Kıbrıs’ta Evrensel Müzik Aracılığıyla Kurulması Muhtemel Köprüler

Kıbrıs’ta Evrensel Müzik Aracılığıyla Kurulması Muhtemel Köprüler

 

Nihat Ağdaç
nihat_violin@yahoo.com

Bugün dünyanın geneline baktığımızda konu ister kişiler, ister toplumlar, isterse milletler olsun, tüm bu özne ve öğeleri bir araya getiren şeylere en az ortak bir paydayı örnek gösterebiliriz.  Isınmak için tüm canlıların güneşe veya ateşe, inanç, dil, ırk, cinsiyet ya da cinsel yönelim gözetmeden tüm insanların yaşayabilmek için suya, kendini ifade edebilmek için konuşmaya ya da anlaşılabilir hareket kabiliyetlerine ihtiyacı var.

Müzakerelere başlamak için dahi ortak bir mutabakata, iki tarafın ortaklaşa anlaştığı ya da hemfikir olduğu bir metne ihtiyacı var. Geçmişte türlü medeniyete, dile, inanç ve mezhebe ev sahipliği yapmış adamız, bugün siyaseten bölünmüş olsa da bu iki toplumun ve bu toplumlar içerisinde yaşayan nüfus bakımından sayıca daha küçük toplumların ortak alışkanlıklarının da bölünmüş olduğu anlamına gelmiyor. Bundan onüç yıl önce sınır kapıları açıldığında iki toplum(en azından bir kısmı) geçmişte yaşanan güçlü ve bir o kadar yıkıcı travmaları heyecan içerisinde bir yerlere saklayıp güzel ve birlikte geçen günlerin yaşandığı ortak yaşam alanlarına, mahalle ve köylere akın etti. Buralarda birlikte ağladılar, güldüler, heyecanlandılar, bir kısmı yaşanan acılar zihinlerinde canlandığında artık o günlerde olunmadığı gerçeğiyle yüzleşip yeni bir travmanın belirtileriyle bir daha dönmemek üzere bölünme sonrası hayatlarına doğru yola düştüler.

Bölünme sonrasında dünyaya gelen bizler(birçoğumuz) içinse durum bölünme öncesini ve sonrasını yaşayanlara göre adeta dipsiz kuyular ve uçurumlar kadar farklı. Tamamıyla duyduklarımız, bize öğretilenler ve bunların sonucunda şekillenen hayal dünyamızın katkıları ile oluşmuş, sadece kendimizin görebildiği görsellerle yaratılan, daha önce hiç tanışmadığımız düşmanlar, yabancılar, bazen öcülerden ibaretti öteki taraf. Şiirlerdeki tasviri tabiri caizse ilk fırsatta bizi bertaraf etmek isteyen, yok oluşumuzu kutlamaya hazır düşmanlar her gece olmasa da bazı geceler korkulu rüyamızdı. En kötüsüyse gündüzleri anlatılan ve gözümüzde canlanan öcülerdi. Ya karşıda durum nasıldı? Biz nasıl tasvir ediliyorduk kitaplarda ve tarihin sayfalarında? Bazen korku saçan bir canavar bedenine monte edilmiş bir insan başıydık, çoğu zaman hiç tanışılmamış ve tanışılsa dahi asla güvenilmeyecek bir düşman. Ya da aslında geçmişte aynı dili konuşan fakat zorla yeni bir milliyet benimsetilmiş bir toplumun ayrılmış bir kısmı. Malesef ve karşılıklı yaşanan acılar yetmezmiş gibi bir de korkunç iddialar, mükemmel, uçsuz bucaksız bir hayal gücüyle sistematik olarak genç beyinlere aşılanan güvenmeme duygusu. Geçmişte birlikte yapılan şeylerin de olduğu ve bunların anlatılması on yıllar almıştı.

