adına kurtarıldığında fatura bankalara değil bize yazılıyor, bu kurtarmanın maliyetini biz üstlenmek zorunda kalıyoruz. Devlet havayı kirleten Teknecik Santral’ının bacasına filtre takmayı reddettiği için biz kirli havayı solumaya devam ediyoruz. Bunun zararını biz sağlığımızı kaybederek ödüyoruz. Ama biz sağlık sorunlarımız için doktora, hastaneye gidince bu bir zarar, bir kayıp olarak kaydedilmeyip, o da şu anime “ekonomi”nin kâr hanesine yazılıyor, ekonominin büyüdüğünü gösteriyor. Bir yandan bütün bu “ekonomik” faaliyetler sonucu yaratılan sera gazları iklim değişikliğine yol açarken ve dünyayı giderek yaşanılmaz hale getirirken, bu sonuç da, dışsallaştırıldığı için, zarar hanesine yazılmıyor, bunun yerine şu anime “ekonomi”nin büyüyüp geliştiğini dinliyoruz. Giderek görülüyor ki, esas bu “ekonominin” büyümesinden korkmamız lazım. Sera gazı katkısı bu kadar yüksekken ve daha da yükseliyorken hiçbir azaltım hedefi koymadığı halde ekonomik “başarısıyla” övünüp övülen Türkiye bunun yakın bir örneği.
Bu “ekonomi” düzeneği öyle bir tasarlanıp kurulmuş ki, öznesinin verdiği zararın faturasını öznesi ödemiyor, ama dışsallaştırdığı bizlere ödetmeyi başarıyor. Yani doğayı talan etmenin yanısıra bu düzenekte bir kandırmaca, bir “dolandırıcılık” da söz konusu. O animasyonun yansıttığı illüzyona kanıp dolandırıldığımız bir kandırmacayla karşı karşıyayız. Wall Street’i İşgal eylemlerinin slogan rakamları haline gelen %99’un %1 tarafından dolandırıldığı, yüzde bir’in yüzde doksandokuz kadar zenginleşmesini sağlayan bir aldatmaca düzeni bu.
Peki “ekonomiyi” başkalaştırmak, bizim ve dünyanın yararını gözetir kılmak için neler yapılabilir? Bir defa başarı hesabını düzeltmek için bu anime ekonominin aktörlerinin kendi ekonomik aktivitelerinin yaşamını etkilediği başka insanların (paydaşların) ve doğanın, çevrenin, dünyanın da çıkarlarını gözetmesini, yani sorumlu davranmasını sağlamak gerekiyor. Şirketlerin verdikleri zararın giderilmesi için geliştirilmiş olan “toplumsal sorumluluk” anlayışının (“corporate social responsibility”) başarı hesabını yeniden yazmak için geliştirdiği formül dikkate değer: Dünya, insan, kâr ve dahası. Hissedarlar dışında paydaşları da, dünyayı da hesaba katan, onlara karşı da hesap verebilirliği sağlayan bir formül bu. Örneğin, toplumsal ve çevresel etki değerlendirmeleri, bu formülün gerektirdiği, talanın önüne geçmeyi amaçlayan yaptırımlar. Eşitlik ve adaleti gözetmenin yanısıra yaşadığımız dünya üzerindeki ekolojik ayak izimizi de en aza indirmeyi gerektiren, bunları başarı hesabının ayrılmaz unsurları kılan farklı bir bakış açısı bu.
Serbest piyasayı amentü belleyip kendi üzerlerindeki her türlü düzenlemenin kaldırılmasını talep eden şirketler başıboş bırakılınca bunu kendiliklerinden yapmıyorlar. Nerdeyse bütün büyük şirketlerin ciddi ve süreklilik gösteren sabıka kayıtları var. Eğer verdikleri zararı düzeltmenin maliyeti ödenecek cezadan daha büyük ise, ceza ödeyip zarar vermeyi sürdürmelerinin daha akılcı bir yordam olduğu neo-klasik ekonomi ders kitaplarında bile öneriliyor. Onlar da böyle yapıyorlar—ki çoğu zaman bu yaptıklarının cezası bile yok. Küresel ekonomik düzende, işlerini, bu tür cezaların olduğu bir yerden olmayan bir yere de taşıyabiliyorlar ki, bugün küresel işbölümü dediğimiz şey tam da buna tekabül ediyor. Kendi ülkelerinde yasal ve makbul olmayan, çocuk emeği dahil beter sömürü koşullarında iş yaparak, yaptırarak kâr marjlarını arttırmalarını sağlayan tastamam bu işbölümü.