Bitap zihinlerin derinliklerine itelenen ortak sevinçler ve kutlamalar ancak kapılar açılınca hatırlanabilmiş, ancak o günlerde gelen cesaretle tekrar gün yüzüne çıkabilmişti. Öte yandan bazılarımız şanslıydık ve daha kapılar açılmadan evvel iki toplumlu etkinlikler sayesinde bir araya gelebiliyorduk. Bu etkinliler ya adadan binlerce kilometre uzakta ya da iki toplumu birbirinden ayıran ve bir hilkat garibesi gibi orta yerde duran yeşil hatta gerçekleşiyor/du. Sınırın öte yanındakiler de aynı yemekleri yiyorlardı, evlenip aile kuruyorlar, okula gidiyorlar, hasta oluyorlar hatta ölüyorlardı. Ama herşeyin de ötesinde, varlardı ve yaşıyorlardı. Birbirimizin farkında olmadan, birbirimize konuşmadan yıllarca yan yana yaşamıştık ve biz bölünme sonrası doğanların yeni nesil olarak bizzati yaşamadığımız ortak acılarımız, ortak nefretlerimiz vardı. Bize anlatılan örnekler, arşivlerden izlediğimiz görüntüler hep acıydı, esaretti, yokluktu ya da bir tarafın diğerine karşı kahramanca mücadelesiydi. Yaşanan acıların gerçekliği gün gibi ortada dursa da bunların üstesinden gelecek olgulara neden odaklanılmamıştı yıllardır? Karşılıklı güven artırıcı önlemler/talepler ya toprak pazarlığı, ya havaalanları, ya sınır kapılarının açılması, ya da asker sayısının azaltılması vesaire üzerinden şekillendi. Ortak kültürün canlandırılması ise ciddi anlamda ele alınmadı. Günümüze bakarsak ortak bir kültür komitesinin kurulmasının sınır kapılarının açılmasından oniki yıl sonra mümkün olabildiğini göreceğiz. İki tarafın birbirini ve devletlerin resmi kurumlarını siyasi açıdan tanımaması sebebiyle cep telefonu şebekelerimiz dahi birleşemiyorken çıkış yolunun sadece siyasetten beklenmemesi gerektiğini yorgun zihinlerinimiz ve barışa inancını nerdeyse yitirmiş kalplerimiz kabullenmekte güçlük çekiyor, bunun için mücadelenin anlam taşımadığına inanmış izlenimini veriyor. İşte tam da bu noktada evrensel değerleri devreye sokmalı. Hem de tüm siyasi kaygılardan uzak. Benim buna verebileceğim iki önemli örnek var. Bunlardan birisi “Müzik”, diğeri ise “Sağlık”.

Kişilerin genel ruh hatta beden sağlığına olumlu etkileri ispatlanmış olan klasik müzik  –ki bugünlerde adamızın her iki tarafında büyük gelişimler göstermekte- kuşkusuz evrensel bir değer. Ben bu yazıda kendi alanım olması açısından müzikle ve Kıbrıs’ta iki toplumun yakınlaşmasına sağlayacağı katkıyla ilgili düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım sizlere. Bugün malesef az önce belirttiğim siyasi sebeplerden ötürü iki taraftaki devlete bağlı birçok kurum gibi senfoni orkestralarının kurumsal işbirliği yapabilmesi de şu an için mümkün görünmüyor. Bu konuyla ilgili henüz resmi bir yazışma yapılmış olmasa da ortak kültür komitesinde konuşulanlar bu yönde bir havanın estiğini gösteriyor. Burdan yola çıkarak Mayıs ayında adanın güneyinde gerçekleşecek iki toplumlu bir klasik müzik konserine kuzeyden genç arkadaşlarımızın da buradaki bir okulu temsil edecek şekilde katılımı sağlanıyor. Böylece güneyde yer alan çocuk/gençlik orkestrası ve kuzeydeki okulumuz bir bakıma kurumsal işbirliği yapıyor olacak. Böylesi olumlu bir gelişmeyi herşeyden önce selamlamak fakat bundan daha ilerisini düşünmek, bu fikrin daha profesyonel düzeyde ne kadar ileri götürülebileceğimizi tartışmak gerekir. Bahsettiğim projeyle ilgili benden ve meslektaşlarımdan fikir istendiğinde güneydeki çocuk/gençlik orkestrasının ileri seviyesi malumumuzdu ve iki toplumlu bir etkinlik olması durumunda aynı yaş grubunda sayıca muhtemel katılımımızın eksikliği/azlığı acı bir gerçek olarak karşımıza çıktı.

Bunun en büyük sebebi ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti devleti olarak sanat alanında bir politika geliştirememiş olmamızdan kaynaklanıyor. Yazımın bu kısmında klasik müzik alanından özde kendi eksiklerimize, genelde iki toplumun yakınlaşması anlamında sağlam bir köprü olarak kullanabileceğimiz klasik/evrensel müziğe, son olarak da muhtemel ortak projeler yanında aslında bu konudaki yetersizliğimizi bu bağlamda nasıl bir avantaja çevirebileceğimize değinmeye çalışacağım.

Ülkemizde üniversite öncesi müzik eğitimi veren tek devlet okulu bugunkü adıyla Lefkoşa Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi(LAGSL). Geçmişte Güzel Sanatlar Ortaokulu olarak eğitim veren ve benim de o haliyle son mezunları arasında yer aldığım okulumuz malesef bugünlerdeki konsepti ve müfredatı sebebiyle performans sanatçısından ziyade müzik öğretmeni olmak isteyen müziğe yatkın genç arkadaşlarımızın üniversite çağına gelene dek eğitim aldığı bir kurum durumunda. Az önce kullandığım malesef kelimesinin olumsuz algılanmamasına dikkat çekmek istiyorum. Bunun sebebiyse geçmişte ortaokuldan sonra bizlerin ya kontenjan yahut da sınavlarla  ve tabi ki oradaki öğretmenlerimizin yönlendirmesi ile  Ankara Devlet Konservatuarı’nda okuma şansımız sayesinde iyi icracılar olabilmemiz,  2000 yılı sonrasında ise ortaokul & lise olarak eğitim veren LAGSL’nin kayda değer sayıda öğrencisi Kıbrıs’taki aile yapısı ve sanat anlamında devletin son zamanlara kadar yetenekli çocukları yönlendiren başka bir kurumu olmaması nedeniyle  lise bitene dek adada rekabet edebilecek düzeyde bir icracının ihtiyacından farklı bir eğitim  görüyor olması. Bir Anadolu lisesinin ağır ders müfredatı düşünüldüğünde kuzeydeki müzik öğrencilerinin ada dışındaki ve hatta adanın güneyindeki nitelikli performans/enstrüman eğitimiyle yarışması mümkün olamıyor. Klasik müzik eğitimini ileriye taşımak isteyen çok yetenekli çocuklarımız bu alandaki eğitim sistemindeki yetersizliklerden ve yanlışlıklardan ötürü ya çok geç kalmış oluyor ya da hiç fark dahi edilmeden bu alandan uzaklaşmak durumunda kalıyor. Ailelerimizin çoğu, müziği çocuklarının kendilerince belirledikleri mühim meslek dalları dışında kalan bir hobi olması sebebiyle onları küçük yaşta ada dışına konservatuvara göndermeleri söz konusu olamıyor.  Günün sonunda varolan sistem içerisinde en başarılı olarak nitelediğimiz çocuklarımız dahi iki toplumlu bir etkinlik gündeme geldiğinde yıl bazında aldığı eğitim göz önünde bulundurulduğunda normalde arzulanan seviyeyi yakalamak için gecesini gündüzüne katarak, müthiş bir stres altında, hem mesleki hem de iki toplumun geçmişinde yatan fakat bizzat tanık ya da taraf olmadığı toplumsal meselelerden ötürü dışlanma kaygısı ile aktif bir katılımcı olma çabası altında ezilmek durumunda kalıyor. Muhtemel bir çözüm gündeme geldiğinde hazır olması gereken tek şey rekabet edeilir bir ekonomi olmamalı. Karşı karşıya kalacağımız en büyük travmanın sadece ekonomi değil, insani konulardaki eksiklerimizle yüzleşmek olduğunu kabul edersek bu konulardaki atılımı o muhtemel gün gelmeden en hızlı ve kabul edilebilir şekilde gerçekleştirmenin hazırlığını yapmamız gerekiyor. Her konuda nitelikli, alanına hakim ve kendine güvenli bireyleri yetiştirecek eğitim kurumlarını hayata geçirmemiz gerekiyor. Müzikte bunu ancak ve ancak maddi kaygılardan uzak, özel okulların değil devletin desteği ve denetimiyle, dünya standartlarında  eğitim almış ve yine eğitim verebilecek icracıların öncülüğünde bir konservatuvarın kurulmasıyla başarabiliriz. Bir sanatçının yetişmesinde sadece enstrüman eğitiminin değil, dünya tarihinin, terminolojinin, sanat tarihinin, dilin, adab-ı muaşeretin ve evrensel değerlerin öğretilmesine vurgu yapacak bir eğitim kurumuyla bunu mümkün kılabiliriz. Bunun uzun soluklu bir yolculuk olduğu unutulmamalı ve artık büyüyerek gelişen, sanat anlamında ülkemizde bir umut olan  Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası örneğinden yola çıkarak aslında sanatsal gelişimin bir hayal olmadığını, bunun medeni toplumların en öncelikli gereksinimlerinden birisi olduğunu görmeliyiz.

Bu konudaki eksikliğimizi iki toplum bazında avantaja çevirebilme konusuna değinmek gerekirse öncelikle Mayıs ayında gerçekleşecek iki toplumlu çocuk/gençlik orkestrası konseri bizim için milat kabul edilmeli. Güneydeki meslektaşlarımızla ortaklaşa çalışmalar başlatmalı ve güneyde de bir konservatuvar olmamasına rağmen bu noktaya (ezici çoğunluğu Kıbrıslı Rumlar’dan oluşan iki farklı yaş grubunda çocuk ve gençlik orkestraları) nasıl geldiklerini irdelemeli, kendimiz de uygulamalıyız. Hatta bu alana yeni atılacak Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum çocukların bir arada nasıl eğitim görebileceğini, evrensel değerleri nasıl ortak değerler olarak paylaşıp benimseyeceklerini tartışmalı, bunu mümkün kılmalı, ortak ve evrensel bir geleceğin temellerini sanatla atmalıyız. Unutmamalıyız ki mantığa sığmaz kayıpların yaşandığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa milletlerini/toplumlarını bir araya getiren yine sanattı ve savaşların gölgesinde insanların korkusuzca bir araya geldikleri nadir yerlerin başında klasik müzik konser salonları ve operalardı. Yaklaşık yetmiş yıl önce birbirini öldüren bir neslin torunlarının çocukları bugün Avrupa’da çok uluslu gençlik orkestraları aracılığıyla Avrupa kıtasında tesis edilen barışa klasik müzik icra ederek atıfta bulunuyorlar. Bunu örnek almalı ve aklımızdan çıkarmamalıyız: Savaşların ve sonuçlarının yarattığı karanlığı gölgeleyebilecek en büyük ışık sanattır.

 

 

Dergiler Haberleri