Şirketler başıboş bırakılınca sadece kâr üzerinden başarı hesaplamaktan vazgeç(e)medikleri için, demokratik taleplerin baskısı ve çevre ile insan çıkarını gözetmelerini zorunlu kılan düzenlemelere ihtiyaç var. Bu düzenlemeleri yapabilecek erk sahibi olabilmek için de ayrıca, hem yerel hem de küresel ölçekte, daha fazla demokratikleşmeye ihtiyacımız var. Yukarıda değindiğim Toplumsal Sorumluluk formülündeki “ve dahası” ile kastedilen de işte bu.
Demokratikleşmede ayak direyen, insan haklarını gözetmeyen, çevreye, doğaya değer vermeyip onu sadece talan edilip sömürülecek bir kaynak olarak gören yönetimlerin olduğu ortamlarda bu çok daha önemli bir ihtiyaç. Zaten birileri bir yerde bir bütün olarak demos’un çıkarını gözetmeden ama buna karşın herkesin yaşamını kadermişçesine etkileyecek şekilde, onların başına sardığı belalara hiç aldırmadan, serbestçe iş yapabiliyorsa, orada demokrasi olduğundan söz edemeyiz.
Sonuç olarak, o anime ekonominin olumsuz sonuçlarından makro ölçekte kurtulmanın yolu daha fazla demokrasiden ve ekolojik yaşam bilincinden, bunu sağlayacak bir perspektif değişikliğinden geçiyor. Bu yeni bakış ekonomik ilişki ve pratiklerimizin parametrelerini oluşturabildiği ölçüde “ekonominin” bizlerin ve doğanın yararına işleyişini sağlayabiliriz. Yoksa serbest pazar savunucusu Nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman ve ardılları, şirketlerin toplumsal sorumluluklarının kârlarını arttırmak olduğunu söyleyerek onların topluma ya da çevreye karşı bir sorumlulukları olmadığını vaaz etmeye devam edecek, şirketler de süregelen ilişki ve pratiklerini hiç değiştirmeden, toplumsal sorumluluk projesi adıyla kendilerini sorumlu ve yeşil gösteren maskeler takınıp, pazarlamayı sürdürüp, maskenin ardındaki gerçeği gizlemek için de animasyona devam edeceklerdir.
Demokratikleşme çabalarımız süredursun, ekonominin klasik anlamıyla, yani evimizi geçindirmek, idame ettirmek anlamında (Yunanca oikos: ev, hane + nemein: çekip çevirmek, iaşe), daha mikro ölçekte, cemiyet ve mahalle ölçeğinde, üstelik şu küresel dolandırıcılık ağına fazla bulaşmadan, ona tamamen tabi olmadan yapabileceğimiz başka şeyler de var kuşkusuz. İskoçya’daki Findhorn gibi kendi “parasını” bile basanından, New Hampshire, ABD’deki cemaat destekli tarıma dayalı Nubanusit yerleşimine kadar çeşitli düzeylerde komünal yaşam pratiklerinden, Marmariç, Türkiye’deki gibi permakültür örneklerine, gezgin- gazeteci Metin Yeğin’in Viranşehir, Türkiye’de kurulmasına önayak olduğu ve evsizlerin ev sahibi olmalarını sağlayan “komün-yerleşim”e ve ötesine uzanan geniş bir yelpazede cemaatçi pratikler var—ilham kaynağı olup örnek alabileceğimiz. Yeni bir cemaat yaşamına hazır değilsek de gıda temini için organik tarım yapanların ürününe hissedar olup paylaşabileceğimiz cemaat destekli tarım, yoksulların sağlıklı, taze, yerel, gdo’suz gıdaya ulaşımını sağlayan New York’daki “Food Justice” ile Oakland’daki “Oakland Food Connection” gibi destek ağları ve kimi ihtiyaçlarımızın karşılanması için hizmet değiş-tokuşuna dayalı LETS pratikleri var. Bu ve başka örnekler, içine düştüğümüz kapana kısılmışlık duygusunu kırmak için ilham kaynağı olabilir. Yeter ki biz kıstırıldığımız dar ufkun dışına bakmamızı mümkün kılan bir perspektif değişikliğini gerçekleştirelim